
Hani bazı eski Yeşilçam filmlerinde şöyle sahneler vardır; adamlar kadınlar koşarak bir arabaya atlarlar, birilerinden, bir şeylerden kaçıyorlardır ya da birilerine, bir şeylere yetişmeye çalışıyorlardır. Direksiyonda hep erkekler vardır, kamera beyefendinin ayağını yakın çekim gösterir, ayak gaza köküne kadar basmaktadır, o zamanlar tabii otomatik vites yok, sağ el vitesi en büyük kaçsa ona takar, yandaki hanımefendi çığlık çığlığa bağırmaktadır. Ön paneldeki ibreyi görürüz ekranda, rakamlar son hızla büyümektedir, motor ve hanımefendi bağırmaya devam ederler, biz nefesimizi tutarız. Motorun homurtusu ve çığlıklar kulak tırmalayıcı hale gelir, sahne gürültü patırtı ve şangırtılarla sona erer. Araba bir ağaca, duvara, belki bir başka arabaya toslamıştır, uçurumdan fırlayıp denize gömüldüğü de olur, yani illaki kaza bela gelmiştir. Gelir, biliriz!
En temel duygulardan öfke de insan bünyesinde işte böyle çalışmaktadır. Haklı bir sebep olmasına gerek yoktur, hatta bazen bir sebep olmasına bile gerek yoktur. Hassasiyetlerimize, geçmişten getirdiklerimize, planlarımıza dokunup sınırlarımızı ihlal eden herhangi bir şey bizi tetikleyebilir. Sonrası tıpkı filmlerdeki gibi tufandır. Öfkenin baldan tatlı olduğu yanılsamasıyla kalkan herkes çoğunlukla zararla oturur. Öfkede akıl yoktur, gölgeye kaçmıştır. Keskin sirke önce kendi küpünü yakar bitirir.
Tam da bu yüzden kendi meşrebimizce öfkemizi kontrol etmeye çalışırız hep ama bu da deveye hendek atlatmaktan zordur. Sabır ve sükûnet sanki Kaf dağının arkasına saklanmıştır. Uğraşır, didinir, bastırır, derinlere itmeye çalışırız. Üzerine soğuk bir bardak su içmeyi hedefleriz. Başaramadığımız zamanlarda önce kendi küpümüzü, sonra da sağımızı solumuzu, yakınımızı uzağımızı yakar kül ederiz. Vicdanımız devredeyse eğer, sonrasında gelen suçluluk duygusu çok ağırdır, nereden tutsan elinde kalmaktadır. Başardığımızdaysa çarpıntımız tutar, nefesimiz ciğerlerimize ulaşmaz, kasılan eklemlerimizin ağrısından uykularımız kaçar, sıkılan dişlerimiz çatlayıp kırılır. Teknemiz bu kısır döngüde sallanıp durur, iş büyürse su alıp batar.
Öfke iki ucu keskin bıçaktır. Salsan bir türlü, tutsan başka türlüdür. Öte yandan hem yakıp yıkıp hem de insanı hayatta tutmaktadır. Bu bir paradoks değil de nedir?
Amerikalı psikolog Harriet Lerner işte bu paradoksu almış, kendi danışan hikâyeleriyle evirip çevirmiş, ortaya Öfke Dansı kitabını çıkarmıştır.
Öfkeyi kötülemez Dr. Harriet, reddetmez, görmezden gelmez.
Öfke hissettiğimiz bir şeydir. Her zaman bir nedeni vardır ve ilgi görmeyi hak eder. Hepimizin, her şeyi hissetmeye hakkı vardır, öfke de buna istisna değildir.
Kitabın hemen başlarında geçen bu cümle, okurda ilerideki sayfalarda anlaşılıp kabul edileceğine dair rahatlatıcı bir duygu uyandırır.
Amacımız, öfkemizden kurtulmak ya da geçerliliğinden kuşku duymak yerine, öfkenin kaynaklarını açıklığa kavuşturmak ve ardından, kendi adımıza yeni ve farklı bir eylem benimsemek olacak.
Tamam, der okur kendi kendine, işte ben tam da bunu istiyorum.
Öfke ve suçluluğun bir arada bulunamayacak duygular olduğunu anlatır Dr.Lerner. Bu iki duyguyu neden ve sonuçlarıyla nasıl birbirinden ayıracağımıza dikkat çeker.
Öfkenin bilincine varmamızı, suçluluk duygusu ya da kendimizden kuşkulanmak kadar engelleyecek bir şey yoktur.
Öfkeyi bastırmanın sonuçlarından bahseder.
Öfkeyi bastırma ve öfkenin kaynaklarının bilincine varmama zorunluluğunun içinde tutsak kalan yaratıcı, entelektüel ve cinsel enerji miktarı hesaplanamayacak kadar yüksektir.
Okur kaybettiği enerjiye hayıflanır, daha fazla kaybetmemek için bundan sonra ne yapabileceğine odaklanır, okumaya devam eder.
Bu kitaptan nasıl faydalanılabileceği madde madde açıklanır.
İlk madde şöyledir; Öfkemizin gerçek kaynaklarına kilitlenmeyi ve nerede durduğumuzu açıklığa kavuşturmayı öğrenebiliriz.
İkinci madde iletişim becerilerini öğrenebileceğimize dairdir.
Üçüncü madde verimsiz etkileşim modellerini gözlemleyip bunlara müdahale etmeyi öğrenebileceğimizden bahseder.
Dördüncü maddede karşı adımları ya da diğerlerinin “Eskisi gibi ol!” tepkilerini beklemeyi ve bunlarla başka çıkmayı nasıl öğrenebileceğimiz anlatılır.
Tüm bunları çoğunlukla kadın tarafından ve kadın üzerinden anlatır. Kadının sayısız şikâyetlerinin altından yatan şeyin, yaşamının en önemli ilişkisini sürdürmek için erkeğe göre zayıf bir konumda kalması gerektiğine dair bilinç altında duyduğu inanç olduğunu söyler.
Önemli bir ilişkide yüksek bir isteğine sahip çıkma ve ayrılık düzeyine ulaşıp, diğer kişinin karşı adımlarına rağmen bu konumu korumak son derece huzursuz edicidir.
Sorunlarımızı ve seçeneklerimizi belirleyip konumumuzu açıklığa kavuşturmak yerine, neden kronik kavgacı ve şikâyetçi kişiler olduğumuzu sorgular.
Kavga etmek ve suçlamak kimi zaman bir yöne ya da diğerine doğru adım atmaya hazır olmadığımız zamanlarda, hem statükoyu korumak hem de statükoya başkaldırmak amacıyla kullandığımız bir yoldur.
Öfke güçlü bir enerjidir ve çoğumuz bu enerjiyi öteki kişiyi değiştirme çabasına yönlendiririz. Öfkeyi açığa vurmanın her zaman yararlı olmayabileceğinden söz eder Dr. Lerner.
Öfkeyi açığa vurmak, ilişkideki eski kural ve modelleri zorlamaktansa koruyabilir. Değiştirip kontrol edebileceğimiz tek insan kendimiziz.
Öfkeyle girişilen her etkileşimin, taraflardan birinin diğerinin davranışını koruyup kışkırttığı döngüsel bir dans olduğunu vurgular.
Döngüsel dansın başı ya da sonu yoktur. Dansı kimin başlattığının önemi de yoktur. Burada asıl önemli soru şudur: “Bu danstan nasıl çıkarız?”
Birikmiş öfkeyi dışa vurmanın terapik bir değeri olmadığını söyler. Etkileşimlerde çok yakındığımız zaman kendi rolümüzü ve böylece, değişim yaratma gücümüzü nasıl inkâr ettiğimizden bahseder. Ona göre karşımıza çıkan tüm haksızlıklara ya da sıkıntı kaynaklarına kişisel olarak tepki vermemiz gerekli olmayabilir.
Bu son paragrafta çok önemli bir ifadeyi atlamamız gerekiyor: Değişim yaratma gücümüz!
Kendimize biraz dışarıdan bakmayı becerebilirsek eğer, öfkenin karanlık enerjisine dalıp yönümüzü kaybederek yanlış yollara saptığımızın ve bu gücü nasıl da heba ettiğimizin farkına varabiliriz.
Harriet Lerner, öfkeyi saklamıyor, gerilere itmiyor, yok saymıyor. Tam aksine, bir güzel kabul edip o duyguyla farklı bir şeyler yapabileceğimizi iddia ediyor. Yani bir nevi krizi fırsata çevirmenin yol ve yöntemlerine dikkat çekiyor.
Son günlerimizde bireysel, yerel ve küresel dünyalarımızda bizi öfke çukuruna düşürecek ne çok şey yaşıyoruz her birimiz. Üstelik bazılarında öfkelenmekte sonuna kadar haklıyız ama bu durum kendimizi ve etrafımızı bu duyguyla yakıp yıkabilme hakkını vermiyor hiçbirimize. Üstelik bu dansa kalktığımızda problemler bizim adımlarımıza bir döngüye girmekte ama asla çözülememekte.
Doktor Lerner, bu öfkeli dansın nasıl hayatın müziğiyle uyumlu bir valse dönüştürülebileceğinin yöntemlerini anlatıyor okurlarına. Bazen valse dönüştürülemeyip dansı sonlandırmak gerekebileceği gerçeğiyle yüzleştiriyor.
İşlerinde, güçlerinde, ilişkilerinde iki ileri bir geri dönüp duran, tıkanmışlığı iliklerine kadar hisseden okurlara, hazırlarsa eğer, vals yapmanın ya da gerekiyorsa işi gücü ilişkiyi bitirebilmenin aklını fikrini veriyor.
Kitap ilk kez 1985 yılında, yani hepimizin henüz analog olduğu, ilişkilerin, sorunların ve çözümlerin bir hayli farklı olduğu bir zamanda yayınlanmış. Üstelik öneriler, Amerikalı kadınlar ve aile ilişkileri üzerinden açıklanıyor ama şunu kabul etmek gerekir ki öfke her daim kalıcı ve evrensel, dolayısıyla kitaptaki değerlendirme ve çözümler de işe yarar ve zamansız. Bugün okuduğumuzda bugün işimize yarıyor.
Okurken, satır satır terapi alıyorsunuz. Bitmesin diye yavaş okumayı tercih edebiliyorsunuz. Bittiğindeyse bir koşu Harriet’in diğer kitaplarını, mesela Bağlantı Dansı ve Kandırma Dansı’nı satın alıyorsunuz.
Ben öyle yaptım. Terapiye devam ediyorum!
edebiyathaber.net (28 Haziran 2025)