Söyleşi serimizin bu haftaki konuğu, Bilgi Yayınevi’nden çıkan “Saat Yönünün Tersine” adlı ilk kitabı ile İrem Üreten.
Kendinizi kısaca tanıtabilir misiniz? Kitaplarla ve yazmakla olan ilişkiniz nasıl başladı?
1984 yılında Ankaralı bir ailenin çocuğu olarak dünyaya geldim, Ankara’da büyüdüm. 2005 Bilkent Üniversitesi İşletme Bölümü’nden mezun oldum, aynı bölümde yöneticilere yönelik MBA programını da 2013 yılında tamamladım. Bunun yanı sıra, ilgi alanım olan Batı Sanat Tarihi konusunda Londra’da bir sertifika programını bitirdim. 15 yılı aşkın süredir profesyonel hayatımda, devlet belgelerinin sahteciliğe karşı fiziki güvenliklerinin sağlanması üzerine üretim yapan çeşitli Avrupa firmalarının temsilciliğini yapıyorum.
Kitaplarla olan ilişkimde en büyük rolü, ilk öykü kitabımı ithaf ettiğim kıymetli dedem Sadık Baklacıoğlu’na veriyorum. Cumhuriyetimizin yetiştirdiği ilk aydın bürokratlardan olan dedemin dünyasındaki en önemli şey kitaplarıydı. Çalışma hayatı sona erdiğinde de gününün büyük kısmını kitaplarının arasında geçirirdi. Edebiyatın insanın önüne kâinatı serdiğini göstermiştir bana. Doğayı, gözlem yapmayı çok seven biri olarak beni de bu tutkusuna ortak ederdi. Uzun yürüyüşlerimizde, o gün için belirlediği bir konuda ders niteliğinde sohbetlerimiz olurdu. Bu konu, çevremizdeki bitkiler de olabilirdi, yıldızlar da, vergi sistemleri de… Onu dinleyerek, etrafa birlikte bakarak, onun görme biçimlerini anlamaya çalışarak donanmaya başlamış olmalıyım. Birlikte izlediğimiz gün batımlarından etkilenerek küçük yaşta ilk tasvirlerimi yazdım. Ufak metinlerimi onunla paylaştığımda beni yazmaya teşvik ederdi. Okul yıllarımda en çok Türkçe ve edebiyatı sevdim. Ortaokul-lise yıllarında münazaralara katılmaktan büyük keyif alırdım ki, bu da bir fikri savunmayı öğretmiş, eleştirel bakış açısı geliştirmemi sağlamıştır şüphesiz.
Bundan on yıl kadar önce Cer Modern’de katıldığım yazı atölyelerinden başlayarak yazma konusuna daha ciddi ve sistematik bir biçimde eğilmeye karar verdim. Emrah Polat, Fadime Uslu ve Ethem Baran’ın birlikte yürüttükleri bu atölye serisi, benim için bir kırılma noktasıdır. Sonrasında buradaki grup arkadaşlarımla birlikte kıymetli öykü yazarımız Ethem Baran’ın peşine düştük, halen onunla atölye çalışmaları sürdürüyoruz. Fadime Uslu ve Doğuş Sarpkaya’da bu yazı yolculuğumda yıllardır yol gösterici oluyorlar bana. Yanı sıra, Semih Gümüş’ten, Murat Gülsoy’dan kıymetli dersler aldım. Elbette, en önemlisi iyi yapıtların eşliğinde, doğru okumalar yaparak… Klasik ve çağdaş sanatı yakından takip etmek de edebi bakış açımı, hikâyelerimi besledi.
Kitabınızın ortaya çıkış öyküsünü anlatabilir misiniz? Fikir nasıl doğdu, kitabın ismine nasıl karar verdiniz, yazma sürecinde neler yaşadınız?
İlk kitap dosyam, bahsettiğim yıllar boyunca yazdıklarım, vazgeçtiklerim, süzdüklerim arasından sıyrılıp çıkanları kapsıyor. Ethem Baran’la okuma ve yazma üzerine çalıştığımız yıllarda dur durak bilmeden, hevesle çok sayıda öykü yazdım. Benim için yeri ayrı olan Notos Dergisi’nin sonunda “Bu resmin-fotoğrafın öyküsünü yazar mısınız?” köşesi vardır. Sözsüz bir sahneye bakarak, ondan ilhamla bir hikâye yaratma fikri benim için çok cazipti. Vazgeçmeden her sayıya öykü gönderdim. Sonraki sayıda yer almaya layık görülmediğinde hem hayal kırıklığı hem de yeni bir öyküye başlamak için taze bir motivasyon hissettim. Sadece bunlar değil elbette. Etrafımızda ön plana çıkan, esin veren, etkileyici, üzücü birçok olay yaşıyoruz. Gözlem alanıma girenlerden bazıları bir fikir tohumuna, bir hikâyeye dönüşüyor. Bir süre aklımda gezdiriyorum, bir öyküye evrilip evrilemeyeceklerini tartıyorum. Çoğunlukla aklımda belirli bir olgunluğa oluşanları masa başına geçtiğimde bir çırpıda yazmaya çalışmışımdır. Bu, o bütünlüğü kaybetmemek için izlediğim bir yol oldu. Sonrasıysa çok daha uzun, bir öykünün defalarca yeniden yazılmasını gerektiren bir süreç. Üstatlarımdan, yoldaşlarımdan aldığım geri bildirim ve eleştiriler öykülerimin açılmasını, katman kazanmasını sağladı. Bazen bu yeniden çalışmalar öyle şaşırtıcı, öyle sürprizliydi ki, olgunlaşma yolunda sezgime kulak vermenin, ilk anda düşünmediğim bağlantılar bulup çıkarmanın, hikâyelerde yepyeni kapılar açabileceğini gösterdiler bana. Yazma işini bu anlamda çok büyülü buluyorum. Benzer biçimde sanatın farklı dalları arasındaki geçirgenliği, birinin bir diğerine el vermesini keşfetmek de çok heyecan verici benim için. Çoğumuz beş duyuya sahip olarak doğuyoruz, onları hakkıyla kullanmayı öğrenmekse ayrı mesele. Edebiyat, işitmeyi dinlemeye, bakmayı görmeye, dokunmayı hissetmeye dönüştürmemizi sağlayan bir alan ve onun verdiği imkânları kullanmaya, sınırlarını zorlamaya çalışmak da işin hem zor, hem de heyecan verici tarafı. Yazmak düşünme alanını genişletiyor. Büyük yazarlara bakıp hayranlık duymamızın yegâne nedeninin de, bunu diğerlerinden daha ustalıkla yaptıklarının ayırdına varmamız bence.
Yazarak düşündüğüm, düşünme biçimimi yazmak yoluyla geliştirmeye çalıştığım meselelerden biri “zaman”. Kitaptaki tüm öyküleri bir araya getiren bir tutkal niteliğinde öne çıktı. Daha doğrusu benim görme biçimimde bu böyle oldu. Buna benzer farklı tutkallar keşfedecektir okur. Bugünden geriye bakan karakterler, doğal olarak geçmişleriyle hesaplaşıyorlar. Çekirdekteki meselenin bellek-belleksizlik olduğu öykülerde dahi bu böyle. Aynı biçimde, geleceğe, kaçınılmaz olana dair neredeyse kehânet halini alan pasajlar da var. Zamansal geçişler; andan geriye, gelecekten ana akışlar… Kitabın adı tüm bunlardan yola çıkışla, ama sezgisel de diyebileceğim bir şekilde “Saat Yönünün Tersine” olarak doğdu. Ben de ona memnuniyetle teslim oldum.
Kitabınızı tamamladıktan sonra yayınevi bulma süreciniz nasıl geçti? Kitabınızı basmaya karar veren yayıneviyle yaşadığınız süreç nasıldı?
Kitabımın tamamlanması, yayıncılığımızın ekonomik zorluklarla boğuştuğu bir döneme denk geldi ne yazık ki. Yayınevimi bulmak birkaç yıl sürdü. Bu dönemde yayınevlerinin bünyelerinde yaşanan bazı istikrarsızlıklardan da nasibimi aldım. Sabırlı olmakta zorlandığım zamanlar oldu elbette. Ne var ki, bu dosyanın artık tamamlanmış olduğuna, er geç iyi bir yayınevi eliyle okura kavuşacağına inancım tamdı. O noktada artık benden bağımsızlaştı. Daha uzun süreler beklemem gerekebileceği fikrine de kendimi alıştırdım.
Çok doğru bir zamanda, köklü bir kuruluş olarak tanıdığımız Bilgi Yayınevi’nin öykü serisine ağırlık vereceğini, bu seriye yoğunlaşmak istediğini duydum. Yoldaşlarımdan biri olan Gamze Efe, Bilgi Yayınevi’nin genel yayın yönetmeni Mesut Örs’le tanışmama vesile oldu. Ellerine gelen dosyaları nasıl ele aldıklarını, adil olabilmek için seçim yapmadan önce dosyaların tamamının okumasını tamamlamaları gerektiğini anlattı Mesut Bey. Uzun yıllar sonra yeniden öykü basmaya başlamanın heyecanını duyuyor, isminin hakkını verecek bir seri ortaya çıkarmak istiyorlardı. Değerlendirme sürecinin sonunda “hayır” cevabını almak da ihtimal dahilindeydi. Ne mutlu bana ki, dosyamı basılmaya değer gördükleri haberi birkaç ayın sonunda geldi.
Şimdi birlikte yol almanın heyecanını ve hevesini duyuyorum. Benim için çok mutluluk verici olansa, yayınevinin de bu heyecanı duyduğunu görmek. Uzun süre beklemenin, kitabın okuruna ulaşması, doğru yeri bulması için kimi zaman bir gerekliliğe düşündüğü inancındayım. Kitabımın Bilgi Yayınevi eliyle değerini bulacağına güvenim tam.
Kitabınızdan biraz bahsedebilir misiniz? Kitapta sizi en çok etkileyen bölüm hangisi?
Kitaptan bahsetmek nasıl mümkün olur bilmiyorum, ancak çok genel bir çerçeve çizmeye çalışabilirim. “Saat Yönünün Tersine” sekiz öyküden oluşuyor. Bellek, kadın-erkek ve insan ilişkileri, kadının toplumdaki yeri, annelik, köklenme meselesi, göç… Ana temalar bunların etrafında şekilleniyor diyebilirim. Zaman konusundan zaten bahsetmiştim. Okur, öyküler arasında gezinirken görsel sanatlara, estetiğe dair unsurlara rastlayacaktır. Dilin kullanımı ve atmosferin oluşturulmasında da estetiği çok önemsiyorum. Okur, öykülerin içinde hızlanıp yavaşlayan ritmin, hikâyenin gerektirdiği farklı anlatıcı kullanımlarının, zaman geçişlerinin farkına varacaktır. Bunlar, öyküleri geliştirirken üzerine titizlikle düşündüğüm meselelerdi: “Elimdeki hikâyeyi nasıl anlatmalıyım?”
Okur için bir öykü veya diğeri kaçınılmaz olarak ön plana çıkacaktır ama yazarın bunu yapması sanırım pek kolay değil. Klişe olacak belki ama çocuklar arasında ayrım yapmak gibi olur bu. Bununla birlikte, her öykünün beni cezbeden yanlarından bahsetmem mümkün. Örneğin, “Olay Yeri”nde polisiye tarzın peşine düşmek, bu arayışta yeni bağlantılar bulmak benim için hem öğretici hem de eğlenceliydi. Bu hikâyede işaret edilen ressamların, heykeltıraşların gerçek hayattaki karşılıkları benim zihnimde mevcut. Yani gerçek kişilerin yaşantılarıyla kurduğum köprüler var, bu gerçeklikler öykünün üzerine yeniden çalıştığım dönemde araştırıp bulduğum şeylerdi. Fantastik unsurlar içeren bir öyküde, gerçeklikle bu bağı kurmak, öykünün buna kapı aralaması müthiş bir sürprizdi, aynı zamanda çok da tatmin ediciydi. Benzer şekilde, “Bir Çift Kumruydu Ellerin”de de kıymetli bir sanatçımıza örtük bir selam veriyorum. “Sagittarius”da selamımı çok sevdiğim Bilge Karasu’ya, “Uzun Sürmüş Bir Günün Akşamı”ndaki üslubunu ufak bir bölümde yankılayarak gönderiyorum. Her bir öyküde yazarken bana heyecan veren öğelerden bahsedebilirim: “Müzikhol”de yaşamadığım, geçmiş bir döneme dair kurduğum şehir ve mekân atmosferinden, bir tabloyu genişleterek yarattığım karakterlerden, “Oyun”da anlatı ritminden, “Filmin Sonu”nda gerilim atmosferinin yanı sıra mitolojik olanla kurduğum bağlantıdan, “Sıkışma”da henüz tanımadığım annelik ve iyi tanıdığım kadınlık meselesi üzerine düşünmekten, “Sagittarius”da doğaya dair olanı imgeleştirmekten ve bunlar arasında bağlantılar kurmaktan, “Sessizce”de biri masalsı olan iki hikâyeyi paralel biçimde yürütmekten… Elbette hepsinin çekirdeğinde dile getirmeyi amaçladığım meseleler var. Bundan sonrasını okura bırakmaksa daha doğru geliyor.
Bununla birlikte yazarı etkisine altına alan, o büyülü tarafı ele almak isterim. Öykü fikri doğduğunda yazar bir tohum ekiyor, sonra tohumu büyütmek için elinden geleni yapıyor elbette. O bitkinin büyüyüp serpilmesi, çiçeklenmesi için yine de kendine ait bir iç dinamiği olsa gerek. İşte öyküdeki iç dinamik bazen yazarın yolunu kendiliğinden aydınlatan bir hâl alıyor. Anlatıcı, imgeler, ana temayla kurulan bağlantılar, hikâyeyi zenginleştiren unsurlar, o öykü üzerine düşünüp yazarken su yüzüne çıkıp tamamlanıyor… Burada sadece sistematik olarak gelişmeyen, sezgisel bir ilerleyişten bahsediyorum. İşte bu unsurlar bir araya gelirken, bazen iç sesiniz doğru yolda olduğunuzu hissettiriyor. Yazarın kalbini hızlandıran, tamamlandığında içine bir genişlik yayılmasını sağlayan da bu olmalı.
İlk kitabı yayımlamanın en büyük heyecanı ve en büyük zorluğu neydi? Kitabınız yayımlandıktan sonra aldığınız tepkiler nasıldı?
Benim için çok büyük bir heyecan, uzun yıllara dayanan bir emeğin ve sabırlı bir bekleyişin ardından kitabın okurla buluşması. Bundan daha güzel olansa zaman geçtikçe kıymetli okurdan aldığım geri bildirimler, okurla kurmaya başladığım bağ. Kimi zaman o okur, çok heyecan verici bir biçimde, benim de severek okuduğum bir yazar, eleştirmen, editör oluyor.
Bahsettiğim gibi, “Saat Yönünün Tersine” uzun bir bekleyişin ardından geldi. Yayınevi arayışı ve bekleme süreci, ilk kitabını yayımlama yolundaki birçok yazar için ortak, çoğunlukla yorucu da olabilir. Tamamladığınız dosyanın rüştünü ispatlaması için bir yayınevinin onu sahiplenmesi, okurun da bir takdir göstermesini bekliyorsunuz, bu da bana göre son derece insani bir beklenti. Her halükârda bitmiş ve yazarının içine sinen bir dosyanın yolunun sabırla aranması gerektiğini düşünüyorum.
Artık okuruyla buluşmuş olan “Saat Yönünün Tersine” içinse artık bir zorluk hissetmiyorum. Temennim mümkün olduğunca çok okura ulaşabilmesi, satırlarımın arasında ne kadar çok insanla buluşabilirsem o kadar güzel. “Saat Yönünün Tersine” benim elimden çıktı, okurundur. Zambra’nın çok sevdiğim sözündeki gibi “yazmak yüzünü göstermekse” eğer, okurun karşısına çıkan yazar bu cesareti gösteriyor bir defa. Demek ki, iyisiyle kötüsüyle, metne dair her türlü geri bildirime, eleştiriye de hazırlıklı olmalı.
İlk kitabın yayımlanmasından sonraki aşamada yazar için esas mesele bana göre okura sunacağı bir sonraki kitap. Yazdıklarınıza değer veren okuru hayal kırıklığına uğratmayacak ölçüde, ona saygı duyarak daha iyisini ortaya koymaya çabalamak. Elbette sürekli bunu düşünerek kalem oynatamam, sadece aklımdaki yeni fikir tohumlarıyla veya gelişmekte olan farklı hikâyelerle bir başka dosyayı içime sinen noktaya taşıyabilmektir amacım.
Kitabım henüz bir aylık, oldukça yeni. Buna karşılık okunduğunu ve kıymet verildiğini, bana dönüşlerden anlıyorum. Bu çok mutluluk verici. Dikkatimi çeken bir başka mesele, her okur için kitaptaki farklı bir öykünün ön plana çıkması. Onların aynı öyküleri işaret etmemesinin tatmin edici bir yanı var. Bu bana, arayışları, hayattaki gözlemleri, önemsedikleri birbirinden ayrışan insanlarla, farklı öyküler aracılığıyla bağ kurabildiğimi gösteriyor.
İlk kitabınızı yayımladıktan sonra yazarlık konusunda düşünceleriniz değişti mi?
Soruyu doğru anladığımdan emin olmamakla birlikte, kendime göre bir cevap vereceğim. Bütün bu yolculuğun ilk adımı yazmak, yazma eylemine geçmek. Bu yaratım süreci esas olan, her şeyi önceleyen, her şeyden üstün olan ve çok kıymetli. Yayımlamak düşüncesiyle, okura neyin iyi geleceğini düşünerek yol almaksa yazmak, hatta sanatın tüm dallarını düşündüğümüzde, yaratmak adına tehlikeli bir yoldur bana göre.
Öykülerimi yazmaya başladığımda, bunların ilerde bir kitap dosyası haline geleceği aklımın ucundan bile geçmiyordu. Yazı yolculuğunda ilerleme sağladıkça, öğrendikçe daha görünür, yakın hedefler belirledim kendime. Hedefler demek de doğru gelmiyor, bazı arzular ortaya çıktı diyebilirim. Okuru olduğum edebiyat dergilerinde öykülerimin yayımlanması fikri örneğin, bende bir heves uyandırıyordu.
Kitap yayımlatmanın yazmanın amacı olamayacağını düşünüyorum. Ancak öyküler olgunlaştıkça, bir araya geldikçe bir kitap olabileceği fikri aklınıza düşüyor. Yazarın yalnızca ilk kitap için değil, her kitap için aynı amatör ruhla hareket etmesi, yapıtından başka hiçbir şey düşünmeden yazması bana saf bir arzuyu, daha kıymetli bir yolu ifade ediyor. Zamana dayanabilen her eser önemli bir çabaya işaret ve karşılığı da yazar için onur verici.
İşte bu yüzden, yazarlık konusundaki düşüncelerim kitabım yayımlanmadan önce neyse, bugün de o. Esas olan, yazmak arzusunu kaybetmeden, emeği ve zamanı sakınmadan devam edebilmek. Kendi adıma, yazı yolculuğundaki en büyük dileğim de, zamanı ve coğrafyayı aşan eserler ortaya koyabilmektir.
Yeni bir kitap için çalışmalarınızı sürdürüyor musunuz? Henüz kitabı yayımlanmamış yazarlara tavsiyeleriniz neler olur?
Yeni öyküler üzerinden düşünmeye, yazmaya devam ediyorum. Birbirine daha sıkı tutkallanacak, bir araya geldiğinde bütünsel olacak bir dosya üzerine de kafa yoruyorum. Geliştikçe, olgunlaştıkça bir araya gelerek yeni kitap dosyalarına vesile olacaklarını umuyorum. Aklımda bir fikir tohumu daha var ki, o öyküye değil, bir romana evrilecek gibi duruyor. Bütün bunların hangi sıralamayla tamamlanacağını, okuru bulacağını henüz ben de bilmiyorum.
İlk kitabını henüz yayımlatmış bir yazar olarak, kitabı yayımlanmamış yazarlarla aramda yalnızca birkaç aylık, en fazla bir-iki yıllık bir fark var. Eğer bir dosyanın tamamlandığına inanıyorsa yazar, yalnızca sabretmeli bence. Eğer tamamlanmadığına dair bir hissi varsa da, emek vermeye devam etmeli, kimi yazdıklarını da okur karşısına çıkarmamayı düşünmeli. Milyonlarca yazar, yüzyıllardır aynı temalar üzerine yazıyor ama bunların bir kısmı geleceğe kalan yapıtlar olabiliyorsa, işte o büyük yazarlar görme ve düşünme biçimlerindeki farkları ortaya koyarak, bunları aktarırken de dilin sınırlarının düşündüğümüzden çok daha geniş ve esnek olabileceğini bize göstererek yapıyorlar. Bu anlamda çalışmanın ve emek vermenin sonu olmayacağını düşünüyorum.

















