Okumak istediğim o kadar kitap var ki hangi birini okuyacağımı bilemiyorum. Bir yandan okuyorum ama kitapların pek çoğuna sıra gelmiyor. Bir yandan yenileri de gelip raflarda yerini alıyor. Öyle mahzun mahzun bakmalarına da dayanamıyorum. Farklı bir şey yapmaya karar verdim, içlerinden on tanesini seçtim. Hepsini okumaya kalksam iki ayımı alır yine de. Ben de tuttum hepsinden birer tane hikâye belirledim. Kimisini başlığının ilginçliğine göre belirledim, (Fareler İçin Kek Tarifi) kimini de başlıkları arasındaki benzerlik ilişkisine göre. (Gibi / Ya Da)

Sonra başladım okumaya, bir yarım günümü aldı ama her kitaptan bir hikâye okumayı başardım o gün. Bir kitap ise iki hikâye okutmayı başardı kendisinden.
Genç yazarların yanı sıra ustalardan da kitap seçtim. Orhan Duru, Sabahattin Ali ve Bernard Shaw usta kontenjanından yer buldu kendine. Her hikâye kendince bir tat verdi ama Sabahattin Ali bambaşka bir şeydi. Yazının sonunda döneceğim buraya.
Okuduğum hikâyelere kısa kısa değinmek istiyorum.
Hasibe Özdemir’in Bu Kardan Adam Olmaz adlı kitabından Fareler İçin Kek Tarifi başlıklı hikâyesini okudum ilkin. Kocasının kendi torununu taciz edişine tanık olan kadının yaşadıkları anlatılıyor bu hikâyede. Yıkılmış, ne yaptığını bilmez hâle gelen kadın, evden çıkmadan fare zehri kullanarak bir kek yapar kocası yesin diye. Buna benzer olaylar haberlere yansımıştı geçen yıllarda. Birçoğu gizlenen bu taciz olaylarından birinin meydana getirdiği yıkımı ustaca anlatıyor yazar. Toplumun kanayan yaralarından birinde cesur ve duyarlı bir duruş sergiliyor. Fareler İçin Kek Tarifi, oldukça etkileyici bir hikâye olarak yer etti zihnimde.
Aslı Akarsakarya, Buraya Kısıldık Sanırım adlı kitabı ile aldı sıradaki yerini. Gibi başlıklı hikâyeyi okudum. Babaannesinin ölümü ile başlayan hikâyede kahraman olan genç kız, cenazenin yıkanmasını, cenaze sonrası taziye evinde yaşananları birinci ağızdan anlatıyor. Metinde insan gerçeği yer yer eleştirel yaklaşımlarla veriliyor. Eve Kur’an okumaya gelen kadın hocanın söylediği “Namaz kılmayan çocuklarınızı dövün, eve hapsedin, namaz kılana kadar evden çıkarmayın diyor.” cümlesi bu eleştirilerden en somut olanı. Yazarın hikâyeye kullandığı başlığın, hikâyede anlatılanları bir bütün olarak alınca yerli yerine oturduğunu gördüm. Herkes, her şey “gibi”den ibarettir. Ağlıyor gibi yapmak, üzülmüş gibi yapmak… Ama aslında olan bir şey de yok. Gerek olay akışını kurgulaması gerekse üslubu ile iyi bir noktada duruyor Gibi.
Tekme Tokatlı Şehir Rehberi, Mevsim Yenice’nin ilk hikâye kitabı. Kitabın başlığı oldukça ilginç, benim bir hikâyem var diye sesleniyor elinize aldığınız anda. Bu kitaptan Ya da başlıklı olanını seçtim okumak için. Başlığı bir edat olan önceki hikâyeden sonra bağlaç başlıklı bir hikâye okumak ilginç olabilirdi. Ütopik bir metin. İnsanların en çok unutmak istediği anısını silmek için kurulan bir hastane anlatılıyor hikâyede. Bir hayal. İkinci bir alternatifin olduğunu düşündürüyor hikâye başlığı. Bu hastaneyi kurmak isteyen kişinin, annesinin, kendisinin ölümünü unutmak istediği anısının da anlatıldığı akıp giden bu hikâye, kendini kolayca okutuyor. Yazarın Muz ve Kovboylar başlıklı hikâyesini de okudum bu kitabından. Hayatın içinden, içki ile kendini perişan eden bir babanın oğlu ile yaşadıklarını alabildiğine gerçekçi ve yalın anlatan bir hikâye. Ayyaş babanın kusması ile odaya yayılan iğrenç kokuyu âdeta kitap okuduğum odaya getirdi yazar. O kadar gerçekçi ve başarılı idi anlatımında.
Melisa Kesmez’in Bazen Bahar alı kitabındaki Sevgili Çocuk başlıklı metin, mektup türünden yararlanılarak yazılmış. Sevgili çocuk diye başlayan metnin sonuna doğru “Mektubumu rüzgâr teslim ediyorum.” cümlesine yer verilmiş. Rüzgâra teslim edilen mektupta anılardan, geçmişten söz ediliyor. Geçmiş ormanı, acıtan anılar, ölen bir babanın bulunan tek çorabının yaşattığı duygusal anlar… Yoğun bir psikoloji, bir mektuba her şeyi yükleme ve rahatlama çabası. Hikâyede “Geçmiş arada tüm cüssesiyle abanıyor üstüme.” cümlesinden geçmişinden kurtulmak isteyen, kendi geçmişine, çocukluğuna, mektup yazan bir hikâye kahramanını okuyoruz. “Bir çorap insanı binlerce yerinden bıçaklayıp yere yıkabiliyormuş, gördüm.” “Bazen kendimizi ne kadar önemsiyoruz sevgili çocuk. “Bir çorabın bile hakkından gelemiyoruz, baksana.” “… geri dönüş yolunda kayboluyorum bazen.” gibi akılda kalan cümlelerle zenginleştirilmiş metin. Hem dili hem de içeriğinin zenginliği ile metin bir çırpıda okunabiliyor.
Esra Kahya, Benim Rüyalarım Hep Çıkar adlı kitabındaki İşte Şimdi Yeminini Bozduğun Andır başlıklı hikâyesi ile konuk oldu okuma saatime. Esra Kahya, bu hikâyesinde zorlu ekonomik koşullarda bir öğrenci yurdunda kalıp üniversite eğitimini sürdüren genç bir kızın, ailesini arayabilmek, onların sesini duyabilmek için ankesörlü telefon kartı çalmasını anlatıyor. Psikolojisi, yaşadığı korkular, bu işi neden yapmak zorunda kaldığı gibi konularla örülü hikâye. Sefiller’deki ekmek çalmak zorunda kalan adamın benzer durumu. Bir öğrencinin neden bu duruma düştüğünü anlatarak toplum vicdanına da bir seslenmesi var yazarın. Ortada bir suç varsa suçlu sadece o suçu işleyen değildir yaklaşımının yazınsal bir metinle altının çizilmesi. Olayı bu açıdan da görmek gerekiyor.
Ezgi Polat, Hiçbir Yerin Ortasında adlı kitabından Sığınak adlı hikâyesini okuttu bana.
Deniz ile Emrah’ın hikâyesi, Emrah’ın “Akşam yemeğe gelecek misin?” sorusu ile başlıyor, geleceğini söyleyen Deniz’in “Akşam gelmeyeceğim, yemek için beni bekleme.” cümlesi ile bitiyor. Hikâye bu düşünce değişikliği süreci üzerine kurulu. Bir üniversitede, Boğaziçi Üniversitesi’nde, doktora öğrencisi olan hikâyenin kahramanı Deniz, eski kocası ile yeniden birlikte olma, olmama konusunda kararsızlıklar yaşar. Aynı şekilde üniversitedeki protestolara katılma, katılmama çelişkisi de yakasını bırakmaz. Kendi geleceği için neler yapması gerekiyorsa onu yapması gerektiği, kendi istediği hayatı sürmesinin doğru olacağı düşünesi içinde geçer günü. Eğitimi için gideceği Avrupa’da yaşayacağı rahat günlerdeki gibi bir ömür düşler. Umursamaz olmak isteyen Deniz “Sevdiği bir şeyi korkusuzca geride bırakmanın verdiği rahatlamayla arkasına yaslanıyor..” ve kararını verir.
Düşünceler, duygular, geçmişte yaşananlar ve güncel olaylar, olay günü yağan yoğun yağmur ile örülü bir hikâye. Sağanak, hem yağışta hem de düşünce yoğunluğunda görülüyor: “Emrah çok iyi biri. Mutluluk için tek kriterimiz iyilik mi? Hayır, elbette değil. Bazı insanlar kendilerini durmadan birilerine iyilik yapmak, onlara karşı hep nazik olmak zorunda hissederler. Hayır diyemezler. Bu, iyi oldukları için değil, korkak oldukları için. Sevilmemekten, reddedilmekten korktuklarından.”
Dönemin olaylarından, kişiler arasında yaşam algısı farklılıklarından, aile baskısından çıkmak isteyen aydın insanların duygularından söz eden çok katmanlı bir hikâye Sığınak.
Anıl Mert Özsoy, Herkes Her Şeyin Farkında adlı kitabının ithaf yerinde “Babama, dönmek için…” sözüne yer vermiş. Kitaptaki Çağrılmayan hikâyesini bu ithafı görmeden okudum. Hikâye, tam olarak da burada ifade edileni işliyor. Babasına küs olan, aralarında çatışmaları süren hikâye kahramanı genç doktor, dedesinin ölümü üzerine babasının da yaşadığı köyüne döner. Köydeki değişmeler, gencin çevre ve insanlarla ilgili gözlemleri ve cenaze sonra yansıtılan alevi kültürü anlayışı hikâyeyi oluşturuyor. Rahat okunan, sade anlatımla yazılmış yalın bir hikâye.
1925 yılında Nobel Edebiyat Ödülü kazanan Bernard Shaw, Kara Kız adlı hikâye kitabındaki Güzelliğin Görevi başlıklı kısa bir hikâyesi ile okuma sürecimde yer aldı. Hikâyenin anlatımı tiyatro metinlerindeki gibi diyaloglar ile sağlanmış. Konuşanlar Müşteri ve Avukat olarak adlandırılmış. Kara Kız, bir karı-koca boşanma hikâyesi. Zamanında kocasını kendisine âşık etmeyi başaran kadın, bu yeteneğini başka erkekler üzerinde denemek istemektedir, boşanma gerekçesi de budur. Hikâyenin sonunda kadının avukatın ofisine geldiği, denemesini kâtip üzerinde etkili bir şekilde yaptığı görülüyor. Anlatım biçimiyle, konusu ve kurgusuyla değişik bir hikâye. Klasik hikâye tadını veren başarılı bir metin.
Düşümde ve Dışımda’yı elime aldığımda Orhan Duru’nun ne tür bir haylazlık, muziplik metni okutacağını merak etmedim değil. Orhan Duru, hikâyelerinde bu söylediklerimi sıkça yapan bir yazar. Aykırı, sıra dışı. Ferit Edgü ve Orhan Duru, bu yönleriyle birbirine benzeyen iki yazar. Orhan Duru, okuduğum ilk hikâyesinde evinin salonunda koltuğa yerleşip kendisini bekleyen bir domuz ile konuşmalarını anlatıyordu. Bu kitabındaki Telefonun Zırlama Günü başlıklı hikâyesinde evdeki kestirme saatlerinde telefon seslerinden bir türlü uyuyamadığını mizahi ögelerle anlatıyor. Gelen aramalara kendince alaycı cevaplar veriyor. Uyuduğundaki horlamalarından, bir horlama zamanını çocukların teybe kaydettiğinden söz ediyor. “Telefonu sevmiyorum.” cümlesi ile başlayan hikâyede yazar teknolojik cihazların insan yaşamında yaptığı olumsuz etkilere işaret ediyor.
Ve Sabahattin Ali. Yazarın diğer hikâye kitaplarını okudum daha önce. Her birini ayrı sevdim, her birinden ayrı tatlar aldım. Sesler, Kağnılar, Esirler adlı kitabını da bir köşeye ayırdım. Arada bir, bir hikâyesini okumak, Sabahattin Ali tadını tazecik almak için. Sait Faik de böyle beklettiğim bir yazardır. Ayrı bir haz veriyor bu yazarlar bana. Çehov’u da bu listeye ekleyeyim. Başka da vardır ama bu üç yazarım her zaman öndedir diğerlerinden. Onların her bir metni, okuduğumda bambaşka tatlar verir bana.
Sabahattin Ali’den Apartman başlıklı hikâyeyi okudum kitaptan. Hikâyenin kahramanı bir baba. Bir apartmanın çatısını tamir ediyorlar. İşi yetiştirmek için yoğun çalışırlarken sokakta sırtındaki küfenin altında güç bela ilerleyen bir çocuk görür. Kendi oğludur. Apartmanının tamirini yaptıran adamın uşağı küfeyi içki şişeleri, konserve kutuları vb. ile doldurmuştur. Çocuk güç bela basamaklardan çıkar, içeri girerler, bir süre sonra bir şangırtı kopar. Kısa bir süre sonra çocuk kapı dışarı edilir. Kırılan şişelerin camından ayağına batanlar, ayağını kanatmıştır. Çocuk yalvara yakara para ister ama yürümekte zorlanan çocuğu sokağa yüz üstü iteler uşak. Tutunduğu yerden her şeyi gören babanın elleri tutmaz olur, sokağa düşer. Her şeyi pencereden izleyen işveren ise olanları gördükten sonra pencereyi kapatıp içeri girer.
Hikâyenin sonuna doğru yoğunlaşan dramı okumadım da sanki olayın içinde yaşadım. Okurun kanını donduran bir durumu izliyordum cümlelerle. Bir acı bu kadar mı acıtır insanı. Ayakları kan içinde, yere basamayan çocuğa mı acımalıydım, sokağa, çocuğun yanına düşüp ölen babaya mı? Uşak ve ev sahibinin acımasızlığı karşısında içimi dolduran öfkeye ne demeliydim? Büyük yazar, insanın gamsızlığını, gaddarlığını, hayatın acımasızlığını çırılçıplak anlatıyor bu hikâyesinde. Birçok toplumsal doneyle işlenen, toplumsal gerçekçi bir hikâye. Olayın acısı kadar yazarın bunu işlemedeki ustalığı ile tam anlamıyla klasik bir Sabahattin Ali hikâyesi çıkıyor ortaya. Yazar hikâyesini anlatmıyor da beni alıp bizzat olayın içinde yaşayan bir tanık yapıyor. Metni okuduktan sonra “Hikâye budur, gerisi hikâye” sözü düştü dilimden.
On kitaptan hikâyeler okuma sürecim böylece tamamlandı. Sevdim bu doğaçlama okuma biçimini. Sizlere de öneririm.



















