“… Ben senin yerinde olsam -edebiyatçı olmaya karar vermişsem bile- müspet ilimlerden birini ihtisas olarak seçerdim…”
Yukarıdaki cümlenin sahibi herhangi biri olabilirdi ama sahibinin adını söyleyince şaşıracağınızdan neredeyse eminim: Nazım Hikmet!
Evet, Memet Fuat’a verdiği tavsiyelerden biri bu[1]. Belki de bu sözle Marx’a atfedilen, “İnsan gelişimin alanı zamandır,” cümlesinin geçerliliğini deneyimlerinden süzerek doğruluyor ve çevresine aktarıyor Nazım.
Paraya sahip olmak, insanın mutlak olarak sahip olamayacağı biricik şeye; zamana, dönemsel olarak sahip olmak anlamına mı geliyor? Bu tez herkes için geçerli mi? Yaratıcılığın, üreticiliğin geliştiği -sizden önce var olan ve sizden sonra da olacak- tarlayı bir süreliğine sürebilmek…
…
Karşımda Feridun Andaç oturuyor. Ekim 2024. Kendini okumaya, yazmaya adamış biri. Kütüphanesini anlatırken, Babil’e Yolculuk[2] adlı kitabını hatırladım, okuduğumda yıl 2004’tü. Şimdilerde baskısı tükenmiş; ne değerli bir kitaptır oysa! Dupduru bir dil. Unutulmuş sözcükler: Ağacın duldası örneğin. Artık günlük dil içinde değil ne yazık… Feridun Ağabey’in kütüphanesini; bırakın Kültür Bakanlığı’nı yerel yöneticiler de değerlendiremiyor, değerlendirmiyor. Kitaplarını yalnızca bağışlamak istemiyor oysa Andaç; sonraki kuşakların nefes alabileceği kültürel bir alan inşa edilmesini de istiyor. Cumhuriyet Gazetesi’ndeki endişe ve serzeniş dolu yazısı açık bir çağrı aslında. Üstelik konuyla ilgili ilk yazısı değil bu… Her şeye karşın Mahir Polat’ın ya da Çankaya Belediye Başkanı Hüseyin Can Güner’in bu çağrıya kulak vereceklerine inanıyorum, doğrusu inanmak istiyorum.
…
Neden edebiyatçıların çoğu üst sınıflara mensup ailelerden çıkmıyor? Tamam, boş zaman önemli ama başka bir mefhum daha olmalı; iradeyle yoğrulmuş bilinçli bir yeğleme örneğin.
Bu noktada bir soru daha geliyor aklıma: Acaba, edebiyatı -hayattan kopuk- bir oyun alanı olarak görme anlayışı sınıfsal mı yoksa yalnızca dönemin ruhuyla mı ilgili? Soruyu yanıtlamaya katkı sunması açısından anılardan süzülerek tortulaşmış bir deneyimi aktarmak isterim: Yıllarca yaratıcı yazarlık, roman yazımı dersleri verdim. İlk ders öğrencilerin seviyesini ve anlatma iştahını görebilmek adına onlara hep şu ödevi veririm: “Önümüzdeki hafta bir şeyleri betimleyin.” Çoğu öğrenci; yalıları, köşkleri anlatır ya da kusursuzluğun kol gezdiği mimarileri. Çok azı odasındaki koltuğu betimler ya da kuşlara “yem verme” bahanesiyle pasaklılığını gizleyen komşu kadının tencerenin dibinde kalan pirinç tanelerini tahta kaşıkla kazıyarak mutfak camından boşaltmasını… İnsanların geneli ne yazık ki edebiyatın “büyük” şeylerle ilgili olduğunu zannediyor. Tarih romanı yazan, sarayı yazıyor; hamal loncasını araştırıp o mercekten bütüne bakmak aklının ucundan dahi geçmiyor. Üstelik bu, sınıfsal da değil: O tür romanları yazanların çok azı köşkte ya da yalıda yaşıyor. Belki de oraları hiç görmemişler.
Oysa gerçek edebiyat, bilinen hayatta ve küçük şeylerdedir.
[1] Yazarlığın Eteklerinde, Memet Fuat, s. 3-4, Literatür Yay.
[2] Babil’e Yolculuk, Feridun Andaç, Doğan Yay.