Metin Celâl Bu Son (Mu?) Olsun | Bâki Ayhan Asiltürk

Ağustos 25, 2025

Metin Celâl Bu Son (Mu?) Olsun | Bâki Ayhan Asiltürk

Bir şiir kitabını okumaya neresinden başlarsınız? İlk şiirden başlayıp son şiire kadar tek tek okuyarak mı, aradan rastgele şiirler seçip öyle okuyarak mı yoksa adeta roman okur gibi tek tek metinlere değil akışkan şekilde eserin tamamına bakarak mı ilerlersiniz?

Bu okuma teknikleri şüphesiz hem artıları hem de eksileri olan yaklaşımlar ve her kitaba da uygulanamaz. Sözgelimi Puşkin’in Yevgeni Onegin’ini yahut Coleridge’in Yaşlı Gemici’sini roman okur gibi okumanız gerekir. Attilâ İlhan’ın Sisler Bulvarı veya Cemal Süreya’nın Üvercinka’sını tek tek metinlere odaklanarak okumalısınız. Nâzım Hikmet’in Memleketimden İnsan Manzaraları ve Edip Cansever’in Ben Ruhi Bey Nasılım’ı ise iki şekilde de okunabilir. Sonuçta önemli olan, şairin o kitapla o yıllarda neyi nasıl yapmayı arzuladığının ipuçlarını yakalamak, eskilerin deyişiyle eserin künhüne vâkıf olmaktır.

Son zamanlarda şiir okuma teknikleri üzerine ciddi anlamda düşündüğüm, yazılar yazdığım hatta fakültede böyle bir ders açma hazırlıkları yaptığım günlerde çıktı Metin Celâl’in Bu Son Olsun’u (Everest Yay., 2025) Dergilerde son zamanlarda az şiir yayımladığından (bundan, şair dergilerde sık sık şiir yayımlamalı diye düşündüğüm anlaşılmasın) Metin Celâl’in bu kitabı benim için bir sürpriz oldu. Adı da merak uyandırıyor: Şairin son kitabı mı bu gerçekten? Zaman gösterecek…

Bu Son Olsun’u, az önce değindiğim tekniklerin hangisine göre okuyayım diye düşünürken kendimi “İçindekiler” listesinden bazı şiirlere göz işareti koyarken yakaladım! Belli olmuştu; değindiğim üç yöntem de beni bağlamayacak, başlıkları hemen ilgi çeken şiirleri öne alacaktım: “Şaka Gibisin, Bu Neyin Kafası, Hanene Ay Doğmuş, Dünyadan Sessizce Çekilmek İstiyorum, Düş Kapanı, Sakin Bir Sabaha Uyanmak, Günde Dün Vardı, Hasar Kaydı Tutanağı, Atlas ve Coğrafya, Taciz Atışı, Faydalı Bilgiler, Küçük Şeylerin Tedirginliği, Beden Dili”…

Toplam kırk beş şiirin yer aldığı kitapta başlıklarını andığım şiirleri öne alarak, sonra da kitabın tamamına yayarak yaptığım okumada sadece bu on üç şiirde değil kitabın tamamında bir ruh ortaklığı olduğu izlenimi edindim. Temaları hatta bazen biçemleri farklı da olsa, bir kısmı lirik bir kısmı sarkastik dille yazılmış da bulunsa usul usul söylenmiş bu şiirlerde, kitaptaki bir şiirin başlığından kinaye, sakin bir sabaha uyanma hissi ağır basıyor. Bu hissi yaratansa şairin konuşma tarzı. Tedirginlikten, çekişmelerden, anlaşmazlıklardan hatta ölümden bahsettiği yerlerde bile gerilimden uzak duruyor Metin Celâl, usul usul ilerliyor şiirler ve sayfalar. Kitabın ilk şiirlerinden biri olan “Bu Neyin Kafası”nda ilk kısımlarda okuduğumuz “bıçak yeni bilendi, şefkatim kuşkuyla karşılanıyor, kirşen dağılmış” gibi ifadeler gelip “aşırılıkla tutarlılık birbirine karışıyor, bu sözler hayra alamet” noktasında düğümleniyor. Son şiirlerden biri olan “Taciz Atışı”nda şair “kendini bilmenin yakıcı sızısı”ndan söz edip “varlığın ezip geçer” derken nihayet “duruşundaki sükûn”a ulaşıyor. Yaşanan veya imgelemde yaratılan, yaşananın imgelemdeki yansımasına tutulan ayna, adeta iki taraflı ama sözü daima dinginliğe ulaştıran bir ayna bu. Bunun asal nedeni, bizzat şairin içinde bulunduğu yaş itibariyle ve elbette yaşam deneyimleri sonucu ulaştığı dinginlik noktası olabilir. Şiirlerin hemen tamamında şair-öznenin konuştuğu varsayılırsa, belki bir iki parça istisna, gerçek yaşam deneyimlerinin şairde yarattığı, şaire kazandırdığı olgunluk, şiirlere de söyleyiş olarak yansıyor. Bu, Buffon’un yaklaşık iki yüz elli yıl önce söylediği “Le style est l’homme même / Üslup insanın ta kendisidir.” sözünün şiirdeki ölümsüz geçerliliğinin son örneklerinden biri olmak gerekir.

Şiirlere konu, tema, hayata dair yansı(t)malar açısından bakıldığında temel izlekler arasında “aşk”, “iletişimsizlik”, “yalnızlık”, “unutulmak” ve “ölüm”ün diğerlerine göre daha bir kabardığı görülüyor. Bu dördü esasında adeta birer lehim gibi şiirleri semantik açıdan birbirine bağlıyor; bazen bunlar başka izleklerden yardım alarak öne çıkıyor bazen de bağlam gereği farklı izleklerin ortaya çıkmasını sağlıyor. “Aşk” genellikle tek başına bir tema olarak değil yaşam deneyimine ve hayattan beklentilere dayalı başka izlek veya göndermelerle birlikte işleniyor şiirlerde. Buna “saf” aşka değil hayatın binbir gürültüsü içinde aşka bakmayı yeğlemek denebilir mi? Denebilir çünkü Metin Celâl daha önceki kitaplarında da hemen daima tek bir durum veya duygudan değil o durum veya duygunun gündelik yaşam içinde eylenen, karşılaşılan başka şeylerle temasından, ilişkisinden ilham alan bir şair görüntüsü veriyordu. Bu kitapta da seven kişinin yakınmaları, iletişimsizlik, kırgınlık, çocukluk yıllarından kalan “bir tesadüf istiyorum gülüşüne rastlamak için” yoksunluğu vd. hep başka şeylerle birlikte işleniyor. Hayatın da duyguların da tekli, soyut birer gerçeklik olmadığını, havada hareket hâlinde varlığını sürdüren atomlar gibi sürekli temas halinde olduğunu görüyorsunuz şiirleri okurken. Aynı şiirin içinde karların altına saklanmış beden, eski fotoğraflardan kalma amcalar, kalkmaya hazır halk otobüsü ve yitirilenin yerini dolduramayan düşler bir araya geliyorsa bundandır. Şairin imgelemi böyle çalışır. 

Hayata ve şiire ilişkin deneyimlerin gelip dayandığı noktada “ustalaştım yalnızlığımda” veya “bırakıldım yoksul ve metruk” yahut “silin beni hafızanızdan / unutuluşa terk edin” diyen şair, bir başka yerde “yalnız bir odaydım hayatın ortasında” diyerek adeta hayatı, dünyayı insanların buluştuğu bir ev, kendisini de bu evin yalnızlık odasında soluklanan biri gibi duyumsadığının ipuçlarını veriyor. Ev ve yalnızlık üzerinde belki biraz daha düşünmek gerekir… Tek başına olan insanın yalnızlığından çok, kalabalıklar içindeki yalnızlık vurgulanıyor sanki. “Ben” ve “başkaları” var ama “benle başkaları” yok; şiirde ve yalnızlıkta bir bağlaç bazen dizeyi hatta şiirin bütününü daha derin anlamlara götürebiliyor.

Yalnızlığın, temassızlığın, sadece bireyselde kalmadığını, toplumsala evrilip ulaştığını düşündüren dizeler de göze çarpıyor arada. Bir yerde “burası yüksekten düşüp ölmeyenler ülkesi” diyor mesela. İnsanımızın zorluklara karşı direnci bundan daha iyi nasıl anlatılabilir? Bir başka yerde “çok şey bilmenin hoş karşılanmadığı zamanlardayız” diyerek ve “ciddiye alınmıyor sorularımız” diye ekleyerek toplumda son çeyrek yüzyılda cehalet trendinin yükselişini vurguluyor. Yine de Bu Son Olsun’un tamamında bireysel dünyanın ağır bastığını söylemek gerekiyor. Birey, ben bu dünyadan değilim diyerek geri çekiliyor, soru sormaktan da vazgeçip çok yakın çevreyle ver kendisiyle söyleşiyor günün sonunda.

Metin Celâl, genellikle şair-ben diliyle konuşuyor ama bazı şiirlerde farklı bir tekniğe yönelerek kişileri tek vücut haline getiriyor, başkasıyla beraber kendine de sesleniş öne çıkıyor. Bunlar arasında “Gittin, Ardında Mavi Bir Boşluk Kaldı” en ilginç şiirlerden biri olarak okunabilir. Hayatı ödünç almış da kullanmaya kıyamayan, ıssızlıklar içinde fark edilmeden yaşayan, ancak ölümlü olduğunu anladığında hayatın ne olduğunu da kavrayan ve bunu kendisine itiraf eden şair-özne sanki başka bir muhataba seslenir gibi kuruyor şiiri. Aradaki ipuçlarından, kişinin hem “ben” hem “başkası” olduğunu yakalıyor okur. Hayat başkalarının öğüt ve yönlendirmeleriyle değil ancak yaşanarak, deneyimlenerek öğrenilebilirse de başkalarının deneyimlerini de gözlemlemek, zaman zaman özdeşleyim yapmak kaçınılmazdır. Bu noktada; Konuşan, anlatan, söyleyen bağlamından baktığımda kitapta bana en tanıdık gelen şiir “Atlas ve Coğrafya” oldu. Bu şiiri, ilk kez 2005 yılının mayıs ayında Varlık dergisinde okumuştum. 2009’da da Metin Celâl ile karşılıklı “niyet okuması” yapıp anlam çözümlemelerimizi Gösteri’de yayımlamıştık. Orada ilk değerlendirmeleri şiirin başlığından yola çıkarak yapmış, şairin “Atlas”la insanın ezeli yalnızlığını, “Coğrafya” ile de şiir-öznesinin bireysel yalnızlığını kastettiğini ileri sürmüştüm. Metin Celâl’in şiirde insanın aşk-yalnızlık ikilemini derinden duyurduğunu söylemiş, aşkın insanda yarattığı sırlar dünyasına vurgu yapmıştım. Şiiri yeni bir gözle okuduğumda bugün de öyle düşünüyor, şiirde bir ölünün, “ölü bir âşık”ın konuştuğunu duyumsuyorum. Ben ve başkası burada ödeşleyim içinde şiirin dilini belirliyor.

Bu Son Olsun’da hangi şiire bakarsam bakayım içerik, biçim ve konuşan üçlüsünün birbiriyle uyum içinde olduğunu görüyorum. İçinde binbir duygunun, gündelik hayatın hayhuyu içinde gözden ve kalpten kaçırdığımız ayrıntının soluk alıp verdiği Bu Son Olsun’un temelinde “şair-ben”in hayat deneyimlerinden kaynaklanan yorumlar var. Büyük serüvenleri, olağanüstü rastlantıları, düşsel yaşantıları, şok edici sürprizleri çerçevenin dışında bırakan bir kitap bu. Gündelik hayatın, küçük ama derin ilişkilerin, küçük yaşantıların izini süren, kaydını tutan bir yapıt. Bu yönüyle şairin 1999’da yayımladığı Küçük Hayat Bağları’na yakın bir duruşu var. Zaten demiyor mu “Unutulma Hakkı” şiirinde, “ben küçük hayatları biliyorum” diye.

Elbette her okur kendi bakış açısına, donanımına, hayat bilgisine, yaşam deneyimine göre okuyacak bu şiirleri. Ben yine de “Bir Fikir Olarak İntihar” şiirinin yakın dönem ayrıntılı edebiyat bilgisi eşliğinde okunmasının zorunlu olduğu ve “Hanene Ay Doğmuş” şiirindeki gizli gerçeğin ele geçirilebilmesi için metnin “matris” eksenli okunup çözümlenmesi gerektiği notuyla bitireyim bu yazıyı!

Yorum yapın