İki Şehrin Hikâyesi: Örgüye İşlenen Ölüm Listeleri | Özlem Narin Yılmaz

Ekim 21, 2025

İki Şehrin Hikâyesi: Örgüye İşlenen Ölüm Listeleri | Özlem Narin Yılmaz

İki Şehrin Hikâyesi’ni okumaya başladığımda, örgü örmeyi seven birisi olarak Madam Defarge ilgimi çekti. Çünkü her yerde, her fırsatta örüyordu.  Hatta bir bölümde, yürürken bile ördüğünü okuyunca, tutkusuna hayret etmiştim. Bölümler ilerledikçe, olaylar birbiri ardına geliştikçe madamın örgü tutkusuna bakışım, hayranlıktan dehşet duygusuna doğru evrilmeye başladı. Nasıl olduğunu anlatacağım ama önce biraz romandan bahsetmek istiyorum.

Roman, Fransız Devrimi’nin hemen öncesinden başlayarak iki şehir üzerinden bir devrimin anatomisini çıkarır adeta. Yazar bunu yaparken her cümleyi gerçek bir romancı tarafsızlığıyla, aklının ve vicdanının terazisinde tartarak yazmış, özgürlük, eşitlik, kardeşlik gibi kavramların nasıl kanla yazılarak kirletildiğini, kişisel hırsların ve intikam duygularının insanları nasıl canavarlaştırdığını okuyucuya en içeriden ve içten duygularla aktarmıştır.  

Ben romanı okurken Madam Defarge’ın izini sürdüm çünkü o, gidilmesi gereken her yere gitmemi, görülmesi gereken her şeyi görmemi sağladı.

Kaderin ağlarını örmek

“…Sadece örgü ördüğü için dikkatleri üzerine çeken kadın, kaderin ağlarını örerken sergilediği türden bir kararlılıkla, örgüsünü örmeye devam ediyordu.”(syf.143)

Bay ve Bayan Defarge Paris’te, Sen Antoine’de bir meyhane işletmektedirler. Bu meyhane bir nevi örgütlenme yeridir. Soyluların zulmünden, yoksulluktan, kötü yaşam koşullarından bunalan ‘yurttaşlar’ alttan alta bir araya gelerek burada örgütlenmektedirler. Madam Defarge hararetle ördüğü örgüsüyle, bazı semboller ve motifler kullanarak soyluların adlarının yazıldığı bir ölüm listesi hazırlamaktadır. Madamın mizacı sert, erkeksi ve kabadır. Adeta hedefe kilitlenmiş, devrim amacıyla her yola başvurabilecek cesarete ve kararlığa sahip, öfkeyle, nefretle bilenmiş biridir.

“…O korkunç kadının, onunla konuşurken nasıl da sürekli örgü ördüğünü ve parmakları hiç durmaksızın hareket halindeyken ona nasıl da uğursuz uğursuz baktığını dehşet ve ürpertiyle hatırlıyordu. Onu, Saint Antoine bölgesinde defalarca örgü örerek oluşturduğu listesini okurken ve yaşamları giyotinle son bulacak insanları ihbar ederken görmüştü.”(syf.397)

İntikam Duygusu ve Karşıtına Dönüşmek

Yazar o yılların Paris’inde halkın yaşadığı yoksulluğu bazı sahnelerde öyle anlatır ki okuyucu o yoksulluğu, perişanlığı iliklerine kadar hisseder. Soyluların inanılmaz zenginliği, şaşalı yaşamları, halka ettikleri korkunç zulüm, keyfi uygulamaları öyle detaylı ve gerçekçi anlatılır ki yazar adeta vicdan terazisinin ayarlarıyla oynar. Okuyucuya, ne yani, Yurttaşların yaşadığı zulmün ahı yerde mi kalacak, dedirtmek ister gibidir. İntikam duygusuyla birlikte tartılan adaletin hafif kalacağı, hatta hiç kaile alınmayacağı gün gibi ortadadır. Ve öyle olacağı günler çok da uzak değildir.

Bir bölümde masum Lucie ve küçük kızı da kara listeye işlendiğinde ve merhamet istediğinde Madam Defarge akıl almaz bir soğukkanlılıkla şunları söyler,

“Biz bu çocuğun yaşından, hatta daha küçüklüğümüzden beri böyle eşler ve anneler görmeye öyle alışkınız ki kim onların neler yaşadığını dikkate aldı? Onların da kocaları ve babaları hapishanelere atıldı ve ailelerinden ayrı düştüler. Tüm hayatımız kız kardeşlerimizin ve onların çocuklarının yoksulluk, çıplaklık, açlık, susuzluk, hastalık, keder, zulüm ve ihmal edilmişliğin her türlüsü içinde çile çekişini görmekle geçti.” (syf.352)

Yoksul ve zulüm gören yurttaşlar gücü ve fırsatı ellerine geçirdiklerinde öyle korkunçlaşırlar ki zalim soylular bile onların yanında masum görünür. Kılıçların ve giyotin bıçakların keskinleştirildiği bileğitaşının anlatıldığı sahne oldukça etkileyicidir. Kadınlı erkekli bir grup yurttaş adeta kendinden geçerek bileğitaşında bıçakları ve kılıçları keskinleştirmekte, kan ve ölümü yüceltip intikam duygusunu bileyerek sarhoşluk yaşamaktadırlar. En korkunç olan şey ise darağaçlarında sallanan, giyotinde kafası kesilen insan görüntülerinin sıradanlaşması, hatta espri konusu yapılmasıdır.

“Giyotinin baş ağrısına iyi gelen şey olduğu, saç beyazlamasını kesin biçimde engellediği, insanın cildine gözle görülür bir incelik kattığı söyleniyordu; hatta sinekkaydı tıraş yaptığı için ona “Milli Ustura” lakabı bile takılmıştı; “giyotini öpenler” küçük pencereden kafalarını uzatıp “çuvalın içine hapşırıyorlardı”.(syf.358) 

Paris’te bir devrim mahkemesi kurulur, ülke genelinde de kırk-elli bin civarında kurulan mahkemeler tıpkı seyirlik birer tiyatro oyunu sergiler gibidir. At izinin it izine karıştığı, kurunun yanında yaşın da yandığı, amacın insanları yaşatmak değil ölüme göndermek olduğu bu seyirlik oyunlar halktan da büyük ilgi görmektedir. Bir zamanların o masum, yoksul, zulüm görmüş yurttaşları, büyük bir coşkuyla giyotinde kesilen başları, darağaçlarında sallandırılan insanları izlemeye giderler.

Romanın bazı bölümlerinde bir araya gelip örgü ören kadınlar da görürüz. Bir bölümde içinde Madam Defarge’nin de olduğu kadınlar sokakta örgü örerler ve yavaş yavaş akşam çöker, hava iyice kararır ama onlar hâlâ örmeye devam ederler. Kadınları çepeçevre saran karanlık, örgü örmeyi eğlenceli bir uğraş olmaktan çıkarıp kötücül bir ayine dönüştürür. Ördükleri masum birer kıyafet değil, akıl almaz bir hızla uzayan ölüm listeleridir çünkü.

“Henüz inşaatı tamamlanmamış bir yapıya kendilerini de örüyorlardı sanki; o inşaat tamamlandığında orada oturup örgü örebilecek ve kopan kelleleri sayabileceklerdi.”

Şiddet denizinde boğulmak

Sanki Paris semalarına çöken göz gözü görmez karanlık, bize tüm bu olup bitenlerin kötülüğünü anlatmak ister gibidir. İnsanlar intikam sarhoşluğu ve gücü ellerine geçirmiş olmanın rahatlığıyla, çığırından çıkmış bir deniz gibi tasvir edilir;

“Dalga dalga kabarıp önüne çıkanı yok eden bu kara ve tehditkâr denizin derinliği henüz tam olarak anlaşılamamıştı, gücüyse henüz bilinmiyordu. Hiddetle kabaran bu amansız deniz, nesneleri, intikam çığlıklarını ve merhametin yumuşaklığından yoksun, acıyla katılaşmış yüzleri şiddetle bir o yana bir bu yana çalkalıyordu.” (syf. 284)

Romanda sık sık karşımıza çıkan, her yere yazılan, dillerden düşmeyen slogan “Özgürlük, eşitlik, kardeşlik veya Ölüm” yaşanan çarpıklığı ve uyumsuzluğu özetler gibidir. İnsanları öldürerek özgürlük, eşitlik ve kardeşlik arayışına girmek hem anlamsız hem de saçma bir düşünce biçimiydi. Ama devrim günlerinin en meşhur sloganıydı ve insanlar bu cümleyle adeta sarhoş olmuş gibiydiler.

Soylu bir aileye mensupken, ailesinin bulaştığı kötülükler yüzünden soyluluğunu reddederek aileden ayrılan, mirası reddeden, kendi emeğiyle geçinmeye başlayan dürüst ve merhametli Charles Darnay bile yurttaşların zulmünden ve yargılanmaktan kurtulamaz. O deniz öyle bir denizdir ki çünkü, dalgalar önüne çıkanı içine çekip yutar.

“Charles Darnay, jüriye ve bu gürültücü seyirci topluluğuna baktığında, ayakların baş, başların ayak olduğunu düşünmüş olmalıydı; caniler dürüst insanları yargılıyordu.”     

“Ayakların baş, başların ayak” olduğu bir topluluktan adalet beklemek ise büyük bir hayaldi.

Örgü şişinden balta ve bıçağa

Ateşli bir yurttaş olan ve birçok bölümde hararetle ördüğü örgüsüyle gördüğümüz Madam Defarge’ı bir yerden sonra örgüsünü bırakmış olarak görürüz ama yerine başka şeyler almıştır!

“Madam her zamanki gibi soğukkanlıydı fakat bugün örgü örmüyordu. Madamın dirençli sağ elinde, yumuşak malzemeler yerine bir balta, kemerindeyse bir tüfekle, amansız bir bıçak vardı bu sefer.”

Bu aynı zamanda madamın kadın dünyasından erkek dünyasına adım attığı andır. Şiddetin kör sarmalında kadın inceliklerine, kadın uğraşlarına yer yoktur çünkü, madam artık örgü ipi yerine yağlı urgan, şiş yerine kılıç görmek ister.

Gözün hafızasıyla yazan yazar

Stefan Zweıg, Üç Büyük Usta kitabının Dıckens’i anlattığı bölümünde, yazar öldüğünde Londra’yı sanki bir savaş kaybedilmiş gibi derin bir kederin sardığını anlatır.

“On dokuzuncu yüzyılda, dünyanın hiçbir yerinde bir yazar ve halkı arasında bu derece sıkı bir gönül ilişkisi kurulmamıştır.” Der ve devamında “Charles Dickens bütün İngiliz dünyasının en sevilen, en çok hayranlık duyulan, en çok saygı gösterilen hikâyecisidir.” Diyerek devam eder.

Zweıg’e göre gözün hafızası Dıckens’ta eşsizdir. Bu kanıya ulaşmadan önce yazarın gözlerini anlatır.

“Soğuk, gri, çelik gibi keskin bakışlı. Herhangi bir zamanda, dünyada yıllar önce dış dünya tarafından ödenen her şeyin, içinde yanmaz, kaybolmaz, belli bir havadan yalıtılmış bir şekilde kilitli beklediği çelik bir kasa gibidir.

Bu gözler gördüğü hiçbir şeyi kaybetmiyordu, zamandan daha güçlüydü; hafıza deposuna tutumlu bir şekilde izlenim üstüne izlenim istifliyordu, bunlar da orada yazar onları çağırıncaya kadar kalıyordu.” (syf.65)

İki Şehrin Hikâyesi’ yazarın keskin bakışlarıyla gördüğü ve kalemiyle işlediği onca etkileyici sahneyle dolu. Bu romanın, insanlığın alması gereken derslerle dolu bir başyapıt niteliğinde olmasına rağmen, günümüzde hak ettiği değeri ve ilgiyi görmediğini düşünüyorum. Yaşadığımız savaşlar çağında, savaşın, şiddetin kötülüğünü, anlamsızlığını işleyen bir yapıtın ellerden düşürülmemesi gerekir. İnsan öldürerek yeni ve güzel bir gelecek inşa edemeyeceğimizi iliklerimize kadar hissetmediğimiz sürece savaşlar çağının karanlığını yaşamaya devam edeceğiz. İki Şehrin Hikayesi ise tüm çağlarda bu karanlığa ışık tutmaya devam edecek.

Yorum yapın