Giray Kemer: “Bire bir yaşananı anlatmanın edebiyat olduğunu düşünmüyorum”

Temmuz 7, 2014

Giray Kemer: “Bire bir yaşananı anlatmanın edebiyat olduğunu düşünmüyorum”

pazi2Giray Kemer, İletişim Yayınları’ndan çıkan ilk kitabı Olaylar Boksörün Pazı Sarmasını Yemesiyle Başladı‘yla tanıştığımız yeni bir yazar. İsmi kadar ilginç ve ironik anlatısında yirmili yaşlarda bir boksörün yalpalamalarını, öfke ve hezeyanlarını, aşklarını, sokak sokak dolaşmalarını anlatıyor. Kemer’le edebiyat anlayışını ve zamanın ruhunu anlatan genç romanını konuştuk.

Boks ve edebiyat… Birbirine pek yakıştırılmaz. Boks yaptınız galiba.

Yakıştırılmaz diyen gelsin onunla biraz boks yapalım =) Ben yakışmadığını düşünmüyorum. Bilakis öykünün boksla çok benzeştiğini düşünüyorum. Cortazar’ın dediği gibi romanda puanla kazanabilirsin ama öyküde knock-out gerekir. O noktada yakınlar. Hep beklenmeyen olur, her an her şey olabilir. İkisi de çok güzeldir. Profesyonel olarak hiç boks yapmadım. Ama çok severim. Eski efsanelerin maçlarını arada oturup izlerim mesela. Ali-Fraizer vs. Amatör olarak haşır neşir olmuşluğum vardır. Biraz bilirim diyebilirim yani.

Kitapta küçük küçük hikâyeler olsa da uzun bir novella havasında yazdıklarınız. Nasıl bir karakteri var boksörün/kahramanın…

Hüseyin Kıyar’a Hisardan Ahmet’i yeni bitirdiğinde “abi roman mı öykü mü” demiştim. O da “öykülerden oluşan roman” demişti. Sevdim o buluşu. Ben de o şekilde olsun istedim. Taslak aşamasında her öyküdeki kahraman aynı adam, yani şimdiki boksör, değildi. Sonradan teke indirgedim, devamlılığa vs. dikkat edip bazı kısımları değiştirerek. Toplamda bir bütünlüğün olması önemliydi, ama her birinin ayrı ayrı birer öykü olması daha önemliydi benim için. Terk edilmiş bir boksörün kaybediş hikâyeleri diye özetleyebiliriz kitabı. Aşık olduğu bir kadın var ve diğer kadınlar. Müziği ve viskiyi seviyor. Erkeklerin yazdığı her iyi şarkı eve dönmekle alakalıdır derler.  İyi mi bilmiyorum ama bu da özünde öyle. Kaçmakla, saplantılarla, arkadaşlıkla, aşkla ve boksla ilgili…

Olaylar, evlerle içkili eğlence mekanlarında yaşanıyor. Evde olmak, dışarıda olmak neyi ifade diyor karakterler için… Ev bir sığınak mı, kale mi veya dışarıda olmak bir cangıl mı… Romandaki ilişkiler, karşılaşmalar, çarpışmalar için soruyorum bunu.

Evin bir sığınak olduğu kesin. Muhafazalı yerlerden hoşlanıyor kahraman . Hatta ev arkadaşıyla konuşurken bile muhafazalı konularda dolanmayı seviyor. Çünkü korkuyor. Daha fazla risk almak istemiyor. Güçlü görünen ama fazlasıyla kırık bir adam. Kaçıyor, kaçtığı için içiyor, içmek ve kaçmak için dışarı çıkıyor… Dışarısı yeni bir kadın ve yeni bir kadın da yine kaçış demek. Sonrasında da süreç başa dönüyor.

giray185589252544_444790274853441487_nEdebiyatını kimlere yakın görüyorsun. Kitabını da işin içine katarak kendini nerede/nasıl tamamlarsın?

Yakın bulmak demeyelim de öykü konusunda ve diğer pek çok konuda kitabın başına da yazdığım gibi Barış Bıçakçı çok önemli. Onunla tanışmak çok önemli. Döve döve öğrettikleri çok önemli. Geçenlerde sarhoşken yazmıştım ona: “Türkiye’nin Salinger’ıyla baya baya arkadaşım, ver-kaça falan giriyorum, bazen şaşırıyorum. Ne kadar şanslıyım, ne  güzel” diye. Onun haricinde tabii ki Carver. Sonra… Jonathan Aims, Ian Banks, Salinger, Yusuf Atılgan, Mehmet Günsür, ilk başta aklıma gelen çok etkilendiğim, ufuk açan, sıradışı şeyler yazan, kafaları başka türlü çalışan şahane adamlar. Yine  beatlerin tamamından oldukça etkilendiğimi söyleyebilirim. Çünkü beat ne bilmezken için için düşünürdüm: İnsanların hep doğru kiple konuştuğu, dahi anlamındaki de’leri ayrı yazdığı, birbirlerini başlarıyla selamladıkları bir dünyada yaşamıyoruz. Basit/boktan şeyler de oluyor. Ve bu basit/boktan şeyler de edebiyatın konusu olmaya değer diye. O noktada kendimi yakın bulmamı ve iyi hissetmemi sağlamışlardı.  Sanırım biri gibi yazmaya uğraşmadan onun hissiyatına yaklaştığında kıymeti oluyor bunların. Yoksa Bukowski gibi yazmaya çalışan, Carver gibi yazmaya çalışan binlercesi vardır ama yapmacıklık burada ayırıcı olan sanırım. Bilmediğin bir şeyi yazmaya çalıştığında insanın hemen kendini ele vereceği kanısındayım.  Kısacası kendimi şuna buna yakın buluyorum demekten hoşlanmıyorum. Ama etkilendiğim, benzetilmekten mutlu olacağım çokça yazar var elbette.

Metropol gençliğini anlatıyorsunuz, hayat biçimleri, ilişkileri, hazcılıkları, unutma arzuları, savrulmaları… Sizin kuşağınız yaşadıklarını anlatabiliyor mu sizce?

Öncelikle şu meşhur “bizim kuşağın” kendini Gezi’yle birlikte yeterince akladığını düşünüyorum. Her neyse… Edebiyat özelinde şunu söyleyebilirim. Bir kere bire bir yaşananı anlatmanın edebiyat olduğunu düşünmüyorum. İntikam almak için edebiyat yapılamaz. En fazla oradan beslenip üzerinden zaman geçince salim kafayla bir kurgu oluşturulabilir.  Ve yine şunu biliyorum ki; aşağı yukarı benzer hayatlar yaşamış, benzer sosyal sınıftan gelen, benzer değer yargıları olan insanlar, benzer kaybedişler yaşıyorlar. Bahsettiğiniz jenerasyonun hayat biçimleri, ilişkileri, unutma arzuları, savrulmaları da buralardan doğuyor ve besleniyor zaten. Ve bunlar illa ki anlatılıyor. Bazen çok benzeştiğimiz, kıskandığımız, sinirlendiğimiz, “ulan onu ben yazacaktım” dediğimiz bile oluyor. Nasıl anlattığımız konusunda ayrışabiliriz belki. Önemli olan da o sanırım. Güzel anlatan da var, anlatamayan da…

Serap Uysal – edebiyathaber.net (7 Temmuz 2014)

Yorum yapın