
Herakles’i bilirsiniz misiniz? Hani eşsiz gücüyle tanıdığımız Herkül. Bir delilik nöbeti sırasında karısı ve çocuklarını öldürünce Kral ona kefaretini ödemesi için on iki görev verir. En zor olan sonuncusudur. Bu görev yeraltı dünyasının kapısını koruyan, ölüleri bekleyen, Hades’in sadık bekçisi Kerberos’u canlı olarak çıkarmaktır. Cehennemağzı Mağaralarından Acheron’da karşılaştığı Hades’in tek şartı vardır canavarı silahsız yakalayacaktır. Yeraltında büyük bir mücadele veren Herakles çıplak elleriyle boğuşur, kuyruğu zehirli yılan, kafası üç köpek olan canavarı kontrol altına almayı başarır, zincirinden tutup kolunun altına kıstırdığı gibi yeryüzüne çıkarır. Cezasını veren Kral’a gittiğinde nereye saklanacağını bilemez Eurystheus korkudan. Görevini tamamlayan Herkül geri verir Kerberos’u. Bu Herakles’in sadece fiziksel gücünü değil ruhsal dayanıklılığını ve karanlık olanla yüzleşme cesaretini de gösterir. Kararlılığı, sağlamlığı ve yalnızlığıyla öfke ve suçluluğu ile yüzleşir.
Zeynep Ebla Ceylan’ın ilk romanı Sus Pus Gri’yi okurken hep bu mit döndü kafamda. Bir kış günü sakin bir Karadeniz sahil köyünde başlayan hikayede birbirinden uzak ve farklı, yalnız ve sessiz üç erkeğin dayanışma içinde hayatla mücadelesini izliyoruz. Aslında hiç güçlü olmadıklarını düşünürken yaşadıkları hayal kırıklıkları, kayıplar, acılar içinde ruhsal olarak sağlam kalıyorlar ve hayata tutunuyorlar. Kendi karanlıklarıyla yüzleşiyorlar, öfkeleri, suçluluklarına rağmen hayata devam edebilme cesareti ve kararlılığı gösteriyorlar. Yerin altında değil belki ama denizdeki mücadelede bulup çıkarıyorlar o canavarı iki elleriyle. Ve ne zamanki karaya çıkıyorlar her şey aydınlığa kavuşuyor.
Yeraltı sadece ölümle karşılaşma değil bilinçdışının, bastırılmış arzuların, korkuların da simgesi. Kerberos’u canlı olarak çıkarmak ise kahramanın karanlığını bastırmak yerine onu kabullenmesine işaret ediyor. Onunla yaşamayı kabul etmesine. Tıpkı romanda Ozan’ın Esin’i, Esin’in ölümü, Seyfi’nin babasını, Cevat’ın suçluluğunu, kayıplarını kabullenmesi gibi. Bu içgüdülerinin kontrolünü de eline almalarına ve denetleme gücü kazanmalarına vesile oluyor. Yeraltına inmek Antik Yunan’da bir inisiyasyon sürecidir. Kahramanlar ölüme ve yeniden doğuşa şahit olurlar, ölüm korkularını aşarlar. Canavar canlı ile ölü, bu dünya ile öteki dünya arasına sınır koymaktadır ve yakalanması bu sınırın aşılmasına neden olur. Artık kahraman tanrısal bir kadere yaklaşır. O eşik atlanmış korkusuzluğa erişilmiştir. Tıpkı Kaptan’ın ölüleriyle yüzleştiği son sahne gibi. Gölgeler karanlıktır. Jung’a göre insanın gölgesiyle yüzleşmesi iç dünyası ile barışmasıdır. Mit Jung’un arketipiyle birebir örtüşür.
Yazar tüm bunları tasarlayarak mı yazdı bilmem ama gördüğüm şey bizi bir oyuna davet ettiği. Bilinç akışı tekniği ile bir yandan sakince hikayeyi kurarken karakterlerin iç seslerini de aktarıyor bize. Sürekli bir ipucu kovalıyoruz. Kimler neler düşünüyor, neler yaşıyor ve aslında nelerle mücadele ediyor kendi yalnızlığında, şahit oluyoruz. Yazılan sabah sayfalarını, yazılamayan romanları, yaşanamayan hayatları izliyoruz. Bir süre sonra gerçekten akan bir hayatın içinde karakterlerin iç seslerini daha çok merak eder hale geliyoruz. Bir yerde biteceğini bildiğimiz bu kısacık romanın içinde biz de yazıyoruz ya da belki de yazılıyoruz. Oldukça gerçek olabilecek hikayelerin kıyısında post-modern bir gerçek dışılıkta buluyoruz kendimizi.
Ceylan adeta bir editör gözüyle bize hataları gösteriyor, hiç umursamayacağımız yerlere dikkat çekiyor, şaşırıyoruz bunu neden yapsın ki bir yazar? Oysa biliyor ki okura yalan söylenmez, gizli saklı olmaz. Samimiyeti metne ve karmaşık olabilecekken ustalıkla içinden çıkılmış kurguya geçiyor. Bütün bu hikayeye inanmışken, üç karaktere derinlikle bağlanmışken ve onları merak ederken birden vurucu darbeyi indiriyor. Biz aslında kurgunun içinde bir kurgu mu okuyoruz? Bir nevi aldatıldık mı? Tam ikna olmuş ve anlatıcıya güvenmişken nasıl da ters köşe olduk.
Hikayenin en etkili yeri sonu olduğu için elbette bu sürprizi bozmayacağım ancak oraya kadar sürdüğüm izin de çok heyecan verici olduğunu söylemeden geçemeyeceğim. Karanlık, puslu, gri havasıyla Karadeniz’in bu hikayeye karakterler kadar çok yakıştığını fark ettiğimde romanın isminden metinde susan, puslu ve gri olan her şeyi toplamaya başladım. Okurun dikkatinden kaçmayacak bir koyuluk bir karamsarlık hakimken umut hep var. Ozan’ın demlendiği sahil meyhanesinde başlayıp yine orada biten romanın diğer iki kahramanı denizden uzak duran kaptan Cevat ve sonradan miço olan Seyfi. Herkesin hikayesini 3. tekil kişiden dinlemekle birlikte kendisinden de öğreniyoruz, dinlerken şahit olduğumuz istekli sessizlikleri. Geride anlatılan kadınları da görüyoruz ama erkekler daha baskın. Onların iç seslerini bu kadar detaylı anlatabilecek ancak bir kadın yazar olabilir. Çünkü erkekler en çok içlerinden konuşur.
Rüyalara dalıyoruz, belli belirsiz kendinden geçişler yaşıyoruz, bazen hayal alemlerinde dolaşıyoruz bazen sarhoş oluyoruz. Bütün bunlar Karadeniz’den Güney’e tekne ile gitmeye kalkan ancak henüz birbirlerini yeni tanıyan, yolculukta aşina olan bu üç adamın başımıza açtığı işler. Bu kısacık yolculukta kasvetten, hayal kırıklığına, neşeden, hüzne, acılardan, aşka, hasretten, umuda gidip geliyoruz. Tam olarak anlayamadığımız, örtük anlatılanlar var olsun umurumuzda değil yolda olmak çok güzel. Fırtınaya tutuluyoruz, alabora olmaktan son anda kurtuluyoruz, tutunacak hayaller, yazılacak kitaplar var ölemeyiz. Ölenler ölmüş gidenler gitmiş doğmamış bebekler alınmış bizden. Olsun hayat devam ediyor tüm şevkiyle. Her şey bitiyor sakinleşiyor ve biz derin uykumuzdan uyanıyoruz. Meğer her şey rüya mıymış? Belki gerçek diye bir şey de yoktur kim bilir, herkes kendi hikayesini yazar ve yaşar. Ceylan’ın roman bittiğinde okuru bir süre çivilediği koltuktur belki gerçek olan ya da o sahil kasabasıdır, yeraltına daldığımız, kendi karanlığımıza baktığımız, cesurca mücadele verdiğimiz o mağaramızdır. Bir süre gün ışığı aldıktan sonra okur yavaşça gri mağarasına çekiliyor puslu havada suskunluğuyla.
edebiyathaber.net (17 Mayıs 2025)