
Nicedir ‘gitmeyi seç ruhum’ diyordu sözcüklerim bana. Git ve anla, git ve gör, git ve dokun… Ve sevmeyi yeniden inşa et; bir katedrali inşa eder gibi. Hatırında tut Gaudi Usta’yı, bitmeyene başla, bitmeyecek olanın taşını suyunu mermerini taşı. Yont, harcını kar, biçimlendir; ruhunu birlikte kotarabileceğinize inan; ama önce sözcüklerinizle dokunun birbirinize… Anlamı kendileri getirsin… Yer gök gibi olun, yer değiştirin bazen. Uzak olun yakına taşının sözcüklerinizle, yakın olun uzağa gidin birlikte…
Size ne bir düş ne de bir beklentiden söz ediyorum. Yaza yaza giden insanın yolu yolculuğu böyle. Yazarsınız, bir yerde biriktirirsiniz bunları. Hatta çoğu kez dönüp neye niçin neden yazdığınıza bakmazsınız. Sezginiz size yol açar, elbette ki sadakatli bilginizi ve meraklarınızı gözeterek yol alırsınız.
Siz geldiniz, bir ışıltı gibi kuşattınız yurdumu. Durun dediniz. Bakın ben buradayım, yazıyor, düşünüyor hissediyor, tutkularıyla kendi katedralini inşa etmeye çalışıyorum. Başkalarının harcı da gerek bana. Hadi siz de gelin katılın bunu birlikte inşa edelim. Ki, her inşa etme önce bir düşse de, sonra cesaret ister. Ya bitmezse, ya bir engel çıkarsa…Ya’ları çoğaltmadan kurmayı göz alan insandır bitmeyecek düşe doğru cesaretle yürüyen, hatta imkânsızı bile umurlamayan. O ânın rüzgârı onu çekiyorsa; anlamın ardından giderek gönlünü ve aklını çelen her şeye dönüp bakabilen bir Gaudi… Şu olmaz, buna gerek yok demeden bezer usta her bir yapıyı. Ve ortaya dünyanın şenliği çıkmıştır bile. Umurlamaz şu bitmedi, bu acaba nasıl biter, peki bunun malzemesi niye böyle, şimdi bunu neye benzetecekler…
Bakınca fotoğraflarınıza sözcükleriniz gibi dokundunuz bana. Her şey vardı orada. Kederli yalnızlık, dişilik, bilgece duruş, hınzırlık düşünen biri, taşranın içe çekilen hali, bekleyen, özleyen, arzulayan, dokunmaktan hoşlanan, sahiplenilmeyi seven, itirazları olan…
Ve içli bir bakışa, arzulu bir dokunuşa hiç itiraz etmeyen…
Çünkü onu şefkatle almıştır bakışına, dokunuşlarına, tenine…Ve çıplaklığını göz ucuyla sıyırtan… Yalanım yok, şimdi örtsem, demezsem; ne anlar diye iç geçirsem…Hayır; yazmalıyız aramızdaki tüm örtüleri kaldırarak üstelik. Madem ki dokunduk sözcüklerimizle; bunu yalnızca biz biliyor söylüyor hissediyor paylaşıyoruz…Neden/niye/nasıl/ama…. İmlerini de bir yana koyarak kendi alfabemizi, hatta kendi yazım biçimimizi kurmalıyız aramızda. “Bu bize ait,” demeliyiz!
Şu yaman Henry Miller’e özenmesem de aklımda tutarım onun serüvenlerini. Son tutkusunu, “aşk” mıydı o bilemem; hani şu Hoki Tokuda’ya ilgisi, yakınlığı, hatta evliliği. Salakça demesem de, öylesi bir tutkunun ardından giden adam neden evliliği seçer ki? Her halde hayatının son deminde onu avucunda tutabilmek için. Oysa haz beklemez, tutku hele hiç… Her neyse, gene de gitmesi ve tutup resim yapmaya başlaması, onda kendini keşfetmesi önemliydi. Yeni bir gerçekleştirme yolu… Yaratıcılık asla beklemez! Artık yazısının önü tıkanmıştı belki de, yeni arayışları vardı. Üstelik kendini konumlandırdığı yer ondan beklentileri de yükseltmişti sanırım!
Şimdi bir şey biçmeye kalkmıyorum elbette. Eninde sonunda biz, sizinle yazarak yürüyoruz. Seviyorum duru/içten/yalın/anlaşılır yazmanızı. Anlatılarınızı deyince duruyorum biraz. Yazdıklarınıza geçince, bir bir bunları okuyunca duraladım, evet. İç sesiyle yazan biri çıktı karşıma. Alıp başka yerlerde/mekânlarda insanlarda gezindiren değil. İnsana insani olanı deşerek gösteriyor sanki. Biraz ürküntü, biraz hemen okuru/nu içine alamama hali. Oysa burada, bana yazarken daha özlü/özgür/kendinizsiniz. Oysa yazı her daim kendi olmasını ister yazarından. Ama bu daha ilk izlenim, sonrası okumalar ne getirecek bilemiyorum. Bir de itirazım şu: Çoğaltmışsınız… Metin parçacıkları… Okuyanını yoran şey. En iyi/yalın birkaç öykü okuruna şunu söyler sanki: Bunlar en seçilmişi, size gerekli olanları. Biz vazgeçemeyiz bir türlü, yazdıklarımızın çoğu çıksın vitrine…Bir kendimiz için yazdıklarımız vardır, bir de okur için. Bu kesin çizgiyi koyamaya başlayınca insan, artık “yazar”lık arenasına adım atıyor sanki!
Sözü sizin gibi gezindirmeye başladım.
Dur kalbim. O fotoğraflara dön. Ve bendeki o ilk imgenizi soldurmadan gelen yüzünüz, bedeniniz… Duruşunuz… Sonra itirazı olan bakışınız.
Gene de ben sizi oraya çeken her şeyi merak etmeye başladım sizin beni merak ettiğiniz gibi. Şimdi nerede, nasıl yaşıyor, kiminle, nasıl bir mekânda…
Evet bu mekânımın/yerimin fotoğraflarını sizin için çekip birazdan onları göndereceğim. Burası benim mabedim diyebiliriz. Kendi sesim, kendi varlığımda çoğaldığım yer. Her bir şeyinde bakışımın izi olan.
…
Sabah sizin için erken uyandım. Gözüm yolunuzu bekliyordu. Nerede/nasıl, bir engel mi çıktı, şimdi bir yerlere mi gidiyor gene…
Bana sözcüklerinizle aşıladıklarınızın ceremesi bunlar da…
Bilirsiniz, hemen bir solukta okunur bu yazılanlar. Bilinir ki duygularınızı dindirerek birkaç kez daha okunacaktır. Hatta bazı satırlar “mahsus” atlanır, ki, dönüsün üzerlerine duygularınızı da koyarak yeniden çoğaltıp okuyasınız.
Sizin beni sevdiğiniz gibi ben de sizi sevmeye başladım desem…
Ve söz alıp bizi taşıyacak günlere, zamanlara; başka başka mekânlara doğru yürüyeceğiz birlikte. Günü günlere bölerek yazacağız, eminim.
edebiyathaber.net (6 Mayıs 2025)