Kısa 20. yüzyılın uzayıp giden acıları | Hatice Balcı

Kasım 2, 2022

Kısa 20. yüzyılın uzayıp giden acıları | Hatice Balcı

Ülker Banguoğlu Bilgin’in, geçtiğimiz Ağustos’ta Bir Göç Hikâyesi alt başlığı ile yayımlanan romanı Emine’de sahne 1987’de Erenköy’deki bir hastane odasında açılır. Anlatı boyunca Rodos’a, İstanbul’a ve arada bir de -girişte karşılaştığımız- hastane odasına gider geliriz. Olaylar 1939’da başlar, bir iki defa Balkan Harbi’ne kadar uzanan arka plan görüşümüze eşlik eder, 1989’da sonlanır. Ne tesadüftür ki ünlü tarihçi Eric Hobsbawm’ın XX. Yüzyıl tasniflemesi de bu zaman aralığına denk gelir. Zira Hobsbawm geçtiğimiz yüzyılı “kısa” addederek I. Dünya Savaşı’yla başlatıp 1989 Berlin Duvarı’nın yıkılışıyla bitirmişti. Banguoğlu ise hikayesinde coğrafyamızın aynı tarihlerdeki panoramasını önemli göç hareketlerini öne çıkararak sunuyor. Balkan Harbi’yle yaşanan göç dalgalarının hangi zamanlara dek uzandığını anlatırken dünyanın şiddet sarmalıyla örselenen hal ve gidişatına, oradan oraya yer değiştirmek zorunda kalan insanların trajedilerine odaklanıyor.  

Rahat nefes alamamak

Hali vakti yerinde üç çocuklu, Rodoslu bir ailenin kızıdır Emine. Babası adanın önde gelen şahsiyetlerinden. O günlerde Rumlar, Türkler, Ermeniler, İtalyanlar adada bir arada yaşarlar. Emine Rodos’taki İtalyan Lisesi’nden çok iyi derecede İtalyanca öğrenerek mezun olur. Lisede tanıştığı Roberto’ya âşıktır fakat ailesi bu ilişkiyi onaylamaz. Arada Büyük Savaş patlak verecek, adadaki huzursuzluklar ayyuka çıkacak, Emine ebeveynleriyle birlikte İstanbul’a göç edecektir. 

Hikâye ilerledikçe kahramanımızın herhangi bir insanın hayal edebileceği pek çok şeye sahip olduğunu görürüz: Mükemmel eş, gururla büyümelerini izlediği evlatları, mesleki başarılar, İstanbul’un nezih semtlerinde refah içinde süregitmiş bir yaşam. Gelgelelim görünenin ardındakiler yani Emine’nin derinlere işlemiş travmaları altmışlı yaşlarını sürerken yakalandığı alzheimarla su yüzüne çıkar.  “Ân”ın gerçekliğinden iyice kopan kahramanımızın geçmişten getirdiği isimler, semboller, Rodos … oğlu Sabri ve kızı Sedef’e sarsıcı gelecektir. Ne var ki annelerinin tekrarlayıp duran kâbusları sırlarla çevrelendiğinden sözlerine pek de anlam veremezler. Araştırdıkça genç Emine’nin başına neler geldiğini öğrenecekler, onu anlayacaklar, acılarına ortak olacaklardır.  

Emine çok sevdiği Rodos’ta* büyürken ebeveynlerinin koşulsuz sevgisinin tadına varamaz. Birbirleriyle ilişkilerinde yerine getirilmesi beklenen görevler, kurallara bağlanmış edimler, soğuk nezaket ve ölçülülük; samimiyet, açıklık, şefkat, merhamet gibi niteliklere göre çok daha ön plandadır. Emine bu ortamda duygularını gönlünce ifade etmeyi öğrenemez. Büyüdükçe de bu durumu sorgular. Bir ara kendi ailesini Roberto’nunkiyle karşılaştırır ve şöyle der: “Anne babası hem onunla hem de birbirleriyle şakalaşıyorlar, birbirlerine sarılıyor, dokunuyorlardı. Çok daha hafif, rahat nefes alınan bir hava vardı onların evinde. Bizim ailenin fertlerini ise gözle görünmeyen incecik zardan birer zırh örtüyordu sanki.” Yirmili yaşlarına adım attığı sıralarda bahsettiği bu zırh kahramanımıza hepten dar gelse de, ailesinin kendi geleceği hakkında aldığı önemli bir karara istemeye istemeye boyun eğer. Ancak bu onur kırıcı kabullenişle ruhu sonsuza kadar zedelenir. 

İnsanların arasında

Hemen hepimiz hayatımızın kimi dönemlerinde travmalara maruz kalmışızdır. Bunları büyük ölçüde aşarız da; aksi halde yaşamaya devam edemezdik. Ne var ki    iyileşme evresinde duyguların paylaşımı, yas tutmak gibi adımlar tamamlanamamışsa acılar derinlere çöreklenebilir ve beklenmedik bir anda yüzeye çıkarak ızdırabı katlayabilir. Romanda da Emine’nin geçmişini okurken, izlerken bizi düşündüren şey travmaları değil; onların nedenlerini zaten biliriz. Okuru asıl düşündüren ve etkileyen şey, kahramanımızın duygusal şoklarla baş edebilme kabiliyetinin çocukluğunda hasar görmüş olması.

Eserin, Büyük Savaş sonrası gelişmeleri okuduğumuz ikinci yarısında, karakterlerin, -dağıldıkları coğrafyalarda, birinci yarıdaki hayatta kalma çabalarının tersine- içe kapandıklarını görürüz. Mesafeleri aşan buluşmalar doğumlar, evlilik törenleri veya cenazeler esnasında mümkün olabilir ancak. Deyim yerindeyse birbirini bulmaların, bulmuşken yitirmelerin öte yanda beklenmedik karşılaşmaların öyküleridir anlatılanlar. İkinci yarı fırsat buldukça bir araya gelinen bu toplanma anlarının, kucaklaşmaların anlatımıdır. Aile ilişkilerinin mazisi ve seyri yaşamdaki diğer şeylere hatırı sayılır genişlikte karışır. Belki de köklerinden edilmişlik, yersizlik yurtsuzluk teselliyi birlikte yola çıkılanlara veya anılarda kalanlara yöneltiyordur. Halbuki yaşamın olağan koşulları yürürlükteyken kamusal alanda (yani yakın akrabalarımız dışındaki ‘öteki’lerle) daha fazla yer almaya heveslenmez mi insan? Tabii ki bunun en yaygın ve takdire şayan biçimi mesleki bir faaliyet yürütmektir. Ancak kariyer merkezli işlere yoğunlaşmak tek başına benliğin inşasına yetmez (meseleye dair kıssadan hisse babında dikkat çekici eser Tolstoy’un, İvan İlyiç’in Ölümü). “Aşk”la bağlandığımız bir beraberlik de varlığımızın kamusal alanda temsiline dair gereksinimimizi yatıştıramaz. Çünkü bir başkasına duyulan aşk, varoluşun en gizil yanlarının karşılıklı keşfini, keşifle gelen muazzam bir doyumu yaşatsa bile, “kamusal hayatta var olma gereksinimi” başka bir şeydir. “Aşk”ı, tutkuyu yudumluyor olmak ikincisine duyduğumuz ihtiyacı ortadan kaldırmaz: Bu ihtiyaç kişinin kendini başkalarıyla birleştiren, ortaklaştıran yanlarıyla tanıma-görme arzusunun yanı sıra topluluk içinde kendi tekilliğini, kendine has yanlarını da idrak ve ifade edebilme yetisini içerir. Nitekim özbilinç ancak benliğin ötekilerle karşılaşmasıyla oluşacaktır. O halde farklılıklar dışarıda bırakılamazlar, baştan varsayılırlar. Bu anlamda, Emine ile yine göçmenlikten gelen eşi Ali Rıza’nın derin sevgiye dayalı ilişkileri şaşırtıcı biçimde aşkındır. Gelgelelim ne onları ne de ailenin diğer bireylerini mesleki faaliyetlerinin ötesindeki toplumsal hayatın, aktivitelerin/ süreçlerin içinde göremeyiz. Özel yaşamında kendini bu derece dışarıya kapatan Emine’nin (Tıp Fakültesi’nde öğrenciyken bile yakın arkadaşlar edinememiştir) ruhsal durumunun ani alt üst oluşlara yatkın hale geldiğini düşünürüz ister istemez.   Üstelik ikilinin yakın akrabalarla ilişkilerinde de -tıpkı eskiden olduğu gibi- duygular, düşünceler rahatça açığa çıkamazlar. Bu tasasızca kendi olma, kendini müthiş bir içtenlik ve heyecanla karşısındakine açabilme, söyleşebilme anlarını romanda bir tek Hasan ile Emine’nin İzmir günlerindeki konuşmalarında yakalarız. Hasan, kız kardeşi küçükken adadan ayrıldığından o güne değin birbirlerini pek tanıyamamışlardır. Fakat limanda ilk karşılaştıkları andan itibaren abisinin açık fikirliliği, halden anlarlığı, insanlara duyduğu merhamet, sevgi dolu tavırları Emine’yi çok etkiler. Birkaç ay içinde aralarında kurdukları dostluk kahramanımızın kendi kendisiyle olan ilişkisini değiştirir. Ayrıca Emine’nin Rodos’tan İzmir’e seyir halindeyken gemide geçirdiği saatler de romanın en hayat dolu sahnelerini okura taşıyacaktır. 

***

Son yıllarda yakın tarihimizi sosyo-politik gözle irdeleyen çok sayıda roman yayımlandı. Bunların arasında benim okuduklarımdan Müjgan ve Vildan Tekin’in Karadut’u, Özlen Alpaslan’ın Yarım’ı, Ayla Önal’ın Siranuş’un Mızıkası, Osman Balcıgil’in Melek Terörist Fahişe’si roman karakterlerinin bizzat yaşadıkları veya tanıklık ettikleri kaotik dönemleri, bunların getirdiği acıları ele alıyordu. Bahsi geçen romanlar, meraklı okurların II. Dünya Savaşı yıllarını, Varlık Vergisini (Karadut); 1915’i (Siranuş’un Mızıkası), kanlı 1977 Mayıs’ını (Yarım); 1980 Darbesi’nin hemen öncesindeki ve sonrasındaki cinayetleri, sokak gösterilerini (Yarım, Siranuş’un Mızıkası, Melek Terörist Fahişe) başka eserlere de yönelerek kurcalamalarını teşvik edecek malzemeyi sunuyordu. Ülker Banguoğlu Bilgin’in romanı ise işin içine son yüzyıl içinde coğrafyamızda yaşanan göçleri ve bunların yol açtığı acıları katıyor. Olup bitenlere bir de bu gözlükten bakın diyor.

Dipnot: 

*Romanın başlarında kahramanımız doğup büyüdüğü ada için şöyle der: “İlk çocukluk yıllarımı düşündüğümde gözümün önünden gürül gürül akan berrak bir su gibi tasasız günler geçiyor.” (Emine, Bir Göç Hikayesi, Bilgin, Ülker Banguoğlu, Remzi, Ağustos 2022, 1.basım, syf. 13)

edebiyathaber.net (2 Kasım 2022)

Yorum yapın