
Söyleşi: Ahmet Taş
Okuyacağınız bu söyleşi, Alman yazın tarihinin başlangıcı olarak kabul edebileceğimiz “Das Hildebrandslied” ve Türkçedeki ilk tam ve karşılaştırmalı çevirisi üzerine, çevirinin sahibi Niyazi Berk Aslan ile gerçekleştirilmiştir. Keyifli okumalar dilerim.
Serkan Parlak’ın aziz hatırasına…
1 – Merhaba Niyazi Berk, öncelikle bize kendinizi tanıtır mısınız? Alman dili ve çeviri ile nasıl bir ilişki içindesiniz?
Merhabalar, ismim Niyazi Berk Aslan. Sakarya Üniversitesi Alman Dili ve Edebiyatı ile Anadolu Üniversitesi Felsefe bölümü mezunuyum. Almancaya olan ilgim lise eğitimi yıllarına, bu ilginin gelişim süreci ise Üniversite eğitimi aldığım yıllara yayılırken tanışma serüvenim de esasen büyüdüğüm aile ortamına dayanıyor. İşin dilbilim çerçevesine, özellikle çeviri boyutuna; Germanistik eğitimim süresince, gerek gördüğüm Hermeneutik (Yorum Bilimi), Übersetzungswissenschaft (Çeviri Bilimi), Kulturwissenschaft (Kültür Bilimi) derslerince, gerekse çevremde bu konuda değerli kazanımlar edinen ve yayan dostlarım aracılığıyla sıkı bir bağ ile bakma fırsatı yakaladım. Şu an Almanya’da yaşıyor olmam dolayısıyla da pratik olarak dil ve kültür ile organik bir bağ kurarak bu çalışmaları geliştirmeyi hedefliyorum.
2 – Üzerine konuştuğumuz “Das Hildebrandslied” oldukça eski bir metin. Bize bu metnin tarihçesinden, bunu çevirmeye sizi neyin yönelttiğinden ve yayımlanan ilk çevirinizin bu metin olmasını neden tercih ettiğinizden bahseder misiniz?
Sorunun son kısmını öncelikle ve dürüstçe cevaplandırmam gerekirse bu tercih; dostum ve ayrıca Arbede Kitap’ın sahibi olan M. Kağan Will Şahinoğlu’nun yürüttüğü Akademi Serisi’ne olan ilgim ve katkı hevesimle pekişen bir süreçte ortaya çıktı. Bu katkı arzusu, kendisiyle münakaşa ettiğimiz aşamalarda hemfikir olduktan sonra ete kemiğe büründü.
Şunu içtenlikle söyleyebilirim ki süreç boyunca çok keyif aldığım bu eseri tercih etmemin sebepleri arasında eserin tarihçesi ve edebi önemi yatıyor. Sözlü gelenekten yazına geçişin mihenk taşı olan Das Hildebrandslied, kişisel bir meydan okumanın temel aldığı bir anonim epik şiirden oluşmakta ve bilinen en eski Almanca formu olan Althochdeutsch ile nesilden nesile aktarılmaktaydı. Bu konuda, yani eserin tarihi ve önemi boyutunda sahip olduğumuz ilgiyi ise kitabın ön sözünde de desteğini esirgemeyen Doç. Dr. Nurhan Uluç’a borçluyum.
Çeviri için Eski Almanca kaynağın Yeni Almanca’ya (Neuhochdeutsch) çevirisini baz aldığım bu eser, içeriğinin yanısıra kullanılan komplike tabirlerle ve dilin aktarımı için gereken titizlikle birlikte değerlendirildiğinde ilk çeviri çalışmam için hayli zorlayıcı bir süreci de beraberinde getirdi. Her şeye rağmen, yaklaşık dört ay süren bir çalışmanın ardından başarılı bir sonuca vardığımızı düşünüyorum.
3 – Çeviri çalışmasında yorum tartışması ve işin hermeneutik boyutu şüphesiz göz ardı edilemez. Peki bu eserde şahsi yorumunuzu görebilir miyiz yoksa daha ziyade esere sadık kalmaya mı dikkat ettiniz? Bu iki uç arasında bir dengeyi ne boyutta gözettiniz?
Aslında önceki soruya verdiğim yanıt kısmen de olsa bu soruya eklenebilir. Dil aktarımı için gereken titizlikten kastım tam da işin hermeneutik boyutuna işaret ediyor. Çoğunluğunda metnin ruhuna sadık kalmaya çalıştığımı rahatlıkla söyleyebilirim fakat bazı yerlerde ister istemez günümüz okurlarına bir köprü kurmak adına kendi kattığım yorumlarla harmanlandı, tabii ki kahramanlık vurgusu çizgisinden çıkmadan.
Öte yandan, aynı dili konuşan insanların bile birbirleri arasında tamamen anlaşması epey zorken sesten ve mimikten yoksun fakat duygu bakımından yoğun bir metni aktarmak güç mesele. İşte burada yazarın anlatım kabiliyetinin, çevirmenin dil kabiliyetinin ve okuyucunun kavrama kabiliyetinin üstüne hepsinin de sahip olduğu birikim ve yaşayışı, hedef için çok kıymetli ölçüm birimleri olarak karşımıza çıkıyor. Buna ek olarak metnin karşılaştırmalı biçimde yayımlanması ise -hiç değilse- Almanca bilen ve alana ilgili olanlar için bir kıyas imkanı sunuyor.
4 – Kimi çeviri kitaplarda bağlamdan epey bir kopukluk görüyoruz, peki siz bu çalışmada Türkçe okuyucunun metni daha kolaylıkla anlaması için bir değişim, “tıpkılık”, ekleme ya da silme tercihinde bulundunuz mu?
Tabii ki görülen bu kopukluk, bence, bahis çevirilerin çoğusunun motamot tekniğiyle yapılıyor olmasından kaynaklanıyor. Oysa ki bir edebi çeviri, bağlam bakımından mutlaka dil-kültür-gelenek süzgecinden geçirilip hedef ve kaynak arasında bir mukayese sağlanarak okuyucuya hitap etmek amacıyla yapılmalı. Elbet ben de bazı ifadeleri birebir çevirmek yerine Türkçede aynı işlevi görecek biçimde, farklı tercihlerle aktarmayı uygun buldum zira üzerine konuştuğumuz şey bir kullanım kılavuzu değil, bazı şeyler değişebilir fakat tabii ki gerçekleşen her değişiklik yalnızca bağlamın sürdürülebilirliğiyle ilgiliydi, hiçbir müdahaleyi keyfi yapmadım.
5 – Das Hildebrandslied sadece bir savaş anlatısı değil, aynı zamanda bir baba-oğul çatışmasını da konu alıyor. Hadubrand ve Hildebrand arasındaki bu evrensel temayı Türkçeye aktarırken sadece anlam değil, duygusal derinliği yansıtmak adına nelere dikkat ettiniz?
Bu duygusal yükü taşımak benim için çeviri sürecinin en can alıcı yeridir desem yanılmış olmam çünkü soruda da bahsi geçtiği üzere eser, savaştan ziyade baba-oğul çatışmasını merkez alan bir anlatı. Okurun bu çatışmayı doğrudan ve olabildiğine kuvvetli hissedebilmesi için yiğitlik çağrışımı güçlü yapılar kullanmaya çalıştım. Bunun yanında yazılı kaynağın kısmen yanmış olması gibi talihsizlikler olay-zaman örgüsünün bütünlüğü açısından noksanlık oluşturuyordu. Aktarımda onarılması mümkün olsa da bu sefer esaslığını yitireceği için bu yolu tercih etmedim, bu sebeple bu iki durum arasında bir denge kurmanın güçlüğünü epeyce yaşadığımı belirtebilirim.
Üstelik benzer bir baba-oğul çatışması, metnin gün yüzüne çıkmasında ve az daha yok olmasında da yatıyor. Dönemin hükümdarı Karl der Große (Şarlman), dönemin şartları çerçevesinde eğitime verdiği önem ve destek doğrultusunda Latin, Germen ve Pagan kökenli sözlü destanların ve anlatıların yazıya geçirilmesi ve bu alanda kayıtların tutulması için bir çalışma başlatmıştır. Onun ardından ise oğlu Ludwig der Fromme (Sofu Ludwig), babasının çalışmalarının bir “günah” olduğunu iddia ederek hepsini yaktırır. Rivayete göre ise Das Hildebrandslied, bu yangından kısmen de olsa kurtulabilmiş tek eserdir.
6 – Çevirinizde “Umur görmüş Hildebrand” benzeri, oldukça şiirsel ifadelerin yanında “Kurnaz ihtiyar Hun” gibi, karakterin çağrışımını kuvvetle yansıtan yapılar da mevcut. Bu tür ifadeleri Türkçeye aktarırken nasıl bir yol izlediniz?
Bunun için öncelikle eserin esasında destansı bir şiir olmasını imkan bilerek kullanılan ifadelerin çağrıştırdığı kültürel ya da zihinsel imgeleri seçmeye çalıştım. Aynı ya da benzer çağrışımı yaratacak Türkçe kalıpları, gerek günlük dilden gerekse kültürümüzdeki Dede Korkut gibi destansı anlatılardan ayıklayarak tercih ettim. Bunun yanında ise dönemin siyasi haritasından, halk anlatılarından ve şarkılarından ilham aldım. Böylelikle adaptasyon sağlamak için naçizane dokunuşlarda bulundum diyebiliriz.
7 – Farklılıkların yalnızca kelimelerden ibaret olmadığını biliyoruz, peki bu tarihsel benzerlik ya da farklılıklardan bize bahsedebilir misiniz? Bu konuda ne gibi bir yol izlediniz?
Farklılıklarımızın temel sebebini esasen kavramları nasıl tanımladığımıza dayandırıyorum. Bahsettiğim şey savaşı nasıl tanımladığımız, onuru nasıl tanımladığımız. Tanımlamanın bu durumda önemli olmasının sebebi, bir sonuca ulaşmak için yaşanmışlıklara ve tecrübelere ihtiyaç duyuyor olması. Ben zamanında bunları bunları yaşadığım için bu bana bunu çağrıştırıyor fakat o, zamanında başka bir şey yaşadığı için başka düşünüyor. Kelimelere bile bu kadarsına işlemiş olan tecrübeler, binlerce yılda insanların ve toplulukların yaşantısını mutlaka bir fark yaratacak şekilde de değiştirmiştir. Bu farklılıkları ise çokça sözlük karıştırarak ve daha önce de dediğim gibi kültürümüzdeki destanlara bakarak denkleştirmeye çalıştım.
8 – Çeviri çalışmasından ve bunun sizin için kişisel olarak nasıl bir süreç olduğundan bahsedebilir misiniz? Özellikle, metnin zorlandığınız ya da rahatlık hissettiğiniz bölümleri var mıydı?
Öncesinde de bahsettiğim gibi, kasıtlı olarak zor olanı seçtiğim için konu bağlamında şikayet etmeye hakkım olduğunu düşünmemekle birlikte metnin akademideki durumu, tarihsel önemi ve gerçekleştirdiğimiz çalışmanın manevi kıymeti sebebiyle epey keyif aldığım, yüklüce sorumluluk duyduğum bir çalışma oldu benim için Das Hildebrandslied. Dört ay boyunca, sırf bu çeviri için kimi fedakarlıklarda bulunmam gerekse de sonuca baktığımızda fazlaca telafi ettiğini söylemem gerekir.
Fakat özellikle olay örgüsü bakımından -bahsettiğim kopukluklar sebebiyle- metin beni çok kez zorlasa da gel gör ki kimi yerlerde de -bahsettiğim benzerlikler sebebiyle- dizeler adeta kendiliğinden Türkçeleşti diyebilirim.
9 – Kitabın yayımlanan versiyonunda sırasıyla tıpkı basım, Eski Yüksek Almanca (Althochdeutsch), çağdaş Almanca (Neuhochdeutsch) ve sizin çeviriniz mevcut. Peki Alman dilinin değişimini açıkça görebildiğimiz bu çalışmada özgün dilin eski ve yeni biçimlerinde, üzerine konuşmaya değer ne gibi kültürel aktarım örnekleri mevcut ve siz bunları Türkçeye nasıl yansıttınız?
Dilde hakimiyet sağlayabilmek için çeviri sürecinde güncel Almanca versiyonunu baz aldım ve bununla birlikte eserde kimi kelimelerin etimolojisini incelediğimde şunun farkına vardım ki; eski ve yeni Alman dilindeki dönüşüm, yalnızca gramerle değil, dünya görüşüyle de bağdaşık olarak gerçekleşmiş. Daha önce de bahsettiğim gibi, kavramları tanımlama meselesi işte bu yüzden bir can damarıdır. Bugünün savaşı ile geçmişin savaşı aynı şeyi ifade edemiyor örneğin, bu yüzden de yaşanan bu dönüşümü Türkçeye taşıyabilmek için özellikle işin “epik” boyutunda bir kültürlerarasılık yansıtmayı hedefledim. Bu bakımdan bahsettiğiniz yayım sırasının, karşılaştırmalı bir biçimde hem kültürlerarası diyalekti gözler önüne serdiği hem de başka ihtimallere ve çevirilere de kapı araladığı kanısındayım.
10 – Kimi usta çevirmenlerin dahi girişmek istemediği bir çalışma yaptınız, peki bu sebeple herhangi bir kaygı ya da beklenti yaşadınız mı? Öte yandan “Das Hildebrandslied” çevirisi size nasıl katkılar sağladı ve kariyerinizde bu çalışmayı nerede konumlandırırsınız?
Tabii ki eser boyutunda ilk çevirim olacak olması ve eserin zorluğunun gözümde büyümesi epey bir çekince yarattı önceleyin. Hatta çeviri sürecinde “yayımlanacak”, “Türkçeye kazandıracağım” ya da “acaba karşılaştırılabilir, tutarlı bir çeviri oluyor mu?” gibi soru ve sorumlulukların yarattığı bir ruh haline girdikçe daha fazla devam edip etmemem gerektiğini de düşündüm pek çok kez. Fakat bu kaygıları doğruca yaşamış olmak beni hem dil hem de düşünce düzeyinde öncesine nazaran epey yüksek bir farkla olumlu olarak dönüştürdü.
Buna bir ek olarak başımdan geçen bu olaydan bahsetmeden ve soruyu düzeltmeden geçemeyeceğim; Das Hildebrandslied’in yayımlanmasından birkaç ay sonra Kağan aracılığıyla bu epik şiirin benden önce 1970 yılında sayın Burhan Arpad tarafından Türkçeye çevirildiğini öğrendim ve o çeviriyi okuduğumda ise, hiç haberim olmaksızın, üslup farklarına rağmen bir çok anlamda kendi çevirimle örtüşüyor olmasından büyük kıvanç duydum.
Kariyerim açısından değerlendirdiğimizde ise şu anda icra etmekte olduğum Almanca eğitmenliği çerçevesinde, manevi olarak epey yüksek bir başlangıç noktası olduğunu varsayabilirim. Artıları ve eksileriyle onur duyduğum bir çalışma olarak hatırımda kalacak.
11 – Yine Arbede Kitap tarafından yayımlanan “Alman Tarihinde ve Toplumunda Demokrasi Kavramı” isimli akademik bir çalışmanızın da mevcut olduğunu görüyoruz. Gerek akademik olsun, gerek çeviri olsun üretmeye devam edecek misiniz? Yazınsal bir gelecek planınız var mı?
Das Hildebrandslied çalışmasından sonra üretmeye her zamankinden daha da çok ihtiyaç duyduğumu fark ettim ve bunun için ilk önce, aynı zamanda lisans tez çalışmam olan “Alman Tarihinde ve Toplumunda Demokrasi Kavramı” isimli dosyayı da kitaplaştırmak istedim. İleriki süreçte ise gerek Alman kültürü gerekse kültürlerarası düzlemde hem akademik hem edebi üretim arasında denge kurarak, durmadan ilerlemek istiyorum.
12 – Peki bu kitapla ilk kez karşılaşacak okurlara söylemek istedikleriniz var mı, onları nasıl bir çalışma bekliyor?
Edebiyatın, sanatın ve tarihin kesiştiği derin denizlerde azgın dalgalarla güreşmek istiyoruz. Kimi zaman boğarız, kimi zaman boğuluruz fakat hepsi bir ders yerinedir. Benzer arzulara sahip olan okurların bu çalışmaya bir şans vermesini öneririm. Öte yandan yaşadığımız çağın böylesine cafcaflı ve gerçekdışı, halisünatif görüntüsünden sıyrılabilmek için üreticileri de bu alana teşvik edebilmek isterim. Zorluklarla mücadele ettiğimiz takdirde, sabrın meyvesini gerçekten görebiliriz.
Bize ayırdığınız vakit ve hem yaptığınız bu çeviri hem de gösterdiğiniz ilgi ve alaka için çok teşekkür ederiz.
edebiyathaber.net (7 Temmuz 2025)

















