Öğretilemeyen Şeyler: Duyuların Etimolojisi | Pelin Özer

Ekim 3, 2025

Öğretilemeyen Şeyler: Duyuların Etimolojisi | Pelin Özer

I.

Duyuların etimolojisi diye bir tamlama hiç çağrılmamışken pat diye gelip buldu beni. Nasıl berrak, hevesli, kendinden emin. Kuruldu başköşeye. Yüz vermeyişin beni ırgalamaz, senin meselen; hiiiiç boşuna uğraşma, gitmeye niyetim yok diyen sesini duyar gibiydim. Halen de kulağımda.

İster istemez düşünmeye başladığımda onun zihnime dolanmakla kalmayıp adeta beni kuşak gibi sardığını da duyumsamıştım. Keskin bir ültimatomdu sanki, kaçmak mümkün değildi. Moleküllerime yerleşti, ısrarıyla bana -sağolsun- kaçacak delik bırakmadı. Uzun sürecek dedim belli ki misafirliği. Daha iyi tanımak için yakından kolaçan etmeye başladıkça öteki kalmakla, ötede durmakla yetinecek bir hali olmadığına da uyanacaktım. Alıp katacak beni saflarına. Daha ne olup bittiğini anlayamadan, sezemeden bir bakacağım dokunduğuma-bana dokunana-doku hücrelerine-dokumanın ham ketenine ve daha nelere dönüşmüşüm.

Varlığımı silip çaktırmamayı denedim bir süre. Yok. Olmaz. Hazır değilim. Ama başıma geleceklere uyanmıştım, biliyordum: Kim ne zaman saklanabilmiş ki kendisinden. Yine beceremeyeceksin dedi içimde beni koruyup kollamak adına vızır vızır kafa göz yararak gezinmeyi, saha araştırması yaparak sürekli çalışmayı huy edinmiş işgüzar. Benden sana hayır yok. Dolan dur bakalım sofistike tamlamaların(ın) ziyaretçisi bulunmaz, talep görmez, ışığı yükseklere yansımaz yeraltında.

II.

Bir kavram seni kıskıvrak yakaladığında diyor içerideki çokbilmiş; sorup sorgulamadan evvel hiç değilse düğümle(n)memeye çalış. Mümkün mertebe. En azından. Aklı kim egemen kılabilmiş, kim güvence vermiş sağlam varoluşa. Alanlarını genişletmeye bak. Sen 1+1 değilsin. Mutenalaştırılacak halin yok. Laminat yama tutmaz tenine. Dur, sapma konudan. Betonun duyuyla, etimolojiyle işi yok. Yaşadığın yüzyıla takılıp kalma.

Neyse, sapmayalım kulvarımızdan. Duyuların etimolojisi……. Tamam betonluk bir tasarımız yok, olamaz. Anlaştık. Ama sadece soyut düzlemde de değiliz bu noktada; mesele duyulara meylettiğinde uzuvlar da an gelip düğümleniyor. Etimoloji dendiğindeyse her nedense bilmezlikler, şüpheler, hatırlamayış, gaip yaşantılar tavan yapıyor. Bununla kalsa iyi. Kendi dolanıklığı yetmezmiş gibi musallat olduğu, içine işlediği -artık kim nasıl tanımlarsa kendisini-  özne-nesneyi de sürükleyip durur ara-sapa-yan-merkez yolların(d)a-sapakların(d)a-meydanların(d)a……. Sonunda kendi görünmezliğine benzetecek olsa da süreç boyunca kıvrım kıvrak, şen şakrak eşlikçisi kılar onu. Şaşar kalır beşer bedensel dolambaçlığına.

Sürüklenen personalarından seyahatnameler çıkartacak kudrete bürünür de kıymetini bilir, değerini verir mi acaba kendisine duyu marifetiyle yaşatılanların? Bunlara dert belleyip de keyiflenmeyi ıskalayanların kayıp hanesinde ne çok yaşam ihtimali.

***

Duyulardan boşanmış hayatlara kim özenir? Kim ister havası alınmış balon misali kalakalmayı orta yerde? Bırakalım yakalasınlar bizi. Duyarlıkların yer işgal etmediğini de duyumsarız zamanla. Birikenlerin yokluğuyla çevreleniriz.

İç ve dış benliklerimize yakalandıkça bilincin alanı da genişlemiyor mu bizimle birlikte? Biz dediğimiz kimdir, o da apayrı mesele. Biz’in mülkiyeti varm’ola? Sahi kimlerdendir o biz? Neyse, biz yine duyuların etimolojisine dönelim. Hemen söylemeliyim: Bu bir kitap adı değil. Vardır belki böyle bir kitap; aramadım taramadım ve hiç niyetim yok ChatGPT’ye sormaya. Bilmezliğimi koluma takıp yoluma devam ettim.

Metrodan inmiş, beynimi sonbahar suratsızlığına inat neşeli bir şeyler düşünmeye zorlamış haldeyken yankılanmıştı bir anda Duyuların Etimolojisi. Baş harfler büyükse vardır kesin bir bildiği diye geçirdim içimden. Elbette boşa kürek çekecek hali yok koca kavramın. İpuçları yine beynin labirentlerinde. Sen değil miydin dedim kendime; ne zamandır “duyu”dan başlayarak sözcükleri ilerlete ilerlete adeta yeni bir dil kurmaya başladığını gizle(ye)meyen.

O öteki ben uğraş dur şimdi diyerek eleştirel tavrını örgütlemiş olmasaydı sen de muhtemelen krapon kâğıtlarından kedi merdivenleri yapıp asarken bulacaktın şahsını. Sonbahar solgunluğunu kentin yoksul mahalle aralarından silme girişimlerinden biri olurdu bu. Ama o kadim ben’lerden biri vardı ki……. Anlaşıldı, yine aynı gaflete kapıldığından olsa gerek, notu kendisinden önce geldi: Böylesi bir performans için şimdilik kayıt oluşturulmamış.

Antropoloji, arkeoloji, mitoloji; hiçbirine yüz vermiyor ve kaçınılmaz olarak detektör misali yeraltı kentlerinde dolanan zaman aylağı bedenin(in) izinden gitmeyi seçiyor.

III.

Kendimizi kaç boyutta keşfettik? Maddi unsurlardan tamamen soyunup beş duyu sahalarına kaç kez girip çıktık? Hiç aklımızın-kalbimizin ucundan geçti mi duygularımızı her fırsatta beş duyunun ateş çemberinden atlatmak? Bizler, yâ garipler, şol gaipler; her an tarasak yetişebilir miydik çoğalıp-azalıp-eklenip-çözünüp-dağılıp-gidişe? Duyuların yeraltı kentlerinde ve henüz anlamın yüküyle tam olarak karartılmamış göklerinde bizi bekleyen neler var? Onları nerelerde aramalıyız; dışımızda mı içimizde mi? Peki ya biz tam olarak neredeyiz? Var mı kesin koordinat? Sadece iç ve dıştan mı müteşekkiliz? Duyuların saptanmasına boşverdiğimizde kapladığımız alandaki değişimi kim işleyecek bahsi geçen satıhlara? Sahi, biz hangi maddeden yapıldık? Taklitlerimiz üretilebilir mi? Elle tutulur hale gelmeye bunca direnen duyu(m)sal alanın zamana ve mekâna uyarlanarak sürekli dönüşen varlığına hangi ölçü mekanizması, nasıl dayanacak? Var mı böyle bir düzenek? Onu kimler icat edebilirdi? Duyusal alanların talep edilemezliğiyle baştan çıkarışını, bu cazibenin karşıkonulmazlığını kim inkâr edecek?  

IV.

Madem gelip kuruldu Duyuların Etimolojisi başköşemize; bununla da kalmayıp duyurdu açıktan açığa varlığını…… O halde duyusal alanların uslanmaz öznelerine çevrilsin dev projeksiyonlar. Sonra da durup, muhtemelen farkına bile varmadan duyumsal mecraların izini sürerken teri boşanan, tansiyonu düşen, çarpıntısı artan; uçuşkan ruhla işbirliği yapamaz hale geldiğinden zamanda seyiren bedene; ona söz geçiremez hale gelenlere dönsün kamera. Kendimizi ayrı tutmayıp, sakınmadan oraya yerleştirelim. Bizden de bahsedilsin gerekirse. Herkes kendi Şarlosuyla yüzleşsin bir kere. Utanmadan çıkarsın onu ortaya. Biri de o esnada çıkıp yazı’nın clown hali desin. İstiyorsa tutmasın hiç kendini, dalgasını geçsin. Dileyen kekeme dil oluştursun, en sınır tanımaz fantezisinden dem vursun; ses vererek ölçsün uzamı, zamana ses telleri dizsin, dokunuşa nesnesiz varsın, sesin resmine erişsin…….

Her ne yaşanırsa yaşansın hemen ardından olsun varsın diyen de tökezlediği yerlerden hasat almaya en az duyuların beş haline taktığı gibi kafayı takmış o laf anlamaz müptela da sen değil miydin. Oh olsun deyip yine sıyrılıp akça pakça, hiçbir şey olmamış gibi çıkmamış mıydın işin içinden. Eh şimdi içimden yangın yerinde orkideler demek geçiyor ama bunu entelektüel dipnotlama sistemlerine değil duyusal alanların kesişimlerine ve leb demeler kataloglarına işlenmesi hayaliyle savuruyorum beştaş misali orta yere.

Yorum yapın