John Berger: “Neoliberalizm ekonomik faşizmdir” | Emek Erez

Ocak 3, 2017

John Berger: “Neoliberalizm ekonomik faşizmdir” | Emek Erez

emek-erezYazarlarla yapılan söyleşilerin onları yakından tanımaya vesile olduğunu düşünürüm. Özellikle söyleşiyi gerçekleştiren kişi yazarı yakından takip eden, ustalıkla sorular hazırlayıp, yazarın derinlerine inebilen ve söyleşiyi resmi boyuttan muhabbet boyutuna getirebilen bir ortamı oluşturabilmişse, okuyucuya keyifli bir sohbetin ortasına düşmek kalır. Metis’in diyaloglar serisi bu bahsettiğimiz durumu gerçekleştirebilmiş bir dizi. Geçtiğimiz günlerde yayınlanan John Berger ve Yücel Göktürk arasında gerçekleşen “İstanbul’dan Gelen Telefon” adlı söyleşi de bahsettiğimiz özellikleri taşıyor. Bu söyleşinin bir özelliği daha var ki o da müzik eşliğinde gerçekleşmesi. Neredeyse konuşulan her konunun başına Berger’in yaşamında önemli yere sahip olduğu düşünülen veya Yücel Göktürk’ün konu ile ilişkilendirdiği bir şarkı eklenmiş. Böylece okur da bir anlamda şarkılara eşlik ederek muhabbete ortak olacak bir konuma taşınmış.

Söyleşilerin, yazarlar hakkında ilginç bilgiler edindirmek gibi bir yönü de var. Bu kitapta da bunu görebiliyoruz. Örneğin: Zapatista liderlerinden Marcos’un Chiapas’lı çocuklara Berger’in kitaplarını okuduğunu biliyor muydunuz? Berger, özellikle köylüler hakkında yazdığı üçlemeyi (Bir Zamanlar Europa’da, Leylâk ve Bayrak, Domuz Toprak) Marcos’un çocuklara okuduğundan bahsediyor ve kendisinin onunla yüz yüze gelme öyküsünü anlatıyor. Bu anlatıdan; Berger’in Marcos’a çok saygı duyduğunu, onun yeni bir siyasi dil geliştirdiğine inandığını, özellikle getirdiği zaman perspektifini çok önemsediğini öğreniyoruz. Ve öğrendiğimiz enteresan bir şey daha var ki o da Zapatistlerin sembollerinden birinin neden salyangoz olduğu. Berger, bunun sebebini Marcos’un zamana getirdiği anlayışla ilişkilendiriyor ve şöyle bağlıyor durumu: “Zapatistlerin sembollerinden birsinin salyangoz olması boşuna değil, salyangoz yavaş hareket eder, fakat toprağın sesini dinler. Efsane o ki, insanın kalbine girebilen bir hayvandır. İnsan kalbinin sesini dinler, sonra çıkıp gider, toprağa döner ve dinlediklerini anlatır.” Bu bir bakıma ilginç bir ders içeriyor değil mi? Kendi toplumumuz ya da kişisel yaşamımız için düşündüğümüzde, bu hız çağında kalpleri dinlemeyi unuttuk, toprakla ilişkimiz ise neredeyse sıfırlandı bu mücadele anlayışımızı da etkiledi elbette. Belki de tutulması gereken yol salyangozun yoludur. Kalpleri ve toprağı dinlemek zaman istiyordur ve mücadele zamana dağılacak bir süreç içeriyordur. Marcos’un yapmaya çalıştığı da biraz böyle bir şey sanki ve Berger’in ona saygı duymasının en önemli nedenlerinden birisi bu.

Yücel Göktürk’ün sorusuyla Berger’in “Küresel Hapishane: Ekonomik Faşizm Üzerine Düşünceler” adlı yeni bir metninin olduğunu öğreniyoruz ki kitabın sonunda bu metne de yer verilmiş. Berger’e göre; “Neoliberalizm ekonomik faşizmdir, çünkü dışlanan ve yoksulluğa mahkûm edilen insanlar piyasacıların zihninde “loser”dır, kaybetmeye, başarısızlığa yazgılıdırlar. Ve dünya sadece galipler için yaratılmıştır. “Loser’lar, iki nedenle kaybetmeye mahkûm, çünkü tüketemiyorlar ve üretemiyorlar. Galiplerin yargısı o ki, “mağluplar” alt istanbul-dan-gelen-telefon-kitabi-john-bergerinsanlar. Efendi ırka üstün ırka mensup değiller. Onun için neoliberalizm ekonomik ırkçılıktan başka bir şey değil.” Berger’e nasıl haksızsın denilebilir ki neredeyse insanın varlığını kanıtlamasının tüketmesiyle doğru orantılı olduğu bir çağdan ve iliklerimize kadar işlemiş bir tüketim kültüründen bahsediyoruz. Neoliberal ekonomi politikaları bireyin tüm bedenini nerdeyse tüketim üzerine kurgulamışken ve tüketebildiğin kadar var olabiliyorsan, sistemin istediği boyutlarda tüketemediğinde sadece toplumsal ve ekonomik anlamda değil, bireysel anlamda da bir şekilde kendini yoksun hissediyor, hissettiriliyor ve hâttâ dışlanıyorsan bunun adına gayet tabi ki ekonomik faşizm denilebilir.

Berger hâlâ sıkı bir Marksist olarak görünüyor söyleşide ancak dikkat çektiği önemli bir nokta var. Ona göre: “Marksizm’in 20. Yüzyıldaki yorumunda, egemen tarih yorumunda, zaman ötesi olana, ebedi olana yer yok. İyi ve kötüyü, hayır ve şeri tartıştığınızda etik bir zemin gerekiyor. Bir şeyin iyi veya kötü olduğuna karar verebilmemiz için kendi içinde iyi mi kötü mü olduğuna bakmalıyız.” Marksist tarih anlayışı, tarihsel zamanı daha çok geleceğe veya başka bir deyişle ileriye doğru kademeli şekilde gitmeye odakladığı için şimdi görülmez oluyor belki de. Ve Berger Marksizm’in bu yorumunun felsefi bir boyutta, Spinoza üzerinden tartışılması gerektiğini düşünüyor. Çünkü Spinoza’ya göre ebediyet şimdiki zamanın içindedir, gelecek zamanda değildir. Berger şimdiki zamanın genişliğini ve derinliğini çok önemsediğini belirtiyor ve Spinoza düşüncesinin, Ortodoks Marksizm’in boşluklarını doldurabileceğine inanıyor.

Söyleşinin önemli noktalarından birisini de müzik oluşturuyor. Berger’in müzikle ve bazı müzisyenlerle olan ilişkisini düşünürlerle ya da düşüncelerle kurduğu ilişkiden ayrı tutmadığını görüyoruz bu vesileyle, çünkü ona göre: “Bir rock şarkıcısı pekâlâ bir filozofla kıyaslanabilir, elbette tersi de geçerlidir. Aralarında bir hiyerarşi yoktur çünkü düşüncelerin, duyguların ya da gözlemlerin ifade edilmesi arasında bir fark yoktur.” Bu konuda da Berger’e hak verebiliriz sanıyorum. Tıpkı düşünceler gibi müzikte insanla ve dünyayla ilgili değil midir? Şarkılar da döneminin yasını, sevincini, tasasını ve dünyanın duygusuna dair düşünceleri içerir. Düşünürler de çoğu zaman fikirlerinin zeminini yaşadıkları dönemin olaylarını ve yaşanmışlıklarını gözlemleyerek oluştururlar. Bu genişletile de bilir. Örneğin: Bir yönetmen içinde bahsettiğimiz durumlar geçerlidir. Müzik, herhangi felsefi ya da sosyolojik düşünce, bir roman, bir şarkı, bir film hepsi bir şekilde ortak bir ilişki barındırır ve bu nedenlerle Berger’in deyimiyle aralarında bir hiyerarşi kurmaya gerek yoktur.

Göktürk-Berger söyleşisinde, Berger’in “Goya’nın Son Portresi” adlı oyunundan bir bölüme yer verilmiş. Son günlerde öznel olarak ilgilendiğim yaşatılmış bazı olayların affedilmesinin mümkünlüğü üzerine de çok şey söyleyen bir bölüm bu. Oyunun Berger’in okuduğu kısmında şöyle deniliyor: “ Ne affedilmez biliyor musun? Asla affedilmeyecek eylemlerimiz neler biliyor musun? Kimsenin görmedikleri. Tanrının bile görmedikleri. Failler işledikleri suçları kendilerinden ve başkalarından kelimelerle gizliyor. Kurbanlarına adlar verip, onu yaftalıyorlar…” Bu cümleler, Son dönem yaşadıklarımıza dair ne çok şey söylüyor ve düşündürüyor. Tanrının bile görmediği onca acı, yaftalama, gizlenen onca suç ve buna alet olan kelimeler affedilemeyecek olana dair ne çok şey söylüyor değil mi?

Kısacası Berger-Göktürk söyleşisi bir söyleşi olmanın ötesinde bize, bizim hakkımızda da çok şey anlatıyor. Bahsettiklerimizin dışında da bu muhabbete ortak olmak gerek diye düşünüyorum. Okurken kitapta bahsedilen şarkıları da dinlerseniz, müdahil olabildiğiniz, kendinizi öznesi hissettiğiniz bir okuma deneyimi de yaşayabilirsiniz.

Emek Erez – edebiyathaber.net (3 Şubat 2016)

Yorum yapın