
Bir hayaleti öldürmek kaçıncı dereceden cinayet sayılırdı? Ve bu hayaletin başkalarına görünürken melek suretine bürünmesi, suçun ağırlığını alır mıydı? Peki ya evlerimizde yaşaması? Gölgesi de ne hikmetse hep kadınların üzerine vururdu. Tabii bu onun da bir kadın olduğu gerçeğini değiştirmeye yetmiyordu. Ne yaşanırsa yaşansın anlayışlı, dili hep tatlı ve her daim kendini feda etmeye meraklı bir kadın. Ama adı yoktu onun. Daha doğrusu hizmet ettiği sistemde bunun bir önemi yoktu. Yine de ona melek diye seslenenler vardı. Evdeki Melek. Ve o da en çok böyle söyleyenleri kanatları altına aldı. Yoksa nasıl hayatta kalacaktı? O hayatta kalacaktı ki kadın gerçekte neler başarabileceğini unutacaktı. Yaşaması ancak onu öldürmesiyle mümkün olacaktı. Ama hayaletleri öldürmek de gerçekleri öldürmek kadar zordu. Tıpkı hayalleri öldürmek gibi.
Bu sahte meleğin kanatlarına ilk yapışan da Virginia Woolf’tan başkası değildi. Ya da o zamanlar bunu yapmaya bir tek onun cesareti yetmişti. Kendini bir anda meleğin gırtlağında bulduğunu da o söylemişti. Ve öldürene kadar sıktığını da. Bu suçtan mahkemeye çıkarsa öz-savunma gerekçesini kullanacaktı. Çünkü onu öldürmese, o Woolf’u öldürecekti. Yazarlığının kalbini söküp alacaktı. Elinden kalemini uzaklaştırıp, aklını karıştıracaktı. Belki de tamamen boşaltacaktı ve onu da evdeki meleklerden biri yapacaktı. Hayattan elini çekmiş, sesi olmayan, sadece yanındakilerle var olan bir melek. Ama o buna direnmeyi seçti. Dur diyene karşı yazmayı, gel diyene karşı kendi iradesini kullanmayı. Bunu önce elinde kalemle küçücük bir odada oturan çocukluğu için yaptı. Sonra da eline kalem alacak bütün kız çocukları için…
Aslında o kız çocuklarının hakkıyla yaşaması için yapması gereken de direnmekti. Çünkü hayata bile aynı karından çıktığı kardeşiyle yarışarak başlıyordu. Ki hayat denilen de kardeşi gibi erkeklerin kurduğu bir oyun sahasının ortasına çıkıyordu. Kadınların her maçı deplasmanda oynaması gerekiyordu. Fırsat eşitliği kulaklarımızın kendi kendine yarattığı bir hayalden ibaretti. Kadın için okumak fazlaydı. Çalışmak baştan yanlıştı. Ve kendine ait hayalleri asla olmamalıydı. Geleceği bile sadece evlilik üzerinden örülüyordu. Haliyle hayattan payına düşene ortak çok oluyordu. Pişirdiği yemek bile ertesi sabah olmadan bitiyor, doğurduğu da büyüyüp gidiyordu. Kendine ait hiçbir şeyi yoktu sanki. En çok da zamanı ve cesareti. Zaten bunları özellikle elinden almışlardı. Yoksa ona nasıl melek kanatları takacaklardı?
Oysa tek bir oda yetiyordu kadına. Sadece kendine ait bir oda. Ama bugün bile onun kapısına varmak zordu. Tıpkı ardından kapatmak gibi. Melek yüzlü hayaletler işte en çok bu kapıları açmaya çalışan kadınlara musallat oluyordu. Onları yönlendirip, yollarından çıkarmaya çalışıyordu. Bizden önce o yollarda yürüyen kadınlar, onları yok etmenin bir yolunu bulsa da ayaklarımıza hala taşlar takılıyordu. Kadınların yazdığı kitapların üzerinde artık kendi adları özgürce basılsa da sayfalar asla yetmiyordu. Oysa onlar, yazan kadının kendini hayatta en özgür hissetmesi gereken yerdi. İncecik bir kâğıt bazen koca bir dünyaya bedeldi. Ama o sayfayı en iyi dolduranlar bile “Bir kadının eseri olamayacak kadar zekice” diye eleştirilmişti. Ki bu söyleyene göre bir başarı ifadesiydi.
Bu cümlenin kimin dudaklarından çıktığını belirtmek de gereksizdi. Çünkü tarih bile erkeklerin hükmündeyken, söylenen ancak onlara yakışacak bir cüretin eseriydi. Zaten kadınların elindeki kalemi isteyen de o cüretti. Ve alamadığında o kalemden dökülenleri değersizleştirmeyi amaç edinen. Onlardan kadınların küçük harflerinin taşıdığı anlamları görmesini bekleyemezdik. Bir kelimenin bin mana getirdiğini. Cesaretin de en çok bunu sevdiğini…
Evet, belki de en cesur kadın bir katildi. Ona diretilen hayatı öldüren bir katil. En güzel suç aleti de kalemden başka bir şey değildi. Kadının kalemi onu geri çekmeye çalışan bütün hayaletlere rağmen yazdı. Yazacak da. Çünkü sözün uçtuğu yerde yazı kalırdı. Yazmak bu derdin en büyük devasıydı. Ve bunu yaparken başını kâğıda eğmek de aslında bir nevi başkaldırıydı. Kadının mahrum bırakıldığı hayatın kapısını zorlaması… Bizden önce yürüyen Woolf gibi kadınlar, o kapıyı aralamasa belki içeri adım atamazdık. Ama işte buradayız. Kâğıdımızla, kalemimizle. Öldürdüğümüz hayaletlerin görmek istemediği düşlerin içinde.

















