Kızlar manifestosu | Hüseyin Bul

Ocak 4, 2014

Kızlar manifestosu | Hüseyin Bul

Venus_169022_1“Ağlamak, kimsenin görmediği içimizdeki dünyayı taşıyan geminin çevresinde bir deniz yaratır. Gözyaşları gemimizi oturduğu kayalıklardan çıkararak yeni bir yere, daha iyi bir yere götürür.”

Şebnem İşigüzel’in Venüs romanının 120. Sayfasında böyle diyor. Gerçekten de romandaki anlatıcının ailesinin ağlanacak, ağlamaklı ve yer yer esprili, eğlenceli gizli tarihinde bizi taşıyan o görünmeyen gemi birkaç limana uğruyor. İstanbul ve Londra gibi. Daha iyi bir yere taşıyor mu o biraz muamma. İyi bir yere taşımak için epeyce bir uğraşıp çabaladığını söyleyebiliriz.

Roman birinci tekilden anlatılıyor ve her zaman söylediğim gibi inandırıcı olmanın ilk kuralını yerine getiriyor. Farklı kişilerin öyküleri aynı ailenin (anlatıcının) öyküsüyle ustalıkla birleşiyor. Birleştiği yerden devam ederken hiç sekteye uğramadan sular seller gibi akıp gidiyor. Kimi kendi hazin ve çarpıcı hikâyesini bizzat anlatırken kimi de bir deftere yazmayı denemiş. Kimsenin yaşantısı (öyküsü) diğerinden daha az dokunaklı değil. Ama en dayanılmaz olanı, yüreğimizi dağlayanı anlatıcının çocuklarına uyguladığı şiddetti ( cinnet anı ) desek kimsenin hakkını yememiş oluruz. Faşist bir baba, babanın şehvetli ve erkek düşkünü kız kardeşi Şakina, Kadı’nın bundan dolayı hakkında ölüm fetvası çıkardığı için erkek kılığına girerek ortalıkta dolaşan, halayla sık sık atışan hadım edilen evin uzun ömürlü hizmetçisi Nergiz, bunların arasında kalan bunlarla büyüyen, dedikodu yapar gibi ailenin sırlarını bir bir anlatan anlatıcı kadın. Kocasından gördüğü şiddet ve yok sayılmadan dolayı cinnet geçirip çocuklarını öldürmesi yüreğimizi dağlasa da romanın sonuna doğru balıkçı Hasan’la gönlümüzü almayı biliyor. Tabi bir de cinnet sonucu çocuklarını öldürdüğü için akıl hastanesine kapatıldığından burada bunu dinleyen, anlayan ve belki de âşık olan -ki bu pek açık değil- Doktor Turan var.

Roman boğazın tam ortasında suyun üstünde, aslında altında ve ne doğuda ne de batıda diyebileceğimiz bir noktada başlıyor. Osmanlı döneminin istibdat dönemini arka fonuna koyan yazar anlatıcının doğumuyla başlıyor. Ağırlıklı olarak kadınları, iç dünyalarını, tatlı dillerini, dedikodu tadındaki sohbetlerine odaklansa da aslında Şekina ve anlatıcı üzerinden kadının toplumdaki yerini sorguluyor. Osmanlıdan bu yana değişmeyen cefakâr oldukları kadar görünmeyen, hiçe sayılan, itilen, söz verilmeyen kadını farklı öyküleri birleştirerek anlatıyor. Şekina bir anlamda batıyı temsil ediyorsa da anlatıcı daha çok doğunun kalın, kırılmayan kalın kabuğunu simgeliyor; içine kapanık ve kapalı.

Kocasının kardeşinin ve kocasının sayesinde ve yardımıyla cinnet geçirerek akıl hastanesinde Doktor Turan’a anlatırken öldürdüğü çocuklarını görmeye gitmek istediğini -kaçmak istediğini- “sizi bir yere götüren ayaklarınız değil kalbinizdir.” sözleriyle anlatıyor. Başka bir yerde, “yazmak, ruhunuza çakılmış ve pas tutmuş çivileri tek tek sökmek gibidir.”, “Allah, sevdiğimiz ve korktuğumuz her şeydir.” derken de bu sözlerinin altını çizdiğimi fark ettim. Kitapta gözyaşlarını da ayırmış ve isimlendirmiş yazar.

Yakut: Ömrü boyunca çile çekip ağlamayanın gözünden düşen ilk damla, şayet bu yeryüzünde çok çile çektiyse ve buna rağmen susup şimdi Allahın hikmetiyle ağlıyorsa,

Yeşim: Güzel günler görmüş de şimdi ağlayacağı tuttuysa,

Elmas: Sudan bir sebeple sırf ağlamak nasıl bir şeymiş diye merak edip ölmeden önce gözyaşı dökmeye meyletmişse.

Romanda en çok hangi renk gözyaşı dökülüyor derseniz artık onu da siz bulun derim. Kitapta bir de kızlar manifestosu var ki dillere destan. Hem eğlenceli hem de tam bir feminist deklarasyonu niteliğinde. Venüs birçok açıdan ve dikkatlice okunması gereken bir roman.

 Hüseyin Bul – edebiyathaber.net (4 Ocak 2014)

Yorum yapın