Güzide Sabri: Bir Melankoli ve Karasevda Romancısı | Özlem Narin Yılmaz

Aralık 19, 2024

Güzide Sabri: Bir Melankoli ve Karasevda Romancısı | Özlem Narin Yılmaz

Güzide Sabri’yi Ölmüş Bir Kadının Evrak-ı Metrukesi’yle tanıdım. Roman beni derinden etkilemişti. Yazarın ikinci romanıydı ama öncesinde onlarca roman yazılmış gibi derin, akıcı, tecrübe edilerek kıymetlenmiş bir dille yazılmıştı. Kahramanların iç dünyalarını samimi, içten, yalın bir dille ve birinci ağızdan anlatması, okuyucuyu hızlıca romanın içine çekiyordu. Kahramanların duyguları öyle sahiciydi ki yazarın öz yaşam öyküsü olduğu hissi uyandırıyordu. Hatta bir röportajında yazar şöyle söyler,
“Okuyucularım beni romanın kahramanı Fikret gibi hülyalı, solgun, ince, esmer sanıp da şişman, sarışın ve beyaz bir kadınla karşılaşınca şaşırıyor ve “Siz hakikaten Güzide Sabri mi¬siniz?” diye sormaktan kendilerini alamıyorlardı.” der.

Küçük yaşta evlendirildiği eşi Beyoğlu Birinci Noteri Ahmet Sabri Aygün, Güzide Hanımın yazmasını istemez. İşte böylesi bir dönemde, geceleri eşinden gizli olarak, Bursa’da yazılacaktır roman.
Küçük yaşlarda evde özel hocalardan eğitim alan Güzide Sabri’nin en çok etkilendiği hocası edebiyat dersi aldığı Tahir Efendi’dir. Annesi Nigâr Hanım, şair Koniçeli Kazım Paşa’nın yeğenidir. Bunlar onun edebiyatçı yanını tetiklemiş olabilir. Güzide Sabri bir söyleşisinde küçüklüğünden beri hayal kurmaya, hikâyeler uydurup düşler aleminde yaşamaya meyilli olduğunu söyler. Yaşadığı birtakım ayrılıklar, üzücü olaylar neticesinde hüzünlü ve melankolik bir ruh haline bürünen Güzide Sabri kendisini adeta yazarak iyileştirir. Küçük yaşlardan itibaren yazmanın iyileştiren gücüyle tanışır ve yazmayı hiçbir güç bıraktıramaz ona. İlk romanı Münevver’i, yakın çocukluk arkadaşının doğum yaptıktan sonra ölmesinden çok etkilenerek yazacaktır. Henüz on altı yaşında yazdığı roman Osmanlı kadın hareketinin ilk ve en uzun süreli dergisi olan Hanımlara Mahsus Gazete’de tefrika edilecektir.

Güzide Sabri romanlarında Abdulhamit etkisi

Yazarın hayatına ve edebiyatına damgasını vuracak olan bir diğer konu ise, babasının İstibdâd Dönemi’nde Abdulhamit’in zulmüne uğrayarak İstanbul’dan Sivas’a sürgün edilmesidir. Babasının yokluğu Güzide Sabri’yi o kadar etkileyecektir ki hastalanacak ve doktorların tavsiyesiyle hava değişimi için bir süre Büyükada’da tutulan köşkte yaşayacaktır. (Büyükada yazarın romanlarında bir hayli yer tutar.) Babasının bu durumu Güzide Sabri’yi çok üzmüş olmalı. Romanlarındaki baba karakterleri neredeyse yok. Nedret romanındaki Nejat, gerçek babası olmasa da babası yerinde görmek istediği bir kahramandır belki de.


İstibdat döneminin baskıcı yanı Güzide Sabri romanlarına öyle ya da böyle damgasını vurur. Romanların neredeyse tamamı sosyal ve siyasal hayata hiç değinmez. Sanki olaylar bir fanusun içinde gerçekleşir ki bu fanuslar da köşkler, yalılar, apartman daireleri ya da çiftlik evleridir. Olaylar zamansız ve mekânsız bir ‘yokülke’de geçmektedir. Bir röportajında bunun Abdulhamit dönemi etkisi olduğunu itiraf eder. Ancak bu dönem sonlandığında da tavrını değiştirmez. Sadece Necla romanında evden çıkıp sokağa indiğini, mahalle hayatını ve orada yaşayan insanların gündelik yaşamlarını romana konu ettiğini görürüz. Yazar bize bunu çok iyi başardığını da göstermiş olur. Belki özgür bir ortamda, otosansürsüz yazmış olsaydı ortaya çok daha farklı edebi eserler çıkabilirdi.

Bir hastalık olarak karasevda ve verem

Güzide Sabri romanlarındaki aşk, bildiğimiz aşklardan farklıdır. Yani aşk duygusunun da ötesine geçen, yakalanan kişiyi fizikken ve ruhen etki altına alan bir çeşit hastalıktır. Hicran Gecesi romanı kahramanlarından Kenan bu durumu şöyle ifade eder:

“Hani dünya üzerinde kalpleri cehennem ateşiyle yakan bir hastalık varmış. Şeytan kulağına kurşun, ismine aşk derlermiş. Bu illet asırlarca bütün dünyaya hâkim olan bir dertmiş, bilgeler, âlimler, hiç kimse bunun elinden kurtulamazmış… Doğrudan doğruya gözden nüfuz edermiş. Hastaların çoğu şair olurmuş, bunların kalp gözü varmış. Böyle benim gibi yavan bir adam değil, yemez içmez, uyku uyumaz, ruhları açık, kalpleri yanık, hisleri uyanık mahluklarmış onlar. Sakın sen böyle bir mikrop almayasın.”

Ölmüş Bir Kadının Evrak-ı Metrukesi’nin Fikret’i, Nedret romanının Nedret’i, Necla romanının Necla’sı, Hicran Gecesi’nin Serap’ı, Hüsran’ın Nazıma Hanım’ı, Yabangülü’nün Leyla’sı hep bu hastalığa tutulmuş kadınlardı. Öyle böyle aşk değil, karasevdaya tutulmuş, sanki olağanüstü bir güç tarafından ele geçirilmiş, mantıklı düşünme, aklıselim olma yetileri ellerinden alınmış birer hasta, birer biçareydiler. Kadın kahramanların ruh dünyalarına melankoli, keder, yas duyguları birer mühür gibi damgasını vurmuştu. Güzide Sabri, romanlarının başkahramanlarını hep kadınlardan seçmişti. Bir kadın olduğu için kadınların iç dünyalarını daha iyi yansıttığını düşünüyor, kadınların yazmalarını salık veriyordu. Böylece kadınların ruh dünyalarının toplum tarafından daha iyi anlaşılacağını öne sürüyordu.

Güzide Sabri romanlarında soyağacı ve köksüzlük

Yazarın romanlarında soy-sop mevzusunun sık sık dillendirildiğine tanık oluyoruz. Yani tanınmamış, soylu bir aileye mensup olmayan, yoksul köylü kızların, soylu ve zengin erkeklerle evliliklerinde sorun yaşandığını, kadın iyi bir eğitim alıp zengin bir aile tarafından sahiplenilse bile soy ağacı mevzusunun ölünceye kadar taşınan bir damga gibi kişiye yapışıp kaldığını görüyoruz.

Genellikle romanlarda güzel ve cazibeli kadınların yaşlı ve zengin erkeklerle evlendiklerini okuyoruz. Mesela Hicran Gecesi’nde Serap’ı, zengin ve yaşlı Fazıl Şükrü Bey’le, Ölmüş bir kadının Evrak-ı Metrukesi’nde Fikret zengin ve yaşlı bir adamla evlenecek, Necla romanının başkahramanı Necla ve kardeşi İrfan da yine zengin ve yaşlı adamlarla evleneceklerdir. Toplumun en az eğitim göreni ve en yoksul olanı kadınlardı. Romanların Osmanlı’nın son döneminde ve cumhuriyetin ilk dönemini kapsayan süreçlerde yazıldıklarını düşündüğümüzde o yıllarda kadınların evlenme yaşlarının bir hayli küçük olduğunu göz ardı edemeyiz. Erkekler gibi yaygın eğitim hakkına sahip olmayan, imkânı olanların evde özel hocalardan ders alarak eğitim gördüğü, sosyal hayata aktif bir şekilde katılamayan küçük yaştaki kızların kendilerinden büyük, hatta yaşlı adamlarla evlenmeleri o dönemde ne yazık ki adeta bir zorunluluk gibi görünebiliyordu. Güzide Sabri bir kadın romancı olarak kadınların kaderini romanlarında dahi olsa, değiştiremez miydi? Romanlarında kadınların sunabildikleri en değerli şeyleri neden hep güzellik ve cazibeydi?

Bir kadın yazar yaftalaması olarak ‘ucuz roman’ söylemi

Güzide Sabri’nin romanları yaşadığı dönemde ve hatta sonrasında popüler aşk edebiyatı, ucuz roman, ucuz aşk romanları vb. söylemlerle anılırken bu tür yakıştırmaların nedense kadın yazarların eserlerine karşı çok cömertçe kullanıldıkları dikkatimi çekti. Ve bu yakıştırmaları yapanların erkek edebiyatçılar ya da eleştirmenler olmasına şaşırdık mı?
Birçok eleştirmen anlamak istemese de Güzide Sabri kendine has ve özgün bir edebiyat yaratmıştır. Hastalık ve karasevda ilişkisini irdelemiş, kadın ruhunun ve bedeninin esaret altındaki isyanını romanlarına konu etmiştir. Eserlerinde, toplumsal yaptırımlar, etik değerler yasak aşkın önüne geçse de bunun sonuçlarının ağır olacağını, birden fazla insanın mahvına sebep olabileceğini, ölümle sonuçlanabileceğini anlatmıştır.
Gazeteci İbrahim Hoyi, Güzide Sabri ile bir röportaj yapar. Aslında baştan sona iğneleme ve ince alayla dolu röportajın bir yerinde Güzide Sabri en çok tercüme eserleri okuduğunu, Graziella’yı, Raphael’i, Sappho’yu, La Dameaux Camelias’ı, Gabriel’in Günah’ını, Monte Kristo Kontu’nu elinden düşürmediğini söyler. Ki o dönem tercüme edilen eserlerin azlığını da unutmamak gerekir. Röportajın bitiminde İbrahim Hoyi “Güzide Sabri’nin dünya romancılığı hakkında hiçbir fikri yok.” cümlesini kurar. Robert koleji mezunu, engin edebiyat bilgisi olan, uzun yıllar İngilre’de yaşamış bir ‘entelektüel’e kim inanmaz ki!
Güzide Sabri aynı röportajda şunları söyler:

“Bence romancı şair, nâsir olmalıdır. Sanatkâr olmalıdır. Romanlarımda macerayı değil süblime şiiri, yüksek üslûbu ararım. Roman yazarken en ön plana aldığım şey insanlığı daha süzülmüş ve daha şuurlu bir varlığa götürmek, insanı, kendini görmek, netice itibarıyla ruhu yükseltmek, aşkın ve ahlakın tahlilleri neticesinde insan ruhuna varmak, böylelikle hayatın muhtelif cephelerini çizmektir.”
Bunları söyleyen bir romancının eserlerinin okuyucusuna anlatacağı çok şeyi olmalı. Unutmayalım ki has edebiyatı geleceğe taşıyacak olanlar edebiyat eleştirmenleri, gazeteciler değil, iyi edebiyatı nerede olsa arayıp bulan has okuyuculardır!

Kaynakça
Ölmüş Bir Kadının Evrak-ı Metrukesi – Güzide Sabri (İş bankası yay.)
Nedret -Güzide Sabri (Can Yay.)
Hüsran-Güzide Sabri (Dorlion Yay.)
Hicran Gecesi-Güzide Sabri (Dorlion yay.)
Necla-Güzide Sabri(Maya Kitap)
Yabangülü-Güzide Sabri (Maya Kitap)

edebiyathaber.net (19 Aralık 2024)

Yorum yapın