İlk Adımlar: Aydın Akduman | Hande Emekçi

Temmuz 4, 2025

İlk Adımlar: Aydın Akduman | Hande Emekçi

Söyleşi serimizin bu haftaki konuğu, Mahal Edebiyat Yayınları’ndan çıkan “Tuhaf Öyküler Silsilesi ” adlı ilk kitabı ile Aydın Akduman.

Kendinizi kısaca tanıtabilir misiniz?  Kitaplarla ve yazmakla olan ilişkiniz nasıl başladı?

Geride bıraktığım 41 yıla baktığımda kendimi nasıl tanıtabileceğimi pek kestiremiyorum. Diyarbakırlı olmama rağmen orada hiç yaşamadım. Babamın mesleğinden ötürü sürekli il değiştirmek zorunda kaldık. Bu değişim çok fazla insan tanımama vesile olsa da çocuk aklımla çevremdeki insanları hangi duygularla bağdaştırmam gerektiğini kestiremediğim bir süreçten geçmeme sebep oldu. Bu yüzden, mesela, sabit bir berberi olmadan büyüyen bir insanın kültürel somutluğa erişebileceği oranda eriştim kendimi tanımlayabilme imkanıma. Soranlaraysa bu yaşımda elde kalan İngilizce öğretmenliği, eş ve baba olmak gibi soyut kavramlarla tanıtabiliyorum kendimi.

Kitaplarla olan ilişkim yalnız kaldığım dönemlerde onların bana dost olmasıyla, yazmakla olan ilişkimse onlara olan vefa borcumu bir şeyler üreterek ödeyebileceğimi fark etmemle başladı. Çocukken ansiklopedilerden kafamı kaldırmazdım; özellikle bu dünyanın ya da zamanın dışında olan astronomi ve prehistorik dönemler gibi konular ilgimi çekerdi. Babam kitapları seven bir insandı, lise yıllarında arkadaşlarıyla birlikte Ergani Kütüphanesi’ni kurmuşlardı ve bu sevgi bana ablam üzerinden dolaylı olarak geçti. Ablamın verdiği kitaplar sonrasında okudukça yalnızlığımın azaldığını hissettim ve bu kitaplarla aramda asla kopmayacak bir bağın kurulmasına vesile oldu. Yazmanın arındırıcı hazzı ne kadar derin olursa olsun okumanın ulaştırdığı doruğa asla taşıyamadı beni. Fakat yazdım, sildim, tekrar yazdım ve bir süre sonra birbirini didikleyen bu iki eylemin aslında yek bir biçimde beni parçaladığını ve mevzubahis bağın aslında prangalardan başka bir şey olmadığını anladım. Bir öykü kitabı hazırlamaya karar vermem de bu uyanışın sonuçlarından sadece biriydi.

Kitabınızın ortaya çıkış öyküsünü anlatabilir misiniz? Fikir nasıl doğdu, kitabın ismine nasıl karar verdiniz, yazma sürecinde neler yaşadınız?

İçsel savaşımı ya da lüzumsuz yolculuklarımı kaldıramadığım zamanlarda çok sık olmasa da bir şeyler karalardım. Yakın dostum Öner Tavtay yazdıklarımın kıymetini bilmediğim hususunda tenkit ederdi beni. Tüm kontrolü ona bırakıp düzenli yazmaya başladım, ardından çevirmen dostum Berk Göbekcioğlu’nun fikriyle üçümüz bir kulüp kurmaya karar verdik. Pandemi’nin patlak vermesi bize bambaşka bir sürecin kapılarını açtı ve 2 senelik çalışmalar sonucunda çeşitli toplumsal sorunlara içsel bir bakışın, dürtüsel bir tepkinin yansıması olan 10 öykülük bir dosya hazırladım. Birbirinden bağımsız öykülerin son öyküde hem anlam hem biçim açısından bağlandığı bir çalışmaydı. İsmini Deniz Sanrısı olarak belirledik ve yayınevine göndermek için hazır olana kadar tüm öyküleri acımasızca ezdik, parçaladık, didik didik ettik ve yeniden birleştirdik. Üye sayısı zaman içinde altıyı bulan kulübümüzün tek şiarı acımasız eleştiriydi ve bunun bize zarardan çok faydasının olduğunun farkında olmamız işlerimizi kolaylaştırmıştı. Kimi zaman ilk tepki olarak alınganlık göstersek bile birkaç dakika sonra söylenenlerin mantığını kavrıyorduk. Öyküleri hepimiz açısından değerli kılan da bu oldu.

Kitabınızı tamamladıktan sonra yayınevi bulma süreciniz nasıl geçti? Kitabınızı basmaya karar veren yayıneviyle yaşadığınız süreç nasıldı?

Bizler yayınevi dünyasını etraflıca analiz etmiş insanlar olmadığımızdan her eser sahibi adayının yapacağı üzre işe dosyalarımızı ismen tanınmış, hacimli yayınevlerine göndermekle başladık. Yayınevlerinden olumsuz dönüşler oldukça ölçeği daraltıp daha az duyulmuş yayınevlerine yolladım. Bu yayınevlerinden de ret yedikten sonra işin içinden birkaç dostun yıllardır sırt çevirdiğim dergilere gönderme tavsiyesini uzak bir ihtimal olmaktan çıkarmaya karar verdim. Basılı dergiler için çok uzun olduğunu bildiğim öykülerimi üçüncü veya dördüncü sayısını çıkarmak üzere olan Yük Edebiyat dergisine göndermeye karar verdim. Eğer bu dergi de kabul etmezse yazmayı bırakacaktım. Nitekim değerlendirmede ret yiyen “Denizi İçen” isimli öyküm sevgili Ömer Kaya’nın yeniden değerlendirilmesini teklif etmesiyle birlikte kabul edildi ve iki yıla yayılan bir süreçte 6 öyküm bu dergide yer aldı. Emrah Kurul’a danıştıktan sonra ismini yeni duyduğum Mahal Edebiyat’a dosyamı gönderdim ve iki hafta sonra kıymetli yazar Mete Karagöl dosyamın kabul edildiğini bildirmek için benimle iletişime geçti. Geriye dönüp baktığımda ortalama dört veya beş yıllık bir serüven sonrasında kimi öyküleri çıkarmak zorunda kalsak da 2024’ün ikinci ayında kitabım “Tuhaf Öyküler Silsilesi” isimli öyküyü kendi ismi belleyerek yayımlandı. İsminin içimize sinmesinin sebebi öykülerin göreceli tuhaflığından kaynaklanıyordu.

Kitabınızdan biraz bahsedebilir misiniz? Kitapta sizi en çok etkileyen bölüm hangisi?

İlk bakışta insana akıcı gelmeyen, okuru geri dönüşler yapmak zorunda bırakan bir kitap olduğunun farkındayım. Alman Dili ve Edebiyatı mezunu olduğum ve hep o bölüme uygun yazarları okuduğumdan bir süre sonra yazı dilim de onlara benzemeye başladı. Mesela önümde Robert Musil gibi bir yazar ve otuz yılı aşkın bir süre yazıp, geri dönüşler yaparak düzeltmeler yaptığı ve maalesef öldüğü için yarım kalan Niteliksiz Adam adında muazzam bir eser vardı; doğal olarak bir noktada benim de yazım tarzım Musil ve onun ekolündeki isimlerden etkilendi. Bu yüzden şu an piyasada kısa cümlelerin kol gezdiği eserler arasında benim öykülerim okuyanlara uzun ve meşakkatli gelebiliyor. Fakat sabırla yaklaşıldığında vadettiği her şeyi veren bir kitap olduğu düşüncesindeyim. Nihayetinde kolay okunmak için değil, meramımı aktarmak için yazmıştım. Eğer meramım anlaşıldıysa, benim için bundan fazlasına gerek kalmıyor.

Kitabı yazarken Ölemeyen öyküsü belirli kısımlarını yazıya dökebilmek açısından zorlayıcı olmuştu ve yakınlarımdan destek alarak yazmak durumunda kalmıştım. Fakat beni ziyadesiyle etkileyen hem yazarken hem kontrol ederken hem de basılı haliyle okurken en savunmasız halimle yakalayan ve istediği gibi kontrol edebilen yegâne öyküm Masal Destanı oldu. Daha çocuk beklemiyorken bir gün kızımız olursa adını Masal koyarız düşüncesiyle öykünün adını da Masal Destanı koydum. Yarım kalmış iki roman ve bir öykünün birleşiminden oluşan bu öykünün beni çok etkilemesinin sebebi birçok metodu bu öyküde denemiş olmam ve bu deneyleri yaparken kendi anılarımdan fazlasıyla faydalanmış, öyküyü kişiselleştirmiş olmamdı. Kimi zaman kitabımı alır ve Masal Destanı’nı, benim için hiçbir zaman eskimeyecek o anı kesitlerini bir parça acıyla da olsa sindire sindire okurum.

İlk kitabı yayımlamanın en büyük heyecanı ve en büyük zorluğu neydi? Kitabınız yayımlandıktan sonra aldığınız tepkiler nasıldı?

Kulübü kurma ve kadim dostum tarafından bir şeyler yazmaya zorlanmadan önce bir kitap yazmak ve yayımlatmak fikri aklımdan tamamen çıkmıştı. 2018 yılında ufak bir beyin kanaması geçirdikten sonra babam hafızasının bir kısmını kaybetti. Bizler hangi hatıraların yok olduğunu bilemediğimiz için uzun zaman ondan arta kalanlarla yaşadık. Bu bende babam hayatta ve beni hatırlayabiliyorken ortaya bir şeyler koymalı, onunla geçireceğim bu riskli zamanlarda benimle gurur duyabilmesini sağlamalıyım fikrinin yeşermesine sebep oldu. Aslında uzun yıllardır, belki de on beş yaşımdandır sürüncemede kalan ve sönmeye yüz tutmuş kitap çıkarma arzusu babamı kaybetme korkusunun bir sonucu olarak bir anda su yüzüne çıktı da diyebiliriz. Dosyanın kabulü, düzeltmeler, son okuma, kapak tasarımı ve nihayetinde ön sipariş derken aklımda hep babamın kitabı eline aldığında yüzünün alacağı ifade vardı. Beni bu süreçte ayakta tutan aslında bu bekleyişti ve bunun heyecanını hiçbir şeye değişemezdim. Kitap elime ulaşana kadar aradan çok uzun zaman geçmiş olduğundan dergilere göndermeden önce zaten umudumu kaybetmek, pes etmek gibi zorlukları yaşamıştım; bu yüzden kabul edildikten sonra Mete Bey’in de naif ve kalifiye editörlüğüyle herhangi bir zorlukla karşılaşmadım.

Kitap yayımlandıktan sonra beni en çok mutlu eden şey ne kadar iyi ya da acemice, ne kadar süslü ya da sade bir anlatıma sahip olduğum üzerine gelen yorumlar değildi; beni asıl mutlu eden hikayelerin okuyan insanlarda karşılığını bulması ve yeri geldiğinde kendi hayatlarında karşılaştıkları buna benzer hikayeleri benimle paylaşmalarıydı. Üslup keskinleşir ya da yumuşar, cümleler uzar ya da kısalır, kelimeler çeşitlenir ya da sadeleşir, bunlar yazdıkça perçinleşen, sürekli çalışma ve kalem oynatmayla elde edilebilecek şeylerdir ama hikaye anlatabilmek ve bu hikayenin meramını okura aktarabilmek, benim için artık en mühim konu bu oldu. Belki de yazarken emelim tanınmak ve yazdıklarımın beğenilmesiydi, fakat bu beklenti az önce belirttiğim gibi, hikayelerimin anlaşılması ve duyulması isteğine evrildi.

İlk kitabınızı yayımladıktan sonra yazarlık konusunda düşünceleriniz değişti mi?

Yazarlık denen şeyin yalnızlığa eş değer bir temaşa olduğunu az çok gözlemliyordum. Dışarıdan baktığımda yazarların özellikle sosyal medya üzerinden kitaplar hakkında konuşmaları beni bu dünyaya daha da çok dahil olmak temennisine itiyordu. Fakat içine girdiğim bu alemde şahit olduğum birçok şeyden sonra yazarlığın artık izole bir eylem olması gerektiği kanaatindeyim. Birçok yazar sadece yazarlar ve onların ait olduğu sınıflandırmalar üzerine konuşmayı tercih ediyor. Eserler hakkında konuşurken üslup ve biçim eleştirisini konuya yeğ tutuyorlar. Hitabet elbet mühimdir, lakin hikayelerin paylaşıldıkça çoğalmak gibi bir huyu vardır. Bizler hikayelerimizi belki de kaybolduğunu düşündüğümüz şeyleri geri getirebilmek adına anlatıyoruz, eğer suni bir alemde birbirimizi mesnetsiz eleştirilerle hikâye anlatmaktan uzak tutacaksak, neden bir şeyleri kaleme alıyoruz ki? Önce söz vardı, yazar değil. Böyle de kalmalıydı.

Yeni bir kitap için çalışmalarınızı sürdürüyor musunuz? Henüz kitabı yayımlanmamış yazarlara tavsiyeleriniz neler olur?

Anılarımı yazıyorum. Kibirli bir insan olduğum ya da anılarımı anlatabilecek kadar tecrübeli bir yazara dönüştüğümden değil; ailemizin hafızası olan babam bir şeyleri unutuyorsa, ben de bir gün bana ve aileme ait ufacık detayları, kızımın yürürken bana tutunmasını, ablamla kavgamızdan sonra onunla barışabilmek için ona Grup Çığ’ın kasedini alışımı ve ona verdikten sonraki gülümseyişini, anneannemin bizlerden gizli ağlamaya çalışmasını, arabamı galeriden teslim alırken abimin babamla birlikte geldiğinde sadece onun etrafını saran sessizliği dahi birçok irili ufaklı anıyı unutabilirdim ve bu bana katlanılmaz geldi. Bir roman çalışmam vardı, anılarımı yazdığım için onu askıya almak durumunda kaldım. Kim bilir, belki bir gün geri dönerim.

Kitabı yayımlanmamış yazarlara tavsiye vermek haddim değil, ama birkaç kelimeyle de olsa bir şeyler söylemem gerekiyorsa, hikayelerini bir gün torunlarını kucaklarına alıp okuyacaklarmış hissiyle yazsın ve yayımlatsınlar; söyleşiler, imzalar, toplanmalar, seminerler, insanı bacaklarındaki derman gibi terk edip gider, geriye bizleri sevenlerin arada sırada hikayelerimize bakıp derdimizi anlamaları umudu kalır.

Yorum yapın