İstanbul: Fethedilemeyen şehir | Gönül Kıvılcım

Haziran 11, 2014

İstanbul: Fethedilemeyen şehir | Gönül Kıvılcım

IMG_0260Sıradan bir Mayıs günüydü. Cihangir’in denize kavuşan merdivenlerinden iniyor, basamaklara hücüm eden yeşil dallar sayesinde arsız baharın müjdecisi baharatlı kokuları içime çekiyordum.

Bulutlar yükünü almış, şehrin başına toplanmışlardı ıslatmaya kararlı. Yağmur birazdan İstanbul sokaklarına ince ince yağacaktı. Geçmişin masal tadında olduğu zamanları bilmiyordum, ama bu masala birazcık olsun yaklaşabilmek için ucu bucağı olmayan şehrin eski semtlerinden birine, Üsküdar’a düşürecektim yolumu.

İstanbul erguvanlardır, eski ressamların soluk renkli peyzajları, vapurlar, iskeleler, Galata Köprüsü’nden sarkıtılmış oltalar, büyük yangınlar, bu yangınlarda yok olmuş binlerce ev, yüzlerce insan, İstanbul surlardır biraz. İstanbul göç, göçün oluşturduğu varoşlar, varoşların hemen dibinde yükselmiş paranın gücünü temsil eden dev binalar, modernite ve arkaiklik ve hepsinin arasındaki derin uçurumlardır. Boğaziçi’ne, tarihi yarımadaya, Haliç’e hâlâ yerinde duran burçların birinden bakmak ve üst üste pasta gibi yığılmış uygarlıkları sezmektir İstanbul.

Kaybolmuş bir tarihtir yer yer şehrin geçmişi. Toprağın altında, hiç ummadığınız yerlerde saklanmıştır, ya da tamamıyla yok olmuştur.  Karaköy’de 1958’de meydan düzenlemeleri sırasında yıkılıp sırra kadem basan ve Kaybolan Camii olarak anılan o cami gibi.

Yine de alelade bir sokaktan aşağı kıvrıldığınızda artık akmayan bir çeşmeyle, boş bir konakla,  sokak levhalarında beliren adlarla birdenbire karşınızdadır şehrin hafızası. Kitaplara masallara kaydedilmiş o kadar çok efsane, peşinden gidilecek öyle çok hikâye, ansiklopedilere girmiş ilginç vaka, araştırılacak kimbilir ne kadar çok gündelik hayat tecrübesi, sefalet ve debdebe vardır ki bir ömür yetmez İstanbul’u anlamaya. Zaten asıl heyecan da buradadır galiba. İşi tesadüflere bırakarak İstanbul sokaklarına dalmakta ve  bizden öncekilerle, sonrakileri hayal ederek Körler Ülkesi’ni, Altın Şehri, Tatavla’yı, eskiden adının Karayköy olduğu iddia edilen Karaköy’ü keşfetmekte.

Üsküdar’ın tarihteki adı, Hrisopolis, yani Altın Şehir. Bir zamanlar Perslerin burada çok güzel bir şehir kurduğu ve çevre halklardan alınan vergilerle zenginleşen bu şehrin Altın  Şehir olarak ün saldığı söyleniyor. Bir başka iddiaya göre ise güneş batarken Sarayburnu tarafından Üsküdar’ın altın rengine bürünüyor olmasıdır semte bu adın verilişinin nedeni.

Boşuna değil yani, İstanbul’un taşı toprağı altın diye bilinmesinin. 

Şaka bir yana, günbatımındaki yansımalarla  gizemli bir renge kavuşan altın semt asıl Haliç’tir benim için. Demek ki herkesin ayrı bir altın şehri var İstanbul’da.

te_01Üsküdar deyince, şehrin curcunasından uzakta, ağırbaşlı, oturup kalkmasını bilen bir karakterin imgesi beliriyor zihnimde. Üsküdar karşı taraftır, Kızkulesi, Kadıköy vapurundan seyrettiğim alçak tepelerdir. Semtteki meşhur camilere çeşitli vesilelerle uğramışlığım vardır gerçi, ama bunların hepsi uzak anılardır. Belki de bu uzaklığı yakına getirebilmek, Üsküdar’da zamanı hissedebilmek için Kabataş’tan motora atlıyor, karşıya geçiyorum.

Salacak’tan başlayıp hafif yukarı yürüdüğümde tepede eski konaklar, Ayazma Camii ve adı semtle bütünleşmiş ressamlardan birinin anısını yaşatan Ressam Ali Rıza Sokağı tabelâsı çıkıyor karşıma. Tarih damgasını vurmuş buraya. Geçmiş yarı örtülü bir perdenin arkasından görünür gibi, bir gösteriyor yüzünü bir kayboluyor.

Üsküdar’dan karşı yakaya bakınca önde Kızkulesi, arkada gökdelenler. Şehrin ruhunu kemiren, dur durak bilmeyen bir hırsı tüm berraklığıyla gözler önüne seren heyulalar. Gökkafesler, yeşile geçirilmiş öteki kafesler… Silueti bozuyor, gözü rahatsız ediyorlar.

Yine de yürüyüş güzergâhlarını süsleyen mor sümbüller var ya. Duvarlardan sarkıyor, çapkın çapkın göz kırpıyorlar Üsküdar sokaklarında. En ufacık esintide mis kokularıyla imdada yetişiyorlar. Bu şehir yenilmez, bir bakarsın yıkılmış ve boş evlerin, çıplak betonun arasından  yeşiller çıkıverir dercesine.

Zamanlar içinde bir zaman.

İstanbul, bırakıp gidemediğim o âşık geliyor, dudaklarımdan öpüveriyor.

Heyecanlanıyorum.

Yağmurlu havanın verdiği uyuşukluk bitiyor. İçim kıpır kıpır. Camileri, türbeleri boş veriyor bu kıpırtının peşinden gidiyorum.

En şahane aşklarımı İstanbul’da yaşadım ben.

Oğlum “seviyorum anne” diye kulağıma fısıldadığında Cihangir göklerinde yıldızlar vardı.

Çengelköy’de, deniz dibindeki taşları saydığım gönülçelen bir kahvaltıyı buluyorum kalbimi açtığımda. Sonra zaman genişliyor, geçmişe dönüyor, Balat’ta kendi yok olmuş yerine garaj yapılmış, bazen kapısında, duvarında bir iki küçük iz kalmış sinagogların peşinden gidiyorum. Erenköy’de, okuduğum kız lisesinin avlusunda naylon çoraplarının kaçığını ojelerle tutturmuş kızlarla yan yana İstiklal Marşı söylüyorum.

İstanbul artık taşradan gelip özlemle kapısını çaldığımız ulaşılmaz bir şehir değil. Soluk aldığım şehir. Benim şehrim.

Benim mi gerçekten? İşte burada durmalı biraz. Fatih Sultan Mehmet‘ten, yani kafamıza kazınmış şu büyük fetihten, meşhur 1453’ten çok önce, kimler kimler fethetmiştir İstanbul’u. Saymaya kalkarsak yoruluruz. Ama bir yakada Galata Kulesi, Dolmabahçe ve saraylar öbür yakada tarihi Üsküdar meydanı, meydana çıkınca iskelenin hemen karşısındaki zarif meydan çeşmesi, yeni Marmaray girişleri… Tüm bunlara aldırmadan akıp giden deli sulardır İstanbul. Boğaz’ın akıntısıdır, uzaktan suyun 26-MANSIYON-RENKLIüstünde küçük fırça darbeleri gibi görünen martılar, balıkçı teknelerinin köpürttüğü denizdir.

Çekingen, ürkek bir sevgili gibiyim söz konusu olan İstanbul ise. Onu kaçırmaktan korkuyorum. İlla benim olsun diye ısrar edersem hepten elimden kayıp gitmesinden. Bu benim kişisel tarihimden kaynaklanıyor olabilir. Şehri geç tanıyışımdan. Doğma büyüme İstanbullu olmayışımdan.  Daha derinlerde başka bir nedenin yattığını hissediyorum oysa. Bunu keşfetmek içinse İstanbul’un kabına sığmazlığını, bir semtinin ötekine benzemezliğini, savrukluğunu, sürekli başka bir yönden esen rüzgârlarını, kimsenin olmadan akıp giden Boğaziçi’ni hatırlamak gerekir.

Galata’yı hatırlamak, Cenevizlileri, Galata surlarını, Balat’tan Kurtuluş’tan göç eden Rumları, Rum meyhanelerini, daha öncekileri, lale zamanlarını, Kadıköy’de yaşayan Kalkedonyalıları, onlardan arta kalanları, Tarlabaşı’nda  bodrum katlarında midye ayıklayan Mardinlileri, Kuştepe’de bakla falı bakan Romanları ve daha nicelerini.

İstanbul’u hatırlamak aslında onun ele geçmezliğini hatırlamaktır. Dolapdere’yi sözgelimi, bildik yerlere benzemeyişini.

Kapalı bir kutu olan Dolapdere’nin bu hiçbir yere benzemezliğini İlhan Berk, “…dünyadaki denizleri, karaları, ormanları, daha nice şeyi, en başta da göğü bulamayacak, bir an NERDEYİM? diye soracak, sonra da kendinizi bırakıvereceksiniz,” diye anlatıyor Pera adlı kitabında.

Bu yüzdendir belki de Nişantaşı’na, Harbiye’ye giderken Dolapdere’ye Tarlabaşı’na “gidemeyişimiz”, yolumuzu oralara düşürmeyişimiz. Bir labirenttir Tarlabaşı. Korkarız o labirentte kaybolmaktan. Roman müziklerini, semtin çıkmaz sokaklarında değil de  bir meyhanede dinlemek yeğdir dürüst olmak gerekirse.

Son yağmurlarda Üsküdar sokaklarının sulara boğluşunu da aynı “fethedilemez”likle izah edebiliriz diye düşünüyorum. Marmaray inşaatı sırasında semtteki dere yataklarına müdahale edilen şehrin bu bencilce kuşatma arzusunu reddi olarak.

Tüm fetih mitlerine rağmen fethedilemeyen şehirdir İstanbul.

Kalbi iki yakada atan şehrin, hepimizin derinden hissettiği tılsımı biraz da bundan kaynaklanıyor olabilir mi, ne dersiniz?

Gönül Kıvılcım – edebiyathaber.net (11 Haziran 2014)

Yorum yapın