
Kemal Tahir okumak, onun düşünsel dünyasını kavramak, hiç olmadı kavramaya çalışmak, bu memleketin insanı için devrim niteliğinde bir eylemdir. Henüz Kemal Tahir’e zaman ayırmamış, onu okumamış, tanımamış olanlar içinse bu, ciddi bir kayıp, derin bir boşluktur. Çünkü Kemal Tahir yalnızca roman yazmamış, aynı zamanda bu toprakların ruhunu kaleme almış, düşünceyi eyleme dönüştürmenin sancısını da üstlenmiştir.
Kemal Tahir… Cezaevinde yatarken parasızlıktan ceket alamayan, ceketsiz olarak mahkemede bulunmayı hâkime saygısızlık saydığı için kendi davasına katılamayan bir adam… Kalemle ceza, fikirle mahkûmiyet arasında gidip gelen bir hayatın, yani Türkiye’nin kendi aynasındaki sureti…
Emniyet güçlerince yapılan baskında, deniz astsubayı olan kardeşi Nuri Tahir’in dolabında, Sabahattin Ali’nin bir öykü kitabının bulunması üzerine, kardeşi Nuri ve Nazım Hikmet ile birlikte “Orduyu isyana tahrik ve teşvik” suçlamasıyla tutuklanır. Bu dayanaksız isnat neticesinde, 15 yıl ağır hapsine ve kamu hizmetlerinden mahrumiyetine karar verilir. 1938’de gür ve siyah saçlarıyla girdiği cezaevinden 1950’de dökülmüş ve ağarmış saçlarla çıkar. Ancak o saçların beyazlığı, bir yenilginin değil, elbette ki düşüncenin kefaretidir. Bavulunda henüz kitaplaşmamış otuz romanı, kırk öyküsü ve notlarla dolu sarı mahpus defterleri vardır.
Sanatının inceliklerini, cezaevini bir tür laboratuvar gibi kullandığı bu yıllarda damıtmış, düşüncesinin demirini tabiri caizse ateşte dövmüştür. Uzun yıllar Kemal Tahir Vakfı başkanlığını yürüten ve geçtiğimiz yıl kaybettiğimiz kadim dostu Cengiz Yazoğlu’nun tespitiyle; Kemal Tahir’in büyük sanatçı kişiliği, Batı’nın belirlemiş olduğu belli kalıplar içinden kurtulmasını sağlamıştır. Yazoğlu’nun bu sözleri, Tahir’in yalnızca bir romancı değil, kendi milletine ayna tutan bir tarih filozofu olduğunu özetler niteliktedir.
Kemal Tahir’in ısrarla savunduğu tez, yerli düşüncenin kaçınılmaz gerekliliğidir. Bu bağlamda kendisi, yerlileşmenin bir tercih değil, bir mecburiyet olduğuna inanmıştır. Batı’dan devşirilen her kalıp, her düşünce, bu toprakların cevherine yabancıdır. Ona göre gerçek devrimcilik, halkının tarihsel ve kültürel birikimini anlayarak, “Doğu’nun işine yarar” bir gerçekliğe ulaşabilmektir. Kemal Tahir, bize sorunlar üzerinde yeni baştan durmamızın gerekliliğini öğretti ve bunun gereğini sık sık tekrar etmekten geri durmadı. Yerlileşmenin zorunluluğunu vurgularken, dıştan gelecek kalıpların ve çözümlerin, çözüm sahibi Türk’ü dışa bağımlı kılarak çözümsüz bırakmaktan başka bir anlam taşımadığını bize gösterdi. Bu amaç uğruna gerçekten amansız bir boğuşma içine girdi. Aslında bu boğuşma, bize, günümüz dengesinde verilen ve biçilen yerde boğulmaktan başka bir anlam taşımamaktadır. Bu nedenle Kemal Tahir, kendisini Doğu devrimcisi olarak tanımlamaktadır. Onun uğraşı, belli bir akışa direnmemek, bu akışı herkesten önce ve herkesten çok benimsemek değil, gerçeğe, bu akışa uygun biçimi kazandırmaktır. Kemal Tahir yorulmak bilmeden, gerçeği, işe yarar -Doğu’nun işine yarar- kılma çabası içinde olmuştur. Gerçek devrimcilik, bu akış için gerekli gerçek güçlerin gün ışığına, gerçeğe gerekli akışı kazandıracak biçimiyle ortaya çıkmasına çalışmaktır.
1940 yılında romancı olmaya karar veren Kemal Tahir, otuz yıl sonra şöyle diyecektir:
“Ben otuz yıldan beri dünyaya, insanlara, olaylara hiç aralıksız romancı olarak bakmaktayım…”
Bu söz, onun sanatıyla hayatı arasındaki sınırların tamamen silindiğini gösterir. Tahir’in tarihsel romancılığında “Osmanlılık” kavramı, geçmişe bir özlem değil; tarihsel bir stratejinin, bir düşünme biçiminin sembolüdür. Devlet Ana ise bu stratejinin edebî izdüşümüdür. Roman, yalnızca bir kuruluş destanını değil, bir toplumun bilinç inşasını anlatır. Kurmaca ile hakikatin arasında gelip giderken, Türk insanının varlık sebebine, devlet kurma kudretine de ayna tutar.
İlk basımı 1967 yılında Bilgi Yayınevi tarafından yapılan Devlet Ana, gerek sağ gerekse sol çevreler tarafından eleştiri oklarına hedef olmuş, ancak tüm tartışmalara rağmen yine de 1968 Türk Dili Kurumu Roman Odülü’nü göğüslemeyi başarmıştır. Kimi eleştirmenler, Tahir’in tarihsel gerçekliği tez uğruna çarpıttığını iddia etmiştir. Oysa Tahir, tarihi bir “belge” değil, bir “bilinç sahası” olarak görür. Osmanlı’nın karşısında Bizans’ı değil, Avrupa’yı temsil eden Şövalye Notus Gladyüs’ü seçmesi de bu bilincin sembolik ifadesidir. Genel hatları itibariyle, Osmanlı Devleti’nin kuruluş dönemine ışık tutan Devlet Ana, aşiret sisteminden devlet sistemine geçişi anlatan en kıymetli eserlerin de başında gelmektedir. Roman, tarihsel bir dönem romanı olmanın ötesinde, bir zihniyet dönüşümünün hikâyesidir. Türk toplum yapısının 13.yüzyıldan itibaren süregelen gelişim sürecini nakış gibi işleyen Tahir, kahramanların (ki bizzat her biri yaşamış olan gerçek tarihi şahsiyetler) ağzından toplumsal ve siyasi pek çok detayı bizlere aktarıyor. Yazarlık kimliğinin yanına, bir tarihçi, bir psikolog, bir sosyolog ve bir de iktisatçı kimliği ilave ederek metnini harmanlıyor ve standartların çok ötesinde bir kurgu sunuyor bizlere. Zaten kendisi de, “Ben bu romanda herhangi bir tarih dönemini anlatmıyorum, bir toplumun o çağdan bu çağa yansıyan dinamiğini anlatıyorum.” diyerek bu konuya noktayı koyuyor.
Söğüt’te filizlenen o ilk devlet düşü, Tahir’in sayfalarında bir destana dönüşüyor. Osmanoğulları Beyliği’nin tarihte boy göstermeye başlaması ile oluşan devlet sürecinin temelleri, aslında sıradan bir cinayet ile atılıyor ve Türklerin devlet kurmaktaki yetenek ve dehâları üzerinden akıp gidiyor. Okura, Türk ruhunun, Türk bilincinin önemini layıkıyla hissettiren eserde, devlet kurma yolunda Bizanslılar, tekfurlar ve Hristiyan şövalyeler de, Anadolu’nun Türkleşmesine ket vurmaya çalışan unsurlar olarak karşımıza çıkıyor. Roman tıpkı Osmanlı’nın kuruluş döneminde olduğu gibi kalabalık bir şahıs kadrosuna sahip. Ertuğrul Gazi, Osman Bey, Orhan Bey, Notus Gladyüs, Keşiş Benito, Demircan, Kerimcan, Hancı Mavro, Liya, Alişar Bey, Bala Hatun, Akçakoca, Yunus Emre Şeyh Edebali, Kaplan Çavuş, Dündar Alp, Darendeli Hop Hop Kadı Hüsamettin Efendi, Türkopol Yüzbaşı Uranha ve romana ismini veren Devlet Hatun lakaplı Bacıbey bunlardan bazıları… Ve bu isimler sürecin hem hakikat hem de mecaz tarafını temsil etmekte.. İsim mevzusu açılmışken söylemek gerekiyor; Kemal Tahir romanının ismini hep Osmanlı Çekirdeği olarak planlamış, bütün yazım sürecinde böyle hayal etmiş ancak hâlâ netleşmemiş olan sebeplerden ötürü eser piyasaya Devlet Ana adıyla sürülmüş.. Buradan da anlayabiliriz ki metin, yalnızca bir tarih anlatısı değil, insanın kaderle boğuşmasının da bir nevî alegorisi…
Dil konusunda ise Devlet Ana, Türkçenin hem kökünü hem de ufkunu yoklayan bir yapıya sahip. Halk dilinin kaba, gündelik öğeleriyle Dede Korkut’tan, Evliya Çelebi’den süzülen nesir tınılarını birleştirmiş Tahir. Yazarın bu sözcük kullanımlarındaki amacının, monolojik bir anlatımdan ziyade diyalojik bir devinim sağlamak olduğu açık ve nettir. Selahattin Hilav’ın kapak yazısındaki deyişiyle, “Kemal Tahir, hem mahalli ağızları, hem Türkçe’nin küçümsenmiş ve unutulmuş nesir dilini, hem de yeni imkânlarını kaynaştırarak ve aşarak kullanabilmiştir.”
Ayrıca metin, yalnızca tarihsel ve dilsel değil, etik açıdan da şık bir derinliğe sahiptir. Romanda kullanılan ve günümüzde unutulmaya yüz tutmuş atasözlerimiz, yalnızca folklor unsurları değil, ahlâkî bir sistemin de taşıyıcılarıdır.
Toplamda altı bölümden oluşan roman, özünde bizlere, cinayetle başlayan, ihanetle örülen, akılla, inançla, sevdayla yoğrulan bir hikâye üzerinden, bir toplumun devlete dönüşme sancısını anlatıyor ve her bölümde bir halkın kaderinde yeni bir taşın yerine oturuşuna tanıklık ediyoruz. Lâkin romanın özünde yankılanan tek bir ses var:
“Bir devleti yok edecek iki unsur vardır; biri garplılaşmak, diğeri ise şeriate dönmektir.”
Hiç kuşkusuz bu cümle, bir ideolojik hükümden çok, bir tarih muhasebesidir.
Kemal Tahir’in Yorgun Savaşçı romanını TRT için dizi olarak çeken ünlü yönetmen Halit Refiğ’in, ilgili tüm dizi kayıtları, 1983 yılında dönemin başbakanı Bülend Ulusu’nun emri ile yakılmıştı.1968 yılında, Dost Dergisi’nin Devlet Ana özel sayısında, eser hakkında bir makale yazan Bülent Ecevit ise başbakanlık yaptığı ve Osmanlı İmparatorluğu’nun kuruluşunun 700. yılına tekabül eden 1999 yılında Halit Refiğ ile görüşerek, eseri sinemaya uyarlamasını rica etmişti. Böylece, hem Kemal Tahir’e hem de Halit Refiğ’e karşı gecikmiş de olsa iade-i itibar sağlanmış olacaktı. Teklifi seve seve kabul eden Halit Refiğ ilerleyen zamanlarda filmin çekimleri için anlaşma yapılan Mimar Sinan Üniversitesi yönetimi ile anlaşmazlığa düşüyor ve senaryo yine tarihin tozlu raflarına gömülmek kaderi ile başbaşa kalıyor…
Sözün özü, yaşadığı ve ürettiği dönemde, ötekileştirilmiş bir sol aydın olarak hafızalara kazınan ve Cemil Meriç’in ifadesiyle edebiyatımızın ve bir neslin yüz akı olan Kemal Tahir, ulu önderimiz M. Kemal Atatürk’ün Gençliğe Hitabesi’nde yer alan bir paragrafın, 616 sayfalık bir tercümesini yapmış ve Devlet Ana başlığı ile bizlere sunmuş:
“Ey Türk istikbalinin evlâdı! İşte bu ahvâl ve şerâit içinde dahi, vazifen ; Türk İstiklâl ve cumhuriyetini kurtarmaktır! Muhtaç olduğun kudret, damarlarındaki asil kanda mevcuttur!
















