
Söyleşi: Aynur Kulak
Mustafa S. Kurt’un Kırmızı Kalem Edebiyat Yayınları tarafından yayımlanan ikinci romanı Moskova Fatihi Kedi ve Şeytan odağında yapmış olduğum söyleşi, “Rusya’nın soğuk atmosferinde yaşam ve ölüm aksında insanın kaderi nasıl yön değiştirir? Korkuya karşı insan ruhunun akıl almaz direnişi nelere sebebiyet verir?” soruları üzerine gerçekleşti. “Roman, Rus klasiklerini okurken aldığımız o kasvetli ve melankolik havayı hatırlatıyor değil mi? Evet, o lezzeti oluşturmak istedim biraz” diyor Mustafa S. Kurt, bir soruma verdiği cevapta. Mustafa S. Kurt ile Moskova Fatihi Kedi ve Şeytan odağında gerçekleştirdiğimiz söyleşi için buyurun lütfen.
Sohbetimize edebiyatla olan bağınızı konuşarak başlamak istiyorum. Sizin için biyografinizde yazılan “Edebiyat hiçbir zaman hayatında tam zamanlı olmadı, ama hep vardı” cümlesi bu bağın güçlü olduğunun göstergesi. Fakat on beş yılı aşkın süredir farklı ülkelerde yaşamanız ve hayatınıza Rusya’da devam ediyor olmanız, edebiyatla olan bağınıza dahil olduğu için tüm bunlar çerçevesinde konuşarak başlayabilir miyiz sohbetimize?
Dünyaya gözlerimizi açtığımız andan itibaren edebiyata dair hayatımızın her ânında bir ritim, bir ahenk vardır. Ham haldeki bu güzellikler gizlenmiş bir hazine değil, apaçık meydandadır. Sanat yapma gayesiyle anlam katıp, süslü anlatıyla ve keyifli bir dille bize sunulduğunda o zaman “edebiyat” oluyor. Her fırsat bulduğumda edebiyat sanatından beslendim. Bu süreçte dolaştığım farklı coğrafyalarda kültür, dil, iklim ve insan çeşitliliği beni zaman içinde şekillendirdi. Elimize bir ağaç dalı versinler onunla hemen toprağa desenler çizeriz, yazılar yazarız. Ben de bir gün kelimeleri yalnızca tüketen değil, onlara estetik katıp yeşerten de olmak istedim. Edebiyatın kalem oynatan yüzüne gönüllü mesai ayırdım. Böylece bir zamanlar dışarıdan hayranlıkla seyrettiğim dünyanın içinde kendi sesimle yer aldım.
Moskova Fatihi Kedi ve Şeytan, Mihail Bulgakov’un Usta ile Margarita’ya bir selam olarak yazılmış, sizin Rus edebiyatına olan sevginizin hissedildiği romanınız. Usta ile Margarita’yı seçmenizin nedenleri neydi? Elbette dünya edebiyatının en etkili ve en güzel yazılmış eserlerinden ve bu bile başlı başına bir sebep. Sizin için özel olarak veya özellikle seçmeniz adına sebep veya sebepleri var mı, bunu merak ettim.
Bulgakov’un başyapıtının fikrinin doğduğu, hatta hikâyenin geçtiği “Patriyarşi” göletinin bulunduğu parkta yürüyüş yapardım. Kuğuların dans ettiği, ıhlamur ağaçlarının yapraklarının hışırdadığı huzur verici bir yerdir gerçekten. İnsanların elinde hep aynı kitabın olduğu dikkatimi çekti. Hepsinin kapağında aynı şey yazıyordu: Usta ile Margarita. Özellikle Patriyarşi’ye gelip okurlardı o kitabı. O zaman ben de merak edip okumaya başladım. Bir bölüm ya da iki bölüm okuduktan sonra durdum, devam etmedim. “Bu nasıl bir anlatımdır?” diye düşündüm. Hayran kaldım. Nasıl bir ilim ve inceliktir öyle! Eşsiz bir mizahla, bayağılığı yerle bir eden bir şaheserdi bana göre.

Ne dediğimi izah edeyim, beni daha iyi anlayacaksınız. Bulgakov, arkadaşı Sergey’e bir gün şöyle söylemiş. “Düzyazıyı ortadan kaldırmak gerek. Bir kır görüntüsünü tarif eden bir şey okudum. Çayırların bal kokusu, Volga kıyısındaki uçsuz bucaksız topraklar, ağaçlarda patlayan tomurcuklar. Hepsinden gına geldi. Bütün bunlar uzun süredir edebiyat olmaktan çıktı, yapmacıklaştı.”
Ayrıca Usta ile Margarita Bulgakov’un son eseridir, son on iki yılını onu yazmaya ayırmış ve bir türlü kopamamıştır. Ölçüsüz ve cömert bir fantazi anlatım yeteneğini görürüz. Roman içinde roman barındırır. En göz alıcı sayfalarında ise Margarita’nın Usta’ya duyduğu yürekleri burkan o güçlü aşkın hikâyesi işlenir… Bilirsiniz işte, “Kitaplar kitapları doğurur” derler. Defalarca ele alınan Faust’tan Usta ve Margarita, ondan da Moskova Fatihi Kedi ve Şeytan doğdu.
Soğuk bir tren vagonunda başlayan, Kolima’nın buz kesmiş kamplarına ve topraklarına uzanan, vicdana ve umuda dair, iyiliğe ve kötülüğe dair bir hikâye okuyoruz. Bu romanı yazmak adına sizi masanızın başına oturtan temel motivasyonlarınız neler oldu?
Kolima, Yakutya, Magadan, buralar gerçekten ilginç yerlerdir. Pek çok eserde de ne kadar soğuk oldukları anlatılmıştır. Tam olarak oraya olmasa da yakınlarda bir yere seyahat etmiştim. Hatırladığımda hâlâ üşürüm. Ancak dondurucu havaya rağmen hayatın devam ettiğini gördüm. Oradaki insanların arasındaki samimiyet, iyilik, yardımlaşma ve uyum… Hatta mizah. Şakalar yaptıklarını, güldüklerini ve eğlendiklerini gözlemledim. Ve bunu o kadar sevdim ki. Oysa bundan daha normal ne olabilirdi, ne bekliyordum? O kadar mutlu oldum. “Burası çok soğuk, mümkün değil yaşanmaz” diye düşündüğüm yerde çocuklu aileler hayatını devam ettiriyorlardı. Orası onların dünyasıydı, bir yere kaçmak ya da göçmek gibi bir dertleri yoktu. Kendime kızdım. Yeterince erdem sahibi olmadığımı düşündüm. Hayal dünyama kattım çünkü orayı biliyordum. Uzay hakkında da yazabilirdim ya da hiç gitmediğim bir ülke hakkında da. Ama o zaman hissederek okuduğumuz sevimli karakterlerle dolu tatlı tontiş bir hikâye olur muydu bilmem?
Roman boyunca Sovyet Rusya dönemine ait bir hikâye okuyoruz hissine kapıldım, yani bir dönem hikâyesi… Çünkü Kolima Kampı tarihte, Stalin ve Lenin döneminin acımasız politikalarının bir gerçeği olarak yer alıyor. Ölüm listesi de söz konusu olunca bir dönem romanı hissiyatı daha da kuvvetleniyor fakat Moskova Fatihi Kedi ve Şeytan bir dönem romanı da değil gibi aslında. Pek çok şey değişmiş, devrimler yapılmış gibi gözükse de…
Kedi ve Şeytan’ı gerçek bir olaya ya da zamana dayandırmamalıyız diye düşünüyorum. Bu yanlış olur. Bir görüntü ya da his beni cezbeden şeylerdi… İnsanın yüzünü yakan ayazda gülümsemesindeki sıcaklığı, semaverdeki son bardak çayı paylaşabilmesini, vahşi kışın sessizliğinin bile daha yüksek sesli çıkmasını, buzun çıtırdamasını hatırlayın. Karanlık ve aydınlık gibi zıtlıklar bir yazar için çok güçlü malzemelerdir… Çok da farklı bir şey yapmadım aslında. İlgimi ve dikkatimi çeken ilginçlikleri sıcak bir hikâyeyle paylaşmak istedim. İlginçlik. Evet. Aslında bir süredir yakamı absürtlükler bırakmıyordu. Belki zaman zaman sizin de “Öyle şey mi olur?” diye kendinize sorduğunuz anlar vardır. Hatta “O ne ki, başımdan aşağı absürtlük akar. Daha dün şöyle oldu,” diye konuşmaya başlayacak okurlar bile vardır aramızda.
Bir dönem romanı fakat değil de hissiyatı hikâyenin başkarakteri Kaya’nın profilinden dolayı eşikte gezindiriyor bizleri. Kaya’nın iç cehennemi ve cennetine kapılar aralanırken, karakterin size ilk olarak nasıl geldiğini, tam olarak nasıl yazıldığını yani Kaya’yı yazmaya başladığınız ve bitirdiğiniz noktada neler olduğunu merak ettim. Nasıl bir karakter Kaya, neden Kaya gibi bir karakter yazmak istediniz?
Roman, Rus klasiklerini okurken aldığımız o kasvetli ve melankolik havayı hatırlatıyor değil mi? Evet, o lezzeti oluşturmak istedim biraz. O tarz kalemler vardı ve sevenler zaten ulaşıp okuyabilirdi. Buhranı biraz dağıtmak istedim Aynur Hanım. “Mutlu olmayı ve mutlu etmeyi yaşam tarzı edindim” gibi iddaalı söz edemem, bana göre de değil zaten. Ben yazmam öylesini, yazamam, sıkılırım. Rusların klasik eserlerinde yer almayan ama hayatlarındaki başka gerçeklikleri var, hatta gerçeğin üstü ve yazılmayan. Ormanda mantar toplarken karşılaştıkları ayıyla sohbet edip kaynaşabilmeleri, buzdan bir dünyada çırılçıplak suya atlayıp bundan keyif almaları ve önce teşekkür sonra küfür etmeleri, geleneksel dayanıklıklarıyla gurur duymaları, kışın üç ay güneş görmeyip onunla ilgili şiir yazmaları lakin sonra da güneş çıkınca naz yapıp yüzünü çevirmeleri, balık tutmaya gittiklerinde balığı kimin tuttuğuyla ilgili felsefi sohbetleri… İşte tüm bunlarla, hem bana hem de o dünyayı bilmeyenlere daha iyi hissettirecek özgün ve bambaşka bir hikâye kaleme aldım. Ama yetmezdi. İşte o anda aslında her yazarın içinde sessiz ama muzip bir karakter olan Kaya’yı çağırdım. Karizma akıyordu. “Abartma istersen. Bu kadar havalı olmak da neyin nesi?” dedim. Kasıntıydı, rahat olmasını söyledim. Diksiyonu pürüzsüzdü. Manalı laf etmeye çalışıp germe ortamı. Yürü bakalım. Yürüdü. Olmaz. Ayağın tökezlesin. Gül şimdi, güldü. Beyefendiliğini yine bozmadı. Sırıt bakalım, hah, biraz daha yılış. Pırıl pırıl bir karakteri vardı. Birazkinci ol, ileri geri konuş, melek değilsin ya. Kusurlarımı da gizlemeyeyim o halde? Elbette, biz seni öyle seviyoruz. “Yalan da mı söyleyeyim?” diye sormaz mı birden? Beklemediğim bir teklifti. “E iyi madem,” dedim. Son olarak da kovboy şapkası tak. Kalpak diyecektin herhalde, ancak o sıcak tutar. Hayır, sen dediğimi yap. Şimdi doğalken daha sıradışı olacaktı. İşte ilginçlik demiştim ya az önce, bunu o yapabilirdi. İlk çağırdığım Kaya’dan olmazdı. Romantik ve parfüm kokan bir akşam yemeği yazmıyordum nihayetinde. Sıradışı ve aykırı bir hikâye yazacaktım. Hem de Tolstoy’ların, Dostoyevski’lerin memleketinde. Ama Puşkin gibi Erzurum yolları yazıp taşlamak için değil, edebiyata yeni bir tat verip çeşitlendirmek için.
Kaya harici romanı önemli ölçüde hareketlendiren Vadim var. Kolima’da Kaya’nın tanıştığı karakterler ve Kara Kedi Oskar var. Sizinle yan karakterlerin de katkılarını konuşmak fakat daha çok hikâyenin tamamını boylu boyunca kateden Kedi Oskar’dan bahsetmek istiyorum. Şeytan’ın simgesi olarak hikâyenin içinde ama melek tarafı da yok değil gibi, çok keskin bir tespitte bulunmak zor Oskar’la ilgili ya da ben bulunmak istemiyorum. Ne dersiniz? Oskar’ın esere katkısı tam olarak nerelerde devreye giriyor?
“Heh genç adaaam!” diye nara atan çavuş Vadim, ajan işlerini bırakıp mantı açan Valentine, eski kocası Aleksandr, Patatoski, Cipsi, Hain Kel ve daha niceleri… Okurların, her birinden bir parça anımsayıp, yüzlerinde tatlı bir tebessüm parlayacağına emin olarak kaleme aldım her birini. Vadim, Kaya’nın dış dünyayla bağlantısıydı; bir yoldaş oldu. O bile tuhaftı. Henüz okumayanlara spoiler vermeyelim ama, önünde çıkan garip bir hadiseye dikkat vermektense uyduruk masası kırıldı diye mesele eden bir adam. Aslında tuhaf değil. İnsan ruhunun neler yapabileceğinin yansıması sadece. Hak verirsiniz ki masası çatlayınca içi de çatlıyor. Garipsiyor muyuz, evet. Oysa bu hayatımızda da böyledir. Belki de fark etmiyoruz. Tıpkı Vadim gibi. Kitabın kapağında da yer alan Kara Kedi Oskar. O farklı bir yerde duruyor. Sağda, solda, yerde, hatta tavanda. Onu istediğimiz gibi konumlandırabiliriz. Bazen gözlerinden bilgelik akıyor, bazen de şeytani bir simge gibi gözleri alev alev yanıyor. Nihayetinde tamamen iyi değil, tamamen kötü de değil. O romanın gri gölgesi. Aynı zamanda hikâyenin omurgası. Hem cezalandırıyor hem koruyor hem gerçek hem metafor. Onu öyle bir yazmayı özellikle istedim ki hep beraber çözmeye çalışalım.
Yazarın okurla direkt ilişkiye geçmesi anlatımınızın en önemli parçası olmuş. Bu anlarda hikâyenin içine daha iyi girebiliyor, tüm motivasyonların neden kaynaklandığını anlıyoruz. Yazıda böyle atraksiyonlar yapmak zordur gerçekten. Ve sizin de kurguda böyle bir şeyi yapmaya nasıl karar verdiğinizi merak ediyorum? Yazma sürecinde bir anda mı ortaya çıktı, yoksa en başından itibaren planlanmış mıydı?
Planlamıştım. Otomatik Portakal’ı okumuş muydunuz? Hatırladınız değil mi? Bunu ben de ilk kez o kitapta okumuş ve çok etkilenmiştim. Öğrenmeye ve yeniliğe açık biriyim. Mistik bazı kısımlarda birden hortlayıp okurun yanında olmak ve okurla göz göze gelmek istedim. Şu anda bile bunu düşünmek tüylerimi diken diken ediyor. Tabii anlatıcı sesin değişmesiyle metnin ritmik dengesini bozma riskimin olduğunu bilmeden bunu yaptım. Bir bilene danışmalıydım, elbette Sayın Fatma Aktaş’tan başkası olamazdı. Bu soruyu sormanızdan dolayı yanılmadığıma bir kez daha ikna oldum. Fatma Hanım’ın sayesinde anlatıcı ses kimliğini didaktikleştirmeden ve kurmaca büyüsünü bozmadan bir üst seviyeye taşıyabilmem mümkün oldu. Yetenek değil yani, hem çalışmayla hem de sorarak…
İlk kitabınız Moskova Fatihi romanınızın hikâyesini anlatır mısınız? Bir de şunu merak ediyorum; Moskova Fatihi Kedi ve Şeytan bir devam kitabı mı, yoksa farklı bir dünyayla mı karşı karşıyayız ikinci romanınızda?
İlk kitap Moskova Fatihi, doğum gününde Moskova’ya gelen genç bir adam olan Kaya’nın, şehirle ve insanlarla yaşadığı garip karşılaşmalarının olduğu, kitabın adından da anlaşılacağı üzere yer yer milli duyguları da kabartan ritmi hep yüksek bir hikâye. Kaya’nın saf iyiliği, merakı ve hayata duyduğu hevesi öne çıkan ilk romanımla ilgili okurlardan genelde, “hem komik hem dokunaklı” olduğuna dair geribildirimler almıştım.
Doğrusu ilk romanım daha çok dış dünyanın kapılarını aralayan bir keşifti. Kaya’nın Moskova’ya adım attığı o ilk sahnede, aslında onunla birlikte ben de yazın dünyasına ilk adımımı atıyordum, ben de keşfediyordum. İkinci kitap ise bambaşka bir yerden doğdu. Moskova Fatihi Kedi ve Şeytan, devam romanı gibi görünse de aslında onun gölgesinden çıkıp kendi kimliğini bulan bağımsız bir kurgu. İlkine bağımlı kalmadan okunur kılmak istedim. Burada artık dış dünya değil, iç dünya ağır basıyor. Kahramanımız Moskova’nın renkli sokaklarının binlerce kilometre uzağında bambaşka bir coğrafyaya savruluyor, Kolima’ya. Burada artık romantik şaşkınlık yok, hayatta kalma ve anlam arayışı var.
İlk kitapta macera gerçekçi bir dille ilerlerken, ikinci kitapta edebi bir dille daha dramatik bir yapı kurdum. Moskova Fatihi’nin fersah fersah dışında bir atmosfer yaratırken, yine de onda mevcut olan mizahın tomurcuklarını korumaya çalıştım. Okurlar bu yüzden iki kitap arasındaki farkı hissedecektir ama kopukluk yaşamayacaktır. Çünkü Kaya değişiyor, ama o aynı Kaya. Dünya değişiyor, ama insan aynı insan. Sonuç olarak aynı evin iki farklı odası, ama ruhları bambaşka.
Hikâyede dram unsurları ön planda fakat aynı zamanda ironilerin, hatta yer yer mizahi unsurların söz konusu olduğunu görüyoruz. Yine klasik olarak kendiliğinden mi oluştu diyeceğim, ama bir yandan da sizin için önemli bir unsur olabilir böylesine dram içerikli bir hikâyenin içinde ironik mizahın tam yerinde ve zamanında kullanılması, ne dersiniz?
Hayat hiçbir zaman tek tonlu değil. En karanlık anlarımızda bile insanın içinde bir ironi, bir absürtlük, bazen de bir kahkaha doğar. Sanırım bu konuda Don Kişot örneğini vereceğim. Onun trajikliği ile komikliği birbirinden ayrılamaz. Bir yandan dünyasıyla çarpışırken, bir yandan da yaptığı şeyin absürtlüğü bizleri tebessüm ettirir. Ama o tebessüm hikâyenin ağırlığını azaltmaz, tam tersine daha derine nüfuz etmesini sağlar. Benim de romanımda hatta romanlarımda mizahı kullanma nedenim buydu. Kafayı yemiş gibi durmadan gülemezdik. Biraz ağlayacağız, biraz güleceğiz. Ama tam kararında, yoksa edebiyat olmazdı…
Roman yazmaya devam edecek misiniz?
İlham bekliyorum… Gibi bir cevap vermeyeceğim bu sorunuza. Biri şöyle söylemişti: “İlham gelmez. Sen ilhama gidersin.” Öyle ihtişamlı bir söz de etmeyeceğim. Ama yazmak bence yetenek ya da ilham değil, biraz cesaret ve biraz da disiplin işidir. Olgunlaşmamış bir hikâye daha var içimde. Ama yazar mıyım? Bunu bilmiyorum şu anda.
Teşekkür ederim.
Ben de sizlere teşekkür ederim. Ayrıca bu kitabın ortaya çıkmasında katkı sağlayan yayınevim Kırmızı Kalem Edebiyat’a, editörüm Deniz Hanım’a ve desteğini esirgemeyen tüm kıymetli dostlarıma sizlerin vesilesiyle bir kez daha gönülden teşekkür ederim.
Edebiyat dolu günler dilerim.


















