Hepimiz “taşradayız”! | Onur Uludoğan

Mart 21, 2014

Hepimiz “taşradayız”! | Onur Uludoğan

Dunya-Agrisi_171578_1I

Nurdan Gürbilek, “Taşra Sıkıntısı” adlı denemesinde söz konusu kavramı şu cümlelerle tanımlar:

“…taşra sözcüğüne yalnızca mekâna ilişkin bir anlam yüklemeden, yalnızca köyü ya da kasabayı kastetmeden; onları da, ama onların ötesinde, şehirde de yaşanabilecek bir deneyimi; bir dışta kalma, bir daralma, bir evde kalma deneyimini, böyle yaşanmış hayatları ifade etmek için. Evde kalmanın, yaşlı bir anneyle paylaşılmak zorunda olunan bir hayatın, hep aynı yatakta istenmeyen bir kocayla birlikte yatmanın, yük olduğunu bile bile bir ağabeyin evinde yenen yemeklerin, akşamdan akşama görülen sert bir babanın huzurunda, uzayıp giden çatal bıçak sesleri eşliğinde, hiç konuşmadan yenen akşam yemeklerinin sıkıntısı. Evin içinde, dört duvar arasında, dantelli tül perdelerin ardında yaşanan bir sıkıntı. Her gün aynı saatte geçen bir trenin sesinin böldüğü, tren ufukta kaybolurken yeniden bütün ağırlığıyla çöken; yolu kasabaya düşmüş bir kervanın çanlarıyla dağılan, çan sesleri sönüp gittiğinde daha da artan bir sıkıntı. Ancak taşrada bulunmuşların, hayatlarının şu ya da bu aşamasında taşranın darlığını hissetmişlerin, hayatı bir taşra olarak yaşamışların, kendi içlerinde bir şeyin daraldığını, benliklerinin bir parçasının sapa ve güdük kaldığını, giderek bir taşradan ibaret kaldığını hissedenlerin anlayabileceği bir sıkıntı. Ancak küçük bir pencereden gün boyu sokaktan geçenleri seyretmenin, bütün gün deniz üstünde taş sektirmenin, uzayıp giden dedikoduların, bütün gün kahvede tavla oynamanın, açık saçık fıkraların, horoz güreşlerinin, gizlenmek zorunda olunan cinsel düşlerin bir an için eritebildiği, giderek daha da artırdığı bir sıkıntı. Taşrada her gün yaşanan, şehirlilerinse en çok pazar öğleden sonralarından tanıyacağı bir sıkıntı: Başkalık vaat eden hafta sonunun bittiği, bütün gün evde olan sinirli bir babanın gözüne batmadan katlanılmak zorunda olunan, radyoda maç nakleden spikerin sesinde uzayıp giden pazar öğleden sonraları…” (Yer Değiştiren Gölge)

II

Taşrada yaşasın, yaşamasın, birçok insanın kimi zaman kısa süreli kimi zaman da uzun süreli olarak yaşadığı bir ruh halinin özeti olan yukarıdaki satırlar, Ayfer Tunç’un son romanı Dünya Ağrısı’nın başkahramanı Mürşit’in otuz yılı aşkın bir süredir yaşadıklarının da tam karşılığı gibi.

Dünya Ağrısı’nın başkahramanı Mürşit, adı açıkça belirtilmeyen bir taşra kasabasında doğmuş ve hayatının yalnızca çok kısa bir döneminde, üniversiteyi kazandıktan sonra, kasabasının dışına çıkmış, daha okuldaki ilk yılını bile tamamlayamadan doğduğu kasabaya geri dönmek ve babasının otelini işletmeye devam etmek zorunda kalmış bir kişi.

İstanbul’u görmüş olması ve yaptığı meslek, Mürşit’e sürekli olarak, içinde boğulduğu kasabanın dışındaki yaşamın varlığını hatırlatmakta.

??????????Ayfer Tunç, Dünya Ağrısı’na, Mürşit’in yenilgiyi çoktan kabul ettiği ve her şeyden vazgeçtiği bir dönemi anlatarak başlıyor. Mürşit, yaşamını geldiği son noktada, işinden, ailesinden, arkadaşlarından ve en önemlisi kendisinden tamamen vazgeçmiş bir durumda. İçinde hissettiği ağrıyı hafifletmesinin tek yolu ise içmek oluyor.

Tamamen kendi iç dünyasına dönük bir yaşamı olan Mürşit’in bu rutinini ise kasabaya açılması planlanan altın madeninde görevli, Maden Mühendisi Uzay’ın (Uzay, roman boyunca çoğunlukla “Madenci” olarak anılıyor.) Mürşit’e rakı sofralarında eşlik etmeye başlaması bozuyor.

Bu noktadan sonra ise akşam sofraları, her ikisi için de bir terapi ve bilinçaltına gömdükleri kimi gerçeklerle yüzleşmelerini sağlama görevi görmeye başlıyor. Bu sofradaki sohbetler sayesinde biz okurlar da Mürşit’in, Uzay’ın, kasabadaki diğer insanların ve kasabanın tarihini öğrenebiliyoruz.

Bu noktada Ayfer Tunç’un, ismi belirtilmeyen kasabayı Türkiye’nin minyatürü olarak tasarladığı tezini öne sürebiliriz.

Mürşit’in hapsolduğu kasaba, azınlıkların yok edildiği, dışarıdan gelen yoksul göçmenlerin içinde bulundukları korkunç yoksullukla birlikte dışlandıkları, yeri geldiğinde linç edildikleri, görünürde muhafazakârlığın artmasına rağmen alkolün, uyuşturucunun ve fuhuşun kapalı kapılar ardında da olsa varlığını sürdürdüğü, çarpık yapılaşmanın ve çevre talanının başını alıp gittiği bir yer olarak tasvir ediliyor.

Kasabadaki yozlaşma o kadar ileri bir noktadadır ki tüm kasaba halkı, altın madeninin çevreye vereceği zararı ve madenin açılması halinde kendilerine, ekonomik anlamda bir faydasının dokunmayacağını üç aşağı beş yukarı bilmelerine rağmen, madenin açılmasını dört gözle beklemektedirler.

Dünya Ağrısı, taşralılık halinin ve “zamanın ruhu” denilen kavramın insanlar üzerindeki çürütücü etkisini son derece başarıyla aktaran, bunu yaparken de Zebercet’e ve Woyzeck’e saygıda kusur etmeyen ve yeri geldiğinde de “selam çakan” bir roman.

III

Yazıyı toparlayacak olursak;

Ayfer Tunç, 18.01.2014 tarihli Radikal Kitap’ta, Bedia Ceylan Güzelce’yle yaptığı söyleşide, “Biz mutsuz bir toplumuz, yetmiş altı milyon depresyondayız. Bir yandan ülkenin yaşadığı bu ağrılı dönüşüm sürecinden payımıza düşeni yaşıyoruz, bir yandan kendi psikolojik hallerimizle karşılaşıyoruz, bu da ağrılarımızı artırıyor.” tespitini yapmıştı.

Dünya Ağrısı, işte tam da bu tespitin romanı olmuş.

Onur Uludoğan – edebiyathaber.net

Yorum yapın