Kara Kitap 35 Yaşında: Edebi Babayı Öldürmek | Şener Şükrü Yiğitler

Kasım 29, 2025

Kara Kitap 35 Yaşında: Edebi Babayı Öldürmek | Şener Şükrü Yiğitler

İlk kez yayımlanmasının üzerinden otuz beş sene geçen bu kült roman, kendi tanımıyla bu “iki anlamlı, iki hikâyeli” (s. 384)[1] kitap, o günden bugüne çokça tartışıldı, Türkiye’de ve dünyada muhtemelen üzerine en çok yazılan Türkçe roman oldu. Hakkında yazılan seçkin yazılar ayrı bir kitapta (önce Kara Kitap Üzerine Yazılar (1992), sonra Kara Kitap Tartışmaları 2021) adıyla) toplandı. Orhan Pamuk romanın sırlarını açıkladığı Kara Kitap’ın Sırları’nı (2013) yayımladı. Kitabın 10. ve 25. yıllarında özel baskıları yapıldı.

Pamuk, 2021’de Kara Kitap Tartışmaları’na yazdığı önsözü, “Bu ilk tartışmaların heyecanı ve canlılığı ise uykulu edebiyat ortamımız için hâlâ olağanüstüdür”[2] cümlesiyle bitiriyor. O günden bugüne geçen beş yılda uykulu hâlin kâbusa evrildiğini düşünmek için ülkedeki siyaseti, toplumsal meseleleri, sanatsal-kültürel üretimi ucundan kıyısından takip etmek yetiyor. Kara Kitap’ın yayımlandığı 1990’da yarattığı edebi tartışma, estirdiği yıkıcı/yaratıcı rüzgâr 2000’lere kadar etkisini sürdürmüş görünüyor: Türk edebiyatının modern klasikleri arasında başa oynayan Ağır Roman, Kara Kitap’la aynı yıl, Puslu Kıtalar Atlası ve Gölgesizler 1995’te yayımlanıyor. Tabii aynı yıllarda Pamuk, Gizli Yüz (1992) Yeni Hayat (1994) ve Benim Adım Kırmızı’yla (1998) başlattığı rüzgârı ivmelendirmeye devam ediyor. 2000 sonrasına gelindiğinde, bana göre, bugün de Pamuk’un Kara Kitap sonrası en önemli projesi/eseri Masumiyet Müzesi (roman 2008, müze 2012) edebiyat ortamımızı o günlerden bu yana hiç olmadığı kadar ve önsözdeki “uykulu ortam”a terk etmek üzere son kez canlandırıyor. Nüket Esen, Kara Kitap Üzerine Yazılar’ın ikinci baskısına yazdığı önsözünde romanın getirdiği yeniliği şu şekilde yorumluyor: “Kara Kitap ilk çıktığında yalnız bir kitaptı. Şaşırtıcı ve kışkırtıcı bir kitap olarak algılandı. Ama şimdi, ilk yayımlanışından altı yıl sonra, eşleri, benzerleri var. Edebiyat ideolojimiz, roman tanımımız değiştiği için bunun mümkün olduğunu düşünüyorum. Biraz da Kara Kitap’ın bu değişimimize katkıda bulunduğunu…”[3] Yakın zamanda aramızdan ayrılan Handan İnci’yse “Kara Kitap’tan sonra romancılar dededen kalma sandığı karıştırmaya daha büyük cesaret gösterdi”[4] diyordu.

2000 sonrası Türk edebiyatında burada adını saydığım güçte ve parlaklıkta eserler yok mu? Elbette var. Genç yazarlar “post-truth” denen döneminin “hakikat”ini veren başarılı işlere imza atıyorlar. Ancak elimize aldığımız hiçbir roman bizi neredeyse her gazetenin haftada bir çıkardığı kitap ekleri, aylık edebiyat dergileri, edebiyatçılara kapılarını sonuna kadar açan TV programlarıyla desteklenen 1990’lı ve 2000’li yılların başındaki sanatsal heyecanın, edebi hazzın atmosferine sokamıyor. Bunların olmadığı bir kültürel vasatta yazarlarımızı da suçlamak onlara haksızlık elbette. Çünkü asıl sorun, o güçte ve parlaklıkta eserler yazılamamasıyla ilgili olduğu kadar, o yıllardan bu zamana toplumsal normların, alışkanlıkların çarpıcı biçimde değişmiş olmasıyla da ilgili görünüyor. Örneğin, 26 Ekim 2025 tarihli “Siz Hâlâ Kitap Okuyor Musunuz?” başlıklı yazısında Metin Celâl, 5–19 Ekim 2025 tarihleri arasında gerçekleştirilen Frankfurt Kitap Fuarı’nın en çok konuşulan konusu olarak okurun kitap okumaktan vazgeçmesini kaydediyor.[5]

Kara Kitap’ın Laneti

Bu kısa tutmaya çalıştığım girişten sonra sözü, yazının başlığına ve iddiasına getireceğim. Kara Kitap her şeyden önce, doğru yerde doğru zamanda ortaya çıkmış bir roman. Yazılış hikâyesini anlattığı sonsözde Pamuk, “Oraya ilk siz varmışsınızdır; ilk makul teselliniz de bu olur.”[6] derken, Türk edebiyatı için bugün kartografyası çıkarılmış, ancak o dönem için korkutucu bir terra incognita olarak kalan topraklara ilk kez ayak bastığının bilincindedir. Kara Kitap tartışmalarında romanın kaynaklarından söz edilirken Doğu ve Batı klasikleri, Dostoyevski, Proust gibi 19. yy. romancıları kadar Pamuk’un çağdaşlarından Eco, Highsmith ve Tournier’ın da adları zikredildi. Türk edebiyatında hakkında yazılanların bir kitapta toplandığı ilk kurmaca eser olma ayrıcalığını da elinde tutan Kara Kitap’la ilgili yazılmış bütün yazıları okumak cidden güç ancak benim özellikle de akademi çevresinden takip edebildiğim kadarıyla bunlar arasında romanı ve Türk edebiyatındaki yerini anlamak için yalnızca “Ünlü Köşe Yazarı”nı odağa alan herhangi bir yazıya ben rastlamadım. Bunun bir sebebi romanın çok-merkezli olmasından kaynaklı ele geçmez yapısıysa bir diğeri de Celâl Salik’in olay örgüsü ve anlatı zamanında aktif biçimde yer almayışı olmalıdır. Celâl bir hayalet gibi, kendisini izleyen ‘Göz’ gibi metnin her yerindedir; adeta bir gölge yazardır. Bu yüzden, Kara Kitap’ın görünmez merkezi saydığım Celâl Salik’i anlamak için “Hepimiz O’nu Bekliyoruz” başlıklı bölümde dendiği gibi önce, “Kitabın havasına biraz daha girmek gerekiyor” (s. 154).

Edebiyatın kendisini konu edinen, kimlik-benlik, kendi olmak-başkası olmak gibi en temel meseleleri didikleyen, dil-anlam, asıl-kopya kavramları üzerinden Doğu-Batı çatışmasına yeni bir bakış getiren ve bunu, hayatın kendisi kadar şaşırtıcı dediği “yazı”yla yaparak asıl esrarın bu yetenek olduğunu iddia eden çok boyutlu bir roman Kara Kitap. Bütün bunları aynı anda yapabilmek, basit bir kurguyla elbette mümkün olmayacağı için Pamuk romanını çerçeve içine alınmış bir meta-fiction’a dönüştüren ve anlatıyı iki ayrı kanaldan yürütmesini sağlayan Celâl Salik’in (sonradan Galip’in) gazete yazılarını kullanıyor ve birçok edebiyatsever için de Kara Kitap’ın en çok edebiyat keyfi veren bölümlerini bu sayfalar oluşturuyor. Kitapla ilgili tartışmalarda Enis Batur tarafından birkaç kez zikredildiği için Thomas Pynchon’ın V. (1963) romanıyla Kara Kitap arasındaki benzerliklere değinmeyeceğim. Celâl, her bakımdan Pynchon’ın diplomat/ajan karakteri Sidney Stencil’den daha gerçek ve daha canlı biri.

Türk romanının en orijinal karakterlerinden birinin analizini birkaç sayfada yapmak mümkün değilse de Türk edebiyatı içinde şimdiye kadar aşılamamış bir miras (yoksa lanet mi demeli?) bırakan bu ‘kurucu baba’yı ilk elde tanımamızı sağlayacak bir portre çizmeyi, ardından edebiyat tarihimiz içinde konumlandırmayı amaçladığımız bu yazıda, klişeleşmiş “şeytanî yaratıcılık” tabirinin vücut bulmuş hâli Celâl Salik’i, kendi köşe yazılarından, romandaki diğer karakterlerin ve özellikle Galip’in ağzından doğrudan ve dolaylı olarak aktaracağımız cümlelerletanımaya çalışarak işe başlayalım.

Celâl Salik Kimdir?

Korkunç denecek kadar üretken, çalışkan ve yaratıcı bir yazardır: Pavyonlarda, esrar tüccarları, Beyoğlu gangsterleri arasında yeni bir cinayet, intiharla biten bir aşk hikâyesi var mı diye bakar, otel otel gezer, İstanbul’a ünlü bir yabancı geldi mi, ya da ünlü bir yabancı diye okurlarına sunabileceğim ilgi çekici bir Batılı şehrimize uğradı mı diye, ayda bir, bir iki buçukluk toka ettiği kâtiplerden kayıt defterlerini alarak okur (s. 133-134). Daha sonraları takma adla ilk köşe yazılarını yazacağı gazete için futbol maçlarını izleyerek şike kokusu almaya çalışır, Beyoğlu’nun arka sokaklarındaki bar, pavyon ve kerhane kabadayılarının esrarengiz ve sanatkârane cinayetlerini ballandırarak anlatır, kara karelerin sayısının ak kareleri her seferinde geçtiği bulmacalar hazırlar, gerektiğinde, afyonlu şarabın sarhoşluğundan ayılamadığı için tefrikasını aksatan üstadın yerine pehlivan tefrikasını sürdürür, zaman zaman da “Elyazısından Kişiliğinizi Okuyoruz”, “Rüyalarınızı Yorumluyoruz”, “Yüzünüz, Kişiliğiniz”, “Bugünkü Burcunuz” (akraba ve tanıdıklarına ve bir iddiaya göre de, sevgililerine özel selâmlar yollamaya ilk bu burç köşesinde başlamıştır) ve “İster İnan, İster İnanma” köşelerine yazar ve artan vakitlerde de bedava girdiği sinemalarda gördüğü en son Amerikan filmlerini eleştirir ve çatı katında tek başına yaşamaya devam ederse, bu çalışkanlıkla gazetecilikten kazandığı parayla evlenebileceği bile söylenir (s. 19). Gazeteciliğe ilk başladığı yıllarda “Selim Kaçmaz” ve daha verilmeyen birçok takma adlarla yazılar yazar. Yoksul bir Beyoğlu muhabiriyken ilgi çekmek için olmamış cinayetler icat eder. Hiç çekilmemiş Amerikan filmlerinin var olmayan yıldızlarıyla Pera Palas’ta görüşmeler yapar. Bir Türk afyonkeşinin itiraflarını yazabilmek için afyon çeker. Takma adla yayımladığı bir güreş tefrikasını bitirebilmek için çıktığı Anadolu yolculuğunda dayak yer. Kendi hayatını “İster İnan, İster İnanma” köşesinde gözyaşlarıyla anlatır, kimse anlamaz! (s. 271) Belediye dertlerinden başka yazabilecek bütün konuların yasaklandığı darbe günlerinde, her penceresinden başka bir ıhlamur ağacının görüldüğü büyük konaktaki çocukluk günlerini şöyle bir hatırlayıvermesi, ne okuyucuların ne sansürcülerin anlayabildiği bir yazıyı hemen döktürmesine yeter. Gazetedeki görevi bulmacalarla kadın köşesinin “Nasihatlar”ını hazırlamak olan genç bir gazetecilik heveslisiyken üç yılda, yalnız ülkesinin değil, Balkanlar ve Orta Doğu’nun en çok okunan köşesine yerleşir. (s. 101) F.M. Üçüncü’nün verdiği bilgilere göre, otuz küsur yıl boyunca, hiç sektirmeden günde ortalama sekiz küsur sayfa çıkarır ki bu, yüz bin sayfa ya da üç yüz otuz üç sayfalık üç yüz cilt kitap eder. (s. 343) Yazı hayatı boyunca saf ve inançlı okuyucularını avlamaya çalışır. Onlardan gelen mektuplara cevaplar yazar, fotoğraflarını ister, el yazılarını inceler; onlara sırlar, cümleler, sihirli kelimeler verir (s. 368-369).

Okurları ona güvenir, inanırlar; o da bu güveni sağlamak için en uzak, en ücra köşedekileri bile ihmal etmez. F.M. Üçüncü’nün adını unuttuğu küçük bir kasabada karşılaştığı bir gence, bazı harflerin ikinci anlamlarını yazmış ve yazılarının birinde, bir gün karşılaşacağı bir cümleyi de işaret olarak görmesini istemiştir. O cümleyi okuyunca (“Bütün hayatım böyle kötü hatırlarla doluydu.”) şifreli köşe yazısını çözecek ve delikanlımız harekete geçecektir (s. 344).

Yalnız, uyumsuz, kendinden memnuniyetsiz ve gençken çok yoksulluk çekmiş bir adamdır: Kendisini aramak için gittiğiMilliyet’te magazin yazarı Galip’e bizzat şahidi olduğu şu hikâyeyi anlatır: “Bir yılbaşı gecesine doğru, yoksul mahallesindeki yoksul evlerinde, çiçeği burnunda gazeteci genç Celâl, annesine ailenin zengin kanadının Nişantaşı’ndaki evine yılbaşı eğlencesi için çağrılı olduğunu söyler. Orada, amcalarının, halalarının neşeli kızları ve azgın oğullarıyla gürültülü ve eğlenceli bir gece geçirecek, sonra kimbilir, şehrin içinde başka hangi eğlencelere koşacaktır. Oğlunun mutluluğunu hayâl etmekten mutlu terzi annenin ise, ona bir müjdesi vardır: Rahmetli babasının eski ceketini bu gece için gizlice küçültüp onarmıştır. Celâl, üzerine tam oturan ceketi giyerken (annenin gözlerinden yaş getiren sahne: “Tam babana benzedin!”) mutlu anne, oğlunun gazeteci arkadaşının da bu eğlencelere çağrılı olduğunu işiterek rahatlar. Hikâyemizin tanığı bu gazeteci, Celâl’le birlikte akşam ahşap evin soğuk ve karanlık merdivenlerinden çamurlu sokağa çıktığında, ne zengin akrabaların, ne başka kimsenin yoksul Celâl’i yılbaşı eğlencesine çağırdığını öğrenir. Üstelik, mum ışığında terzilik ede ede körleşen annenin ameliyat masraflarını karşılamak için Celâl’in gazetede gece nöbetine kalması gerekmektedir” (s. 99-100).Aynı gazetede bir zamanlar kalem kavgalarına girdiği Neşati’ye göre, hayatında hiçbir zaman bir baba sevgisini, hatta herhangi bir sevgiyi görmemiş, doğduğundan beri başının çevresini bir uğursuzluk hâlesi gibi saran amansız yalnızlık duygusundan mustarip bir münzevidir. Gazetecilik dışında insanlarla ilişkisi o kadar sınırlıdır ki, kalabalık bir toplantıya gitmek zorunda kaldığı zamanlarda yanında jestlerinden sözlerine, kıyafetinden yediklerine kadar her şeyini taklit edebileceği güvenilir bir arkadaş bulunsun ister hep (s. 100-101). Annesi öldükten sonra üvey babayla aynı çatı altında yaşadığı günlerde para kazanmak için sinemalarda yer göstericiliği yapar, karanlık ve kalabalık salonlarda çıkan kavgalarda sık sık dayak atıp dayak yer, film aralarında gazoz satar, gazoz satışını arttırmak için çörekçiyle anlaşıp çöreklere tuz ve biber koydurtur (s. 259).

Yalnızlıktan korktuğu halde hep yalnız kalan Celâl’in personalarından yalnızca biri olan “Şehzade Osman Celâlettin Efendi” de tıpkı kendisi gibi tek başına yaşayan ve tahta çıkmayı beklerken çevresini dehşete boğan tuhaf biridir (s. 337) ve Celâl de, tıpkı Osman Celâlettin Efendi gibi, sık sık “kendi olma” krizlerine tutulur: “Kendim olamazsam onların olmamı istedikleri biri oluyorum ve onların olmamı istedikleri o insana hiç katlanamıyorum ve onların olmamı istedikleri o dayanılmaz kişi olacağıma hiçbir şey olmayayım ya da hiç olmayayım daha iyi, diye düşünüyordum, çünkü gençliğimde amcamların ve halamların evine gidince ‘Ne yazık ki gazetecilik yapıyor, ama çok çalışıyor ve böyle çalışırsa inşallah bir gün başarılı olacak,’ diye baktıkları kişi oluyordum ve o kişi olmaktan kurtulmak için yıllarca çalıştıktan sonra bu sefer, bir katında yeni karısıyla babamın da oturduğu o apartmana ben, koca adam, gidince, ‘Çok çalıştı ve yıllar sonra biraz olsun başarılı oldu,’ diye gördükleri kişi oluyordum” (s. 180)

Okurlarını ve çevresindeki insanları etkileyen bir manipülasyon ustasıdır: Tebdil-i kıyafet ederek geceleri karanlık İstanbul sokaklarında dolaşır; okurlarına görünür, onlara kurtuluş gününün gelişiyle ilgili haberler verir. Aile üyelerinden kapıcısına, okurlarından hayatına giren kadınlara kadar herkesi amaçlarına ve onlara biçtiği rollere göre kullanmak konusunda son derece maharetlidir. Alâaddin’in dükkânından aldığı yeşil bir tükenmez kalemi kendinden sonraki “Sahte Celâl” olarak yetiştireceği Galip’e; kötü çevrilmiş polisiye romanı Rüya’ya hediye eder. “Kitabı hediye ettiğim ve çok sevdiğim kahraman, hayatının sonuna kadar o polisiye romanları okumaktan başka hiçbir şey yapmamaya mahkûm olmuştu.” (s. 47) diye anlatır Alâaddin’e. Galip, Celâl’in köşesinde yazan köşe yazarı; Rüya, okuduğu o kitaplardaki başka hayatlara imrenen ve Celâl’in yıllar sonra tekrar yayımlanan bir köşe yazısındaki özel işaret cümlesi üzerine nedenini doğru düzgün açıklamadığı bir terk mektubu bırakarak evini terk eden hülyalı bir kadın olup çıkar.

Rüya’yı ararken Celâl’i bulması gerektiğini, ona ulaşmak içinse “yazılarının içinde bir yerde” (s. 104) saklanan Celâl’i bulmak için “Celâl hakkında eline ne geçerse okuyan” (s. 259) ve böylece “yazılarını okuya okuya Celâl’in hafızasını edin”en (s. 218) Galip, bütün arayışının Celâl tarafından ince ince tasarlanmış korkunç bir planın olduğunu dehşetle fark eder: “Şehzadeliğinden ve padişahlığından sonra kendini peygamber de ilân eden düzmece Avcı Mehmet’in hikâyesini okurken Celâl’in kendi yerine köşe yazılarını yazabilecek bir ‘Sahte Celâl’ yetiştirebilmek için yapılması gerekenleri tartıştığı (Benim hafızamı edinebilecek biri demişti merakla), bir akşam Rüya’nın her zamanki uykulu ve iyimser bakışıyla gülümsediğini hatırlar. Aynı anda ölümcül bir tuzağa açılan tehlikeli bir oyuna sürüklendiğini hissederek korkar. (s. 265-266)

Celâl, Galip’e özel bir çıraklık evresi, bir ‘seyr-i sülûk’ olarak tasarladığı bu yolculuğunda bir baba gibi onu korur; kaybolmaması için şehrin köşelerine gizli bir el gibi işaretler bırakır (“Aradığını burada bulacaksın, korkma! Beni O yolladı, yanlış yollarda dolanmanı, kaybolmanı hiç istemiyor.” (s. 185)). Edebi bir kumpasın içinde olduğunu anlayan Galip, “Celâl’in kendisini yönlendirdiğini” (s. 258) ve “bütün yazı hayatı boyunca yalnız okuyucularını değil bilinçle kendisini de aldattığını” (s. 275) fark eder. “Yüzünü her düşünüşünde gözlerinin önünde beliren harfleri Celâl’in gördüğünü, bir gün kendisinin de göreceğini bildiğini ve bütün bu oyuna birlikte girdiklerini” (s. 314-315) anlar.

Galip, “kendisini bir tuzağa çeken” (275) Celâl’in çalışma masasında bir defterini bulur. Neşati’nin, yazıları hakkında “Harflerin içinde sizin bizim değil, ellerinde formülleri olan müridlerin anlayabildiği gizli mesajlar var. Memleketin dört bir yanına dağılmış, yarısı orospu, yarısı oğlancı olan bu müridler, bu mesajları emir telâkki ettikleri için, sabah akşam gazeteye telefon ediyorlar ki, bu saçmalıkları yazıyor diye şeyhleri Celâl Efendiyi kapı önüne koyuvermeyelim” (s. 106) dediği Celâl’in defteri gerçekten de bu cümlelerle ve cümlelerin hedeflediği kişilerin adresleriyle doludur. Anadolu’nun ve İstanbul’un dört bir yanından hevesli ve hayranlar, Celâl’in yazılarında bu cümlelerle karşılaşacakları günü bekliyordur: “Beşiktaş Serencebey’de oturan Fahrettin Dalkıran’a bir gün işaret olacak şu cümle gibi: ‘Birçoklarının öğretmenlerini kan içinde kalıncaya kadar dövmeyi ya da daha basiti, babalarını keyifle öldürmeyi düşledikleri o özgürlük ve kıyamet gününde, yıllarca merakla buluşmayı beklediği kayıp ikiz kardeşinin kendisine yalnızca ölüm olarak gözükeceğini hayâl edebilecek kadar sağduyu sahibi biri olduğu için, beyefendi, uzun zamandır ortalıktan çekilmiş, yerini kimselerin bilmediği evinden başını dışarı çıkarmaz olmuştu hiç.’” (s. 360-361, Vurgu bana ait.) Beyefendi tabii ki Celâl’den başkası değildir.

Celâl askerî darbenin de dâhil olduğu her yolu mübah gören bir “Kurtarıcı”dır: Kendine tarihî bir misyon biçmiştir. Bütün bir milletin kurtuluşuna aracı olacağına inandığı köşe yazılarını gizli açık mesajlarla, şifrelerle, işaretlerle doldurur: “Altmışlı yılların başında kaleme aldığı köşe yazılarında bir askeri darbenin kışkırtıcılığını yaparken Mevlâna yazılarının gerekçelerinden birinde: “Bir düşünceyi geniş bir okur yığınına kabul ettirmek isteyen bir köşe yazarı, okuyucularının belleklerinde, her biri Karadeniz’in dibinde yüzyıllardır yatan kayıp kalyon leşleri gibi uyuyan o çürük düşünce ve anı tortularını canlandırıp yüzdürmeyi bilmelidir!” (s. 265) diye yazar.

Neşati onun darbeye yazılarıyla katılışını şöyle anlatır: “Bir gün mankenler evi hikâyesini icat etti, başka bir gün karanlık gecelerde kendisini dar sokaklarda izleyen bir ‘göz’den sözetmeye başladı. Anladık ki o da aramıza katılmak istiyor, razı olduk. Sütunlarını davaya açar diyorduk, askerlerin bazılarını da belki o sürükler diyorduk. Ama ne sürüklemek! O sıralarda etrafta bir sürü meczup, anaforcu, senin F.M. Üçüncü cinsinden adam vardı; ilk iş, hemen onları kafakola aldı. Sonra şifrelerinden, formüllerinden, harf oyunlarından yararlandığı karanlık bir başka takımla ilişki kurdu. Her birini yeni bir zafer olarak gördüğü bu ilişkilerinden sonra, bizlere gelir, ihtilâl gününden sonra oturacağı koltuk konusunda pazarlık ederdi. Pazarlık gücünü artırmak için, o sıralar bazı tarikat kalıntılarıyla, Mehdi’yi bekleyenlerle ya da Fransa’da, Portekiz’de pinekleyen Osmanlı şehzadelerinden haber aldıklarını söyleyenlerle görüştüğünü ileri sürdü; hayâli kişilerden sonraları bize göstereceği mektuplar aldığını, evinde kendisini ziyarete gelen paşa ya da şeyh torunlarının kendisine sırlarla dolu elyazmaları ve vasiyetler bıraktıklarını, geceyarıları tuhaf kişilerin gazeteye kendisini görmeye geldiklerini iddia etti. Hepsini kendi uydurmuştu bu kişilerin.” (s. 320) “Bütün Türk milleti, şimdi olduğu gibi o sırada bir ‘Kurtarıcı’ bekliyordu. Askeri darbe olursa ekmeğin ucuzlayacağına, günahkârlar işkenceden geçirilirse cennetin kapılarının açılacağına her zamanki içtenlik ve umutla inandığı” sırada, “onun herkesi kendine bağlama merakı yüzünden, açgözlülüğünden, darbeci takımlar birbirine düştü, askeri darbe yattı, yola çıkan tanklar gece radyoevine değil, gerisin geri kışlalarına gittiler” (s. 321).

Babasının komünist olduğu için bütün aileden nefret ettiğini düşündüğü Celâl, darbe kışkırtıcılığı yaptığı günlerde ne ameleleri ne de milleti kandırabilecekleri akıllarına dank edince komünistlerin Yeniçeri usulü Bolşevik ihtilâli hayâline “kan ve kin kokan köşe yazılarıyla” alet olur. “Bu askeri darbeden sonra kurulacak Alaturka Bolşevik Yeniçeri nizamında hariciye vekili ya da Paris sefiri olacaksın diye verilen söze kandığı için, evde kendi kendine Fransızca çalışmaya başlar (s. 41)

Celâl’in, Selim Kaçmaz imzasını taşıyan bir yazısında övdüğü, F.M. Üçüncü’nün binbir zorlukla basmasına yardımcı olduğu Esrar-ı Huruf ve Esrarın Kaybı (1962) kitabındaysa F. M. Üçüncü’ye herkesin beklediği kurtarıcının, “O”nun, daha açık ifadeyle Mehdi’nin kendisi olduğuna inandırdığı görülür: “Bir köşe yazarını düşünelim. Her gün vapurlarda, otobüslerde, dolmuşlarda, kahve köşelerinde ve berber dükkânlarında, yurdun dört bir yanında yüzbinlerce kişi tarafından okunan bir köşe yazarı, Mehdi’nin yol gösterici gizli işaretlerini yayabilecek kişiye iyi bir örnekti. Esrarı bilmeyenler için bu köşe yazarının yazılarının yalnızca tek bir anlamı olacaktı. Görünen düz anlamı. Mehdi’yi bekleyenler, şifrelerden, formüllerden haberli olanlar ise, harflerin ikinci anlamlarından yola çıkarak gizli anlamı da okuyabileceklerdi. Sözgelimi, Mehdi, ‘Kendimi dışarıdan seyrederken düşünüyordum bunları…’ diye bir cümle koyarsa yazısının içine, sıradan okurlar bunun görünen anlamının tuhaflığını düşünürken, harflerin esrarından haberli olanlar, bu cümlenin bekledikleri özel tebliğ olduğunu hemen anlayacaklar ve ellerindeki şifrelerle kendilerini yeni, yepyeni bir hayata ve yolculuğa çıkaracak serüvene atılacaklardı” (s. 310).

En iyi okuru F. M. Üçüncü, darbeci subayları nasıl ayarttığını telefonda Celâl’e uzun uzun anlatır: “En kötü günde bile, sefaletin içinden bizi çıkartacak birisi belirebilirdi. Daha önce, belki de yüzyıllarca önce yaşamış olan bir kurtarıcının yeniden dönüşü, bir başka biri olarak dirilişi olacaktı o kişi, Mevlâna Celâleddin ya da Şeyh Galip ya da bir köşe yazan olarak beş yüzyıl sonra bu sefer İstanbul’a geri geliyor! Sen bunlardan sözederken, kenar mahallelerde çeşme başlarında su bekleyen kadınların hüznünden ve eski tramvayların koltuk arkalarındaki ahşaba kazınmış acıklı aşk çığlıklarından sözederken sen, yazdıklarına inanan genç subaylar vardı. İnandıkları bir Mehdi’nin yeniden gelişiyle bütün bu hüznün ve sefaletin biteceğini ve bir anda her şeyin düzene konacağını düşünüyorlardı. Onları inandırdın! Onları tanıdın! Onlar için yazdın!” (s. 270) Ama aynı telefon konuşmasında, bu miskin ülkeyi adam edecek askeri harekâta ihanet ettiği için değil, onun yüzünden rezil olan o yurtseverlik işine girişen o gözüpek subaylarla, sürüm sürüm süründürülen o mert insanlarla sonraları alay ettiği, üstelik yazılarıyla kışkırttığı bu maceraya, onlar kelle koltukta girerken ve saygı ve hayranlıkla ona kapılarını ve darbe plânlarını açarlarken oturduğu koltukta rezil ve sinsi hayâllere daldığı (s. 366) için Celâl’i öldüreceğini açıklar.

 F. M. Üçüncü’nün baştan çıkardığı karısı Emine de Celâl’in beklenen kurtarıcı olduğuna inandığı için ayartılmıştır: “O kurtuluş günü uzak değil, değil mi? O kurtarıcı kim? Ben de onu bekliyorum. ‘O’ sensin. Biliyorum. Daha pek çok kişi biliyor. Bütün esrar sende. Beyaz atın üzerinde değil, beyaz Cadillac’la geleceksin. Herkes bu rüyayı görüyor.” (s. 364)

Şişli Meydanı Cinayeti’nin çözülmesinin millî bir davaya dönüştüğü günlerde bir yarbay Celâl’in Anadolu’da kurduğu yeraltı okur ağı hakkında şu bilgileri verir: “Gizli Anadolu yolculuklarında Celâl, bu ‘irticai kalıntılar’la ilişki kurmaya çalışmış, Konya’nın kenar mahallelerindeki bir araba tamircisinde ya da Sivas’ta bir yorgancının evinde birtakım uykudagezerlerle buluşmayı başarmış, kıyamet gününün işaretlerini yazılarına koyacağını, ama beklemeleri gerektiğini söylemiştir onlara. Tepegözlerden, suları çekilmiş Boğaz’dan, kılık değiştiren paşalardan, padişahlardan sözettiği yazılar işte bu işaretlerle kaynaşıyordu.” (s. 435)

En yakınındakilerden başlayarak tanıdığı kadınları ayartan bir kadın avcısıdır: Yakışıklı bir adam olmasa da (Hollywood yıldızı Edward G. Robinson’a uzak bir akraba kadar benzer. s. 439)  kadınlar üzerinde büyülü bir tesiri vardır Celâl’in. Ama Celâl bilhassa “ev kadını” denen o “bıktırıcı kocasından başka erkek görmez” ve “kimliksiz” kadına özel bir ilgi duyar (s. 133). Evli ve çocuklu kadınlarda cinsellik bulmanın son derece tehlikeli olduğunu bile bile naylon çorap üzerinde gidip gelen tırnakların çıkardığı vızıltıyı yazar (s. 341). Sırf kendisini çok sevdiği için kocasının ve çocuklarının yanına geç dönmeyi göze alarak Cihangir Parkı’nın çıplak ağaçlarına bakan tek odalı evden çıkıp taa Beyoğlu’ndan ona bir çakmak almaya giden buğulu gözlü kadını anlatır (s. 347).

Herkesin birbirine pek yakıştırdığı amca çocukları Galip ile (ikinci evliliğini yapan) Rüya’nın evlilikleri hakkında olumlu bir düşüncesini öğrenemediğimiz Celâl, köşesinde akraba evlilikleriyle ve avukatlarla alay eden yazılar yazar. Pamuk’un, hayatı inanılmaz bir tevekkülle karşılamasına gıpta ettiğini söylediği (avukat) Galip, ilginç biçimde, bu yazılardan hiç gocunmamış veya kuşkulanmamış gibidir. Oysa, ünlü “Boğaz’ın Suların Çekildiği Zaman” yazısı yıllar sonra tekrar yayımlandığı ve Rüya’nın evden kaçtığı günden başlayarak Celâl’i de hiçbir yerde bulamaz. Başta bundan şüphelenmez ancak karısını arayışının beşinci gününde gittiği gazete binasında hikâyesini Neşati’ye anlatırken Rüya’nın Celâl’e kaçtığını anlar. O da tıpkı karısı Celâl için evi terk eden F.M. Üçüncü gibi karısının Celâl’e kaçtığını biliyordur ama bildiğini bilmiyordur. O da F.M. Üçüncü’nün yaşadığı gibi ani bir aydınlanma anında Celâl’in yıllarca kendisini gözetlediğini, ama hemen ardından Galip’i değil, Rüya’yı gözetlediğini anlar. Galip, bir zamanlar bir iki kere Rüya ile Celâl’i gizlice gözetlemiş ve hiç beklemediği bir şekilde korkmuştur. (s. 390) Peki ikisi arasındaki ilişkinin sırrı nedir? Cevap, tabii ki bütün romanın kalbi Şehzadenin Hikâyesi’ndedir: “Tanıdığı kadınlar içinde ‘en özelliksiz, en renksiz, en suçsuz ve en zararsız’ olduğunu yazdırdığı Leyla Hanımı, bu özellikleri yüzünden ona âşık olamayacağına inandığı için, görmeye başlamıştı en çok. ‘Şehzade Osman Celâlettin Efendi, ona âşık olamayacağına inandığı için korkusuzca Leyla Hanıma yüreğini açabilmişti,’ diye yazmıştı Kâtip bir gece; (…) ‘Ama korkusuzca yüreğimi açabildiğim tek kadın olduğu için de hemen ona âşık oldum,’ diye eklemişti Şehzade. ‘Hayatımın en korkunç dönemlerinden biriydi’” (s. 415) .

Telefonun diğer ucundaki Celâl’le konuştuğunu zanneden F.M. Üçüncü’nün, “Üvey kız kardeşinle buluşup onunla sabahlara kadar her şeyle alay edebilmek için, en saf, bizi biz yapacak en katıksız hikâyeyi, söyleyivermek için, avukat kocasına ne oyunlar ettiğinizi de biliyorum. Avukatlarla alay eden yazılarına cevap veren öfkeli kadın okurlarına aslında onlardan sözetmediğini söylerken ne kadar haklı olduğunu da.” (s. 352) demesi Galip’i sarsmaz. Ancak Celâl’in gizli evinde oturduğu koltukta, boynunda kendisine son doğum gününde aldığı Hitit Güneşi’yle Rüya’nın mutlu bir kahkaha attığı fotoğrafı görünce aldatıldığını gözyaşları içinde kabul eder: “Aldatılmak, aldatılmaktır!” (s. 389-390).

Yine de F.M. Üçüncü’nün hali Galip’e göre çok daha acıklıdır: Darbeyi planladıkları günlerde kabak kafalı albayı Nişantaşı’ndaki evlerinden birine çağırır. O iki katlı taş evde, bir akşamüstü ona yalnızlıktan şikâyet eder. İstediği zaman kendisini aramasını söyler (s. 183-184). F.M. Üçüncü daha sonra o evi hafızası gittikçe kuraklaşan Celâl’e kendi cümleleriyle hatırlatır: “1962 yılının mayısında Kurtuluş’un arka sokaklarındaki bir evde inanılmaz bir öğle sevişmesinin ardından uyandığımda, yanımda çıplak yatan kadına derisinin üzerindeki iri benlerin üvey annemin benlerine benzediğini söylemiştin” (s. 346). Hatırladığı kadın tabii ki F.M. Üçüncü’nün karısı Emine’den ve sözünü ettiği ev de Celâl’in kendisini ağırladığı Kurtuluş’taki evden başkası değildir.

Bahsi geçen evde Emine’yle Celâl “tam beş kere” (s. 363) buluşurlar. Karısının elinden kaptığı telefona defalarca “Seni öldüreceğim!” diye bağıran F.M. Üçüncü, “Çünkü kendisine körü körüne tapan birinin karısını elinden almazdı benim inandığım ve okuduğum kişi.” (s. 375) derken öfkesinden çok hayal kırıklığını dile getirir.

Türk Edebiyatının İlk Gerçek Demon’u

Şerif Mardin ilk kez 1984’te Toplum ve Bilim dergisinde ortaya attığı, 2000’de bir sempozyum sebebiyle tekrar dolaşıma giren önemli tespitinde[7] Türk edebiyatında gerçek kötülüğün olmadığını ileri sürmüş, tespit ayrıca Türk yazarların Nobel alamamasını buna bağladığı için çokça tartışılmıştı: Türk kültür sahnesinde kötünün, insanın karanlık yönünün (bir otosansür mekanizması ile) bastırıldığı ve Türkçeleştirilemeyen demon’un ve buna bağlı “şeytani yaratıcılığın” (Mardin “uçmak” diyordu) temsil ettiği gizil gücün imkânlarından yararlanıl(a)madığı yönündeki tezi, Mardin’in ne kadar öngörülü bir tespit yaptığını Pamuk’a verilen ödülün gerekçesini tekrar hatırladığımızda bugün daha iyi görebiliyoruz: Jüri, ödülü Pamuk’un bütün eserlerine verdiğini ancak en çok Kara Kitap romanından etkilendiğini beyan etmişti. O günlerde yapılan tartışmalarda, mesela, konunun niçin Nobel edebiyat ödülünü alamıyoruz düzleminde devam eden kısmına, PEN yazarlar birliğinin o dönemki başkanı Alpay Kabacalı, kültürel sebeplerden ötürü hayal gücüne ket vuran, yaratıcılığı örseleyen oto sansür argümanına karşılık, devlet sansürüne ve hapiste ya da yargılanmakta olan yazarlara dikkat çekmişti. Pamuk, Türk yazarların iyi bildikleri konular hakkında yıllar yılı aynı romanları nasıl mutlu mesut ürettiklerini “1970-80 Arasında Roman” ve “Türk Romanı” adlı yazılarında ele aldığı için Alpay Kabacalı’nın iddialarını ayrıca tartışmayacağım. Görüş bildiren isimlerin çoğunluğu, bu “yok tespiti”ne tepkilidirler.[8] Var’a gösterilen örnekler (Nahit Sırrı Örik’in Seniha’sı, Ahmet Hamdi Tanpınar’ın Suad’ı, Yusuf Atılgan’ın Zebercet’i, Oğuz Atay’ın Hikmet’i) arasında Celâl Salik yoktur tabii ki. Tartışmanın ikinci kez alevlendiği yıllardan bugüne Celâl Salik’in yanında çocuk kadar masum kaldığını düşündüğüm karakterlerin habisliği, bayağılığı, anti-kahramanlığı vs. hakkında epeyce yazı okuduysam da başta da belirttiğim gibi, (şeyh-mürit; Celâl-Galip bağlantısı dışında) Türk edebiyatının bu en derinlikli, karanlık ve karmaşık karakterine odaklanan bir yazıyla -şahsen- karşılaşmadığım için kaleme aldığım bu yazıyı bir bütünlüğe kavuşturmak üzere son kez “Ünlü Köşe Yazarı”mıza dönelim.  

 Şişli Meydanı Cinayeti’nin ardından Celâl’in saklandığı eve Galip’le beraber giren Celâl’in acılı babası, Melih Amca, Celâl’in hep yanlış fikirlere kapıldığını söyler. Şehrikalp Apartmanı’ndan atıldı, babası yeniden evlenince annesiyle kendisine kötü davranıldı diye bütün aileden intikam almak gibi tuhaf bir tutkuya kaptırmıştır kendini. Oysa babası, onu da en azından Rüya kadar sevmiştir (s. 430, Vurgu bana ait). Galip ise, bu evi ararken, aradığı yerin Şehrikalp Apartmanı olması gerektiğini şu mantıkla düşünmüştür: “Kendi geçmişine, kaybetmekte olduğu hafızasına bu kadar bağlı olan Celâl’in çocukluk ve gençlik yıllarında oturduğu apartman dairesini yeniden kiralamasından ya da satın almasından doğal ne olabilirdi? Böylece bir zamanlar kendisini oradan uzaklaştıranlar, şimdi parasızlık yüzünden arka sokakların birindeki tozlu bir apartmanda çürürken, kendisi kovulduğu yere zaferle geri dönmüş oluyordu” (s. 224). Galip, böyle bir zaferi Rüya dışında bütün aileden saklamasını ve ana caddede yaşamasına rağmen izini kimseye belli etmemesini de tam Celâl’e göre bulmuştur.

Yukarıda anlattığımız karanlık taraflarının yanında Celâl, daha sonraki yıllarda çöken bir ailenin tutunamayacağı katlara zaferle geri dönüşüyle edebiyat tarihinin en kötücül karakterlerinden Heathcliff’i akla getirir hemen. O da Heatcliff gibi aşağılandığına, sevgiyle bağlı olduğu yuvadan kovulduğuna inanır ve yıllar sonra döndüğü evin bütün kirli tarihini yazılarında ifşa ederek intikamını alır. Yalnız bu bile Celâl Salik’i edebiyatın kötüler ligine dâhil etmeye yeter. Ancak Celâl’in asıl kötücül dehası ve nüfuz edilmez karanlığı edebiyatın en temel meselelerinden birinden gelir.

Eleştirmenlerin ödipal bir roman olduğunu söyledikleri Kara Kitap’ta Celâl, mitik hikâyeden ve söz konusu mitolojiyi kullanan bütün eserlerden farklı olarak baba, ‘baba cinayeti’nin zeminini oluşturacak bütün şartları kendi eliyle hazırlar. Hayır, bu cümleden Baba Karamazov gibi kendi ölümüne giden yolun taşlarını korkunç karakteriyle döşediğini söylemiyorum. Celâl, “bir satranç oyununu tasarlar gibi” (s. 390) kendi yerine geçecek yazar olarak belirlediği andan itibaren Galip’in en ideal biçimde yetişmesini ve en sonunda kendisini de yok ederek ‘baba’nın yerini almasını istemiştir. Ancak baba (Celâl) tarafından belli bir yere kadar tuzağa çekilen oğul (Galip), babanın oğul tarafından işlenmesini istediği cinayeti bir başkasına işletmiş, Ulysses hakkında ileri sürülen Katolik Teslis (Baba-Oğul-Kutsal Ruh üçlemesi ile Leopold-Stephen-Molly üçlemesi) inancına benzer biçimde bunu Celâl-Galip-F.M.Üçüncü üçlemesindeki F.M. Üçüncü eliyle yapmıştır. Karısını, kendisini evde bekler zanneden ama küçük bir hesap hatasıyla onun da ölümüne neden olan Galip’in, Celâl’in cesedini gördükten sonra “Her şeyi tereyağından kıl çeker gibi hallettim galiba” (s. 422) diye düşünmesi bu yüzdendir. Oğuzertem’in de tespit ettiği gibi, bu yanıyla Kara Kitap, ödipal anlatıyı mükemmelleştirmiş ve modern Türk romanını bir sınıra getirmiştir.”[9] Önündeki tek otorite olan Celâl’i öldürerek yazarlığını ispat eden Galip gibi Pamuk, Kara Kitap’la edebiyatın kendinden önce varılmamış karanlık sınırlarına ilk kez ayak basarak, kötülük sularına ilk kez girerek ‘edebi babaları’nın ilerisine geçebilmiştir.

Şerif Mardin, “Yazılarında iyi-kötü kişiliğinin iki taraflı keskin bir kılıç, iç içe geçmiş iki öğe olduğunu anlamayan romanda, kahramanın içinde saklı olan iyilik tarafının eninde sonunda her şeye rağmen ortaya çıkmasından bahseden yalın muhayyileli yazar zaten Nobel ödülü kazanamaz.”[10] dediğinde, Nobel edebiyat ödülünün bir ülkenin edebiyatçılarının yalın muhayyileli olup olmadıklarının ölçütü olamayacağı söylenerek karşı çıkıldı.[11] Bu tabii ki haklı bir itirazdı. Ancak ortada bir gerçeklik de var: Suad’ın “çeviri intiharı”, Hikmet’in kinik huysuzluğu mudur bizim yaratıcı dehamız? Bize özgü olanın esrarı buralarda mı saklıdır?

Kişisel olarak, Türk edebiyatında yazılmış en iyi düzyazı örneği olarak gördüğüm “Şehzadenin Hikâyesi”, Doğu-Batı meselesi dâhil, bizi biz yapan dertlerimizin, yenilgilerimizin, iyiliğimizin, kötülüğümüzün, “Türk hüznü”müzün esrar duygusuna dönüştüğü bir codex secretorum’dur. Celâl ile Galip’in bu ortak metni, Celâl’in kendi kendine sık sık hatırlattığı, Karslı attarın ballanmış anıları hatırlayan bir ihtiyar gibi hatırladığı, Belkıs’ın Galip’e uykuyla uyanıklık arasında anlattığı, Türkân Şoray taklidi hayat kadınının Galip’in kulağına fısıldadığı, Galip’le beraber bütün milletin bilinçdışında taşıdığı, en korkunç travmalarımızın, en gizli arzularımızın içine gömüldüğü millî bir destandır.

Burada örneklerle uzun uzadıya anlatmaya çalıştığım “edebiyatımızdaki ilk gerçek demon” konulu yazıyı, Kara Kitap’ın kendisi hakkında yazılacaklara önden cevaplar verdiği ve kendi geleceğine göndermeler yaptığı “Üç Silahşörler” bölümünde bıyıklı Şehrazad’lardan birinin çiçeği burnunda genç bir gazeteciyken Celâl’e verdiği öğüdü hatırlatarak bitirelim: “Unutma, sen hem şeytansın hem melek, hem Deccal’sin hem de O. Çünkü okurlar bütünüyle kötü ve bütünüyle iyi birinden sıkılırlar hep” (s. 93).

Kara Kitap, Türk edebiyatının en önemli roman çizgisi olarak gördüğüm Mai ve Siyah, Yaban, Huzur, Saatleri Ayarlama Enstitüsü, Tutunamayanlar, Anayurt Oteli, Tehlikeli Oyunlar çizgisinden el alan, ancak karanlık, eksantrik ve diyabolik yazar kahramanı Celâl Salik, henüz Galip’ten başkasına el vermediği için 35. yılında da aşılamamış bir roman.


[1] Bütün alıntılar, Orhan Pamuk, Kara Kitap, 29. Bs., İletişim Yayınları, 2002’den yapılmıştır.

[2] Orhan Pamuk, “Kara Kitap Tartışmaları’na Önsöz”, Kara Kitap Tartışmaları, 2021, s. 9.

[3] Kara Kitap Üzerine Yazılar, Haz. Nüket Esen, İletişim Yayınları, 2013,

[4] Handan İnci, “Kara Kitap’ı (Yeniden) Okumak İçin 25 Neden”, Kara Kitap Tartışmaları, s. 18, 2021.

[5] Metin Celâl, Siz Hâlâ Kitap Okuyor musunuz? Edebiyat Haber, https://www.edebiyathaber.net/siz-hala-kitap-okuyor-musunuz-metin-celal/ Erişim tarihi: 20.11.2025.

[6] Orhan Pamuk, Kara Kitap 25 Yaşında, 3. Bs. YKY, 2021, s. 497.

[7] Şerif Mardin, “Aydınlar Konusunda Ülgener ve Bir İzah Denemesi”, Toplum ve Bilim, sayı:24, 1984,  s.9-16; Mardin’in 17-18 Kasım 2000 tarihli, “Modernleşme, İslam Dünyası ve Türkiye” konulu konferansta sunduğu bildirinin kısaltılmış versiyonu için bkz. Şerif Mardin, “Hayalgücümüz Sansürlü” Milliyet Gazetesi, 24 Kasım 2000. https://www.milliyet.com.tr/the-others/hayal-gucumuz-sansurlu-5301210 Erişim tarihi: 25.11.2025.

[8] Nurdan Gürbilek, Kötü Çocuk Türk, Metis Yayınları, 2016.

[9] Süha Oğuzertem, “İktidarı Öven Galip: Modernist Roman(s)ımızın Çerçevesi ve Ödipal Anlatının Sınırları”, Eleştirirken-Modern Türkçe Edebiyat Üzerine Yazılar, İletişim Yayınları, s. 207-240.

[10] Şerif Mardin, “Hayalgücümüz Sansürlü”.

[11] F. Cihan Akkartal, “Yaşasın Kötülük!”, Canavar Firarda. Yaşasın Kötülük! – Canavar Firarda Erişim tarihi: 25.11.2025.

Yorum yapın