
Pandeminin hemen öncesiydi belleğim beni yanıltmıyorsa. Konak’tan Varyant tırmanışının bittiği, yolun Üçyol tarafına döndüğü noktada, körfezi tepeden gören konumdaki sanat merkezinde ilk kez gördüm yazarı. Bırakın okumayı, adını da ilk kez duyuyordum sanırım (Edebiyat sever olduğunu düşünen biri için övünç duyulacak bir şey olmadığını utanarak belirtmem gerek.) İzmir Büyükşehir’in öykü günlerinin onur konuğuydu yanlış hatırlamıyorsam. İzmirli saygın öykücü Feyza Hepçilingirler ev sahibi gibi eşlik ediyordu ona. Biraz gecikmiş olmalıyım; neredeyse dolu salona girdiğimde yazar, üstünde su, bardak gibi nesnelerin bulunduğu sephanın yanına yerleştirilmiş bir koltukta oturmuş aydınlatılmış sahneden edebiyat severlere sesleniyordu.
Edebiyat serüvenini anlatıyordu bize. Sismik gemilerde geçen çalışma hayatının öykücülüğünün neresinde yer aldığından; bir yayınevine gönderdiği öykülerinin uzun süre bekledikten sonra, hâlâ yazıyor musun, sorusuyla yazarın yazma tutkusunun sürüp sürmediğini anlamak isteyen ve aldığı yanıtla o derinliki öykülerin yer aldığı kitaplarıı kendi yayınevinde basmaya başlayan yayıncıdan bahsettiğini hatırlıyorum. Sonrasında gene belleğim beni yanıltmıyorsa, Gemiler de Ağlarmış öyküsünden bir bölüm şehir tiyatrosunun oyuncuları tarafından canlandırıldı kendisinin de bulunduğu sahnede. O gün oradan ayrıldıktan sonra, o dönemki hayat gailesinin ortasında önceliklerim edebiyatla ilgili olmadığından o etkinliğe dair her şeyi unuttum.
Cemil Kavukçu adının o güne dair bendeki anısının saklandığı bilinçaltından tekrar bilince çıkması, bütün dünyayı evlerine hapseden salgının ardından Edebiyat Haber’i keşfetmemle oldu. Öykü okumaya, öykümsü bir şeyler karalamaya başlamıştım. 80’li yıllarda şiir, şiire dair yazılarımı dönemin kimi dergilerinde yayımlatmama rağmen bu türün, nedense derdimi anlatmayacağına yönelik inancım çoktan pekişmişti. Tezcanlı, sabırsız yapım roman yazma seçeneğini de ortadan kaldırdıktan sonra öykü bana en aklıbaşında seçenek olarak göründü. Ve başladım Cemil Kavukçu’nun o türde bizatihi seçicisi olduğu e-dergiye öykülerimi göndermeye. Bunun nasıl mucizevi bir şans olduğunu kavramam biraz zaman aldı. Gerçi başlangıcı sadece birkaç yıl geriye giden, hâlâ emekleyen öznel bir yazma serüveninden bahsediyorum. Sanki acelem varmışçasına (ki var; ben 70’ime merdiven dayamışken, yazar 80’nine yol alıyor) hızlıca yazmaya, demlenmesini beklemeden gönderme hatasına düştüm. Tabii ki de kaçınılmaz olan başa geldi. Hayatın kusurluluğunu sembolize eden Japon çay seremonilerinin fincanlanları gibi öykülerimin taşıyıcısı olan dilde kimileyin hatalar ortaya çıktı. Japon ritüelinde farkındalıkla kullanılan fincan kusurları, benim öykülerimde bilinçle yerleştirilen değil, bana has dikkatsizlik ürünü hatalar olarak boy gösterdi.
Gönderdiklerimizi zaman ayırıp okuyan Cemil Kavukçu, biz yenilerin ( ben sözgelimi yetmişe merdiven dayasam da öyküye başlama yaşı olarak yeniyim elbet) elinden tutmaya çabalayan Türk öyküsünün yaşayan en önemli birkaç yazarından biridir tartışmasız olarak. Bunun bizler için ne anlama geldiğini de bizden daha çok o biliyor sanımca. Bu işi de bunu bildiği için yapıyor bence. Edebiyat Haber’e öykülerini gönderen birçoklarımız Muzaffer Hacıhasanoğlu adının Cemil Kavukçu’nun edebiyat serüvenindeki anlamını bilmeyebilir. Kendimizle, hayatla hesaplaşmak için başladığımız bu serüvende gönderdiklerimiz arasından seçtikleriyle belli bir çıtayı aşmış öykülerden oluşmuş havuz bize kılavuzluk eder, yayın programına aldığı öykümüz bizi yüreklendirirken belki de Muzaffer Hacıhasanoğlu’na olan gönül borcunu ödediğini hissediyor olabilir yazar. Borç dediğimiz şeyin burada olduğu gibi kimi zaman borçlu olana değil, yardıma ihtiyacı olana ödenmesi daha anlamlıdır. Elbette o edebi kılavuzluk için hem Cemil Kavukçu’ya hem de yazma alıştırmaları yapan biz yazar adaylarını buluşturan o maddi alanın adını taşıyan Edebiyat Haber’e teşekkür etmek de bize düşen bir gönül borcu.
Elbette yazarın öyküleri de bizim için eşsiz bir yol gösterici. Zygmunt Bauman, Walter Benjamin’in hikâye türlerini ikiye ayırdığını söyler. Denizci ve köylü hikâyeleri. İlki; gidilmemiş, keşfedilmemiş yerlere dair, yabansı yaratıkların bulunduğu alışılmadık olayların geçtiği hikâyelerdir. Köylü hikâyeleri ise görünüşte sıradan, alışıldık olayları ele alır. Gözümüzün önünde yaşanan ama gözden kaçırdıklarımızı içerir. Cemil Kavukçu, Bauman’ın dünyanın tek bir köye dönüştüğü günümüzde artık aralarında öylesi keskin bir ayrımın kalmadığını söylediği iki türde de yazmıştır. Yakınlarda öykü grubumuzda, onun yukarıda andığım Gemiler de Ağlarmış’ını analiz etmiştik yaşamıyla paralellikler kurarak. Buöyküsü uzak denizlerde geçmez, yabansı yaratıklar yoktur, gemide isyan çıkmaz, keşfedilmemiş karalara ayak basılmaz. Ne var ki bunların hepsi de vardır. İnsanın kendisi bile bir türlü tümüyle keşfededilemeyen bir kıta değil midir? Uzak denizler aynı zamanda onun bilinçaltını temsil etmez mi? Yabansı yaratıklar Jung’un bahsettiği insanın kendi gölgesi olmuyor mu? Sismik de olsa, olayların geçtiği deniz üstündeki bu gemi, tamı tamına bir deniz hikâyesinin mekanına dönüşür. Can sıkıntısı, sabır, alay, aşağılama, acımasızlık, özlem, merak, korku vb duygu durumlarına yol açan olayların yaşandığı, gemide geçen durağan biteviye hayata tahammül etmenin tek yolu olarak içen; karaya çıkmayı bu biteviyelikten birkaç saatliğine de olsa kurtulmanın yolu olarak gören karakterlerin binbir türlü insanlık hallerine şahit oluruz.
Ölünün yıllar sonra katilini öldürmesi. Koya demirleyen gemide yaşananlar. Hikâye içinde hikâyeler. Ah o Hurşit; ki en yakıcısı, en patetik olanı da onun hikâyesidir. Denizde beklediği ölümden kaçarken karada yakalanan Hurşit. Karaya çıkıldığında tek görüşte aşık olunan aşığından habersiz kadınlar, onlara dair erotik hayaller. Daha neler neler… Kovadaki suda ağızlarını kocaman açıp yaşamak isteyen oltaya takılmış kıraçalar. Hüzünlü gün doğumları. Gemi arızaları; bekleyişler, hareket edilse belki de bir şekilde hafifleyecek, yüzmeyen gemi biçiminde çöken iç sıkıntıları. Oltaya takılan, insan gibi bakan balığa benzer yaratık. Deniz fobik Hurşit’in karaya dönmek istemesi gibi denizine kavuşmak, orada ölmek isteyen o balık, uğursuzluk simgesi gibi öykü karakterlerinin ruhuna siner ve oradan okura sirayet eder ve bu kez orada yankılanmayı sürdürür.
Kulağa hem bambaşka hem de çok tanıdık hayatların yaşandığı bir dünyaya aitmiş gibi gelen o büyüleyici kelimeler: Lomboz / kamara / çarkçıbaşı / filika / demirlemek / kamarot / küpeşte / denizi yalayan rüzgârlar / tornistan yapmak / yeke/ kıçüstü / geyik / yem kaptırmış cıvatadan denizci / zabitan / süvari / kılçık / Izbarço / NOHAP / sintine / karaya gitmek / tanker / deniz adamları / başaltı ambarı / makineci / dümen kilitlenmesi / zoka…
Yüzmeyen gemiler ağlarmış. Tabii ki mürettebatın içlerine akıttıkları gözyaşlarını Izbarço’ya malettikleri bir yansıtma olarak. Tıpkı oltalarına takılan, damağından zokayı çıkaramadan denize bıraktıkları Hurşit gibi bakan balıkta olduğu gibi.
Ömrüne bereket Cemil Kavukçu…

















