
Söyleşi: Sibel Unur Özdemir
Fulya Bayraktar’ın Ne Ayak adlı 4. öykü kitabı, OKB56 Yayınları’ndan okur karşısına çıktı. Yazarla son kitabı hakkında konuştuk.
Yeni kitabınız “Ne Ayak”ta on sekiz öykü var. Ben de bir yazar olarak öyküyü önemsiyorum. Yaşanılan her anın, anlatılan her şeyin bir öyküsü bulunmakta. Yazdığınız öyküler daha çok insan ilişkilerine dayanıyor. Bu da bende “iyi bir gözlemci” olduğunuz izlenimini bıraktı. Bu yönünüzle sizi Sait Faik’e benzettim. Yanılıyor muyum?
Evet Sibel Hanım, öykü hayatımızın her yerinde ve her anında bizimle. Sait Faik’le karşılaştıramam kendimi, ama iyi bir gözlemci olduğumu düşünüyorum. Yazdıklarımı Sait Faik’le bağdaştırmanız elbette gurur verici. İnsanın doğallığını, kendiliğini, abartıya kaçmadan, doğallıkla gözleyebilen Sait Faik, o doğallığı yine abartmadan kâğıda geçirebildiği için büyük yazar olmuştur bence. Gözlem iyi bir malzemedir yazar için, önemli olan o malzemeyi nasıl kullandığınız…
Duyu organlarımızın hassasiyetinin, algılama gücümüzün, empati yeteneğimizin öykü yazma sürecimiz açısından önemli olduğunu düşünüyorum. Çünkü insan ne kadar hissedebiliyorsa, görebiliyorsa, duyabiliyorsa… o kadar ayrıntılı tanımlayabilir, gösterebilir, sahici kılabilir bir insanı, bir durumu ya da bir olayı. Beden dili okuyabilmenin de yazma üzerinde etkisi olduğuna inanırım. Görünüş, duruş, bakış, dudak büküş, ses tonu, hemen her jest ve mimik ruh halimizin bir göstergesi gibi. İstersek yükseltebileceğimiz gözlem gücümüz; insanı, olayları, durumları yorumlama, tanımlama olanağı tanıyor bize. Uygun ve doğru bir dille yazmak kalıyor geriye.
Öykülerinize verdiğiniz isimler değişik ve ilgi çekici. Kitabınızın adı da öyle. Öykülerinizin içinde kitabınıza ismini vermiş bir öykü bulunmuyor. Ama “ayak”lı bir öykü var; “Hangi Ayak?” Burada ayağı hem gerçek anlamıyla yani ameliyat edilecek bir sağ ayak hem de argoda kullanılan “Ne ayak bu?” sorusuyla veriyorsunuz okura. Tabii bir de Haşmet’in “Senin ayak olmadığı kesin.” cevabı var ki… Bu söylemlerden esinlenerek sormak istiyorum. Kitaba neden “Ne Ayak?” ismini uygun gördünüz?
Öykü başlıklarını önemsiyorum. Daha ilk başta, öykü atmosferi oluşturmada etkili bir araç. Kitabın başlığı, bahsettiğiniz “Hangi Ayak” öyküsünden yola çıkılarak konuldu. Aslında bu öykü dosyasının oluşmasının en önemli nedeni de bu öykü diyebilirim. Daha önce mizahi bir öykü kitabı çıkarmak gibi amacım yoktu.

Kitabın başlığını, dosya oluşurken “Yetiş Züleyha” koymayı planlamıştım. Ancak tüm öyküler bitip de iş başlığı kesinleştirmeye gelince, bu başlığın kitaptaki tüm öyküleri, öykülerin temasını kapsamadığına karar verdim. Neydi insanın bu halleri, nasıl evriliyordu insan, nasıl büyüyor, yaşlanıyor, dönüşüyor ve nelere maruz kalıyordu? Hep sorularla ilerliyordu hayat ve bazı soruların cevabı da yoktu. Anlayamadığımız, anlam veremediğimiz, hiç beklemediğimiz durumlarda kalınca kullanırız “Ne Ayak” sorusunu. Özellikle de farkındalığı yüksek insanlar kullanır. Çünkü sorgular, düşünür ve anlam oluşturmak ister. Biraz da muzırlık var elbette bu soruda. “Ben bir çapanoğlu seziyorum ya bu işte, hayırlısı,” der gibi… “Hangi Ayak” öyküsünde geçiyordu bu soru. Evet dedim, insanlara, hayata sorulabilecek anlamlı bir soru bu. “Ne Ayak” başlığı böyle ortaya çıktı
Kitaptaki ilk öykü “Yetiş Züleyha!” çok enteresan geldi doğrusu. İsmet Bey’in rahatsızlığını karısının ya da ev halkının değil de Züleyha’nın çözmesi ilginç. Züleyha doktor değil, hemşire değil. Üstelik saçına fön çekiyor, makyaj yapıyor, acele etmiyor derde deva olmak için. Üstelik İsmet Bey’in eşi de bu duruma sıcak bakmıyor, fakat eşinin iyiliği için katlanıyor. Bir de İsmet Bey o durumda bile Züleyha’nın adını sayıklıyor. Nedir Züleyha’daki gizem?
Züleyha gizemli biri değil aslında, olduğu gibi davranan, kendiliğini yaşamak isteyen biri. Onu gizemli hale getiren, çevresindeki insanlar. Sartre’ın bir sözü vardır, “Cehennem etrafımızdakilerdir,” diye. Kendi olamayan, ilkel duygularından kurtulamamış, öğretilmiş şeyleri kıble yapmış insanlar, istediği gibi bir yaşam sürmek isteyenlere tahammül edemiyor. Herkes kendileri gibi olsun, “El âlem ne der?” modunda yaşasın istiyor.
“Yanındakiyle yaşlanır, aklındakiyle ölürsün,” diye bir söz dolanır dillerde, kime ait olduğunu bilmiyorum. Öyküdeki İsmet Bey, bana bu sözü hatırlatıyor hep. Bir de biliriz ki, yaşanamamış ilişkiler, yarım kalmış aşklar insanların hep aklında yaşar. Sanki o ilişki yaşansaydı, her şey çok başka, çok daha güzel olacaktı. Anlaşılan o ki, yaşanamamış ilişki hem İsmet Bey’in hem de Züleyha’nın aklında kalmış…
“Olamaz mıydı?” isimli öykünüzde Tülay, yalnızlığını internette tanıştığı bir bey ile sağaltmaya çalışıyor, çünkü övülmek, beğenilmek, sevilmek istiyor. Bu bey, onun ruhunu okşarken varını yoğunu alıp onu dolandırıyor. Yine de “Onu tanımasaydım, ot gibi gidecektim, bu dünyadan.” diyor Tülay. Üstüne üstlük “Zorunlu kalmıştır bunları yapmaya.” diyerek kılıf yaratıyor kandırılmasına. İnsanın hayatında sevmek, sevilmek kavramları neden bu kadar önemli?
Duygusal bir ihtiyacın ötesinde, sevgi insanın hayatta kalmasının, kendini değerli bulmasının ve hatta kendini tanımasının temel kaynaklarından biri. Hep söyleriz, insan sosyal bir varlıktır, diye. İçgüdüsel olarak başka insanlarla birlikte yaşamak, bir topluluğa ait olmak, beğenilmek, sevilmek ister. Bir yandan da öğretilmiş ya da içinde bulunulan toplumsal yargılar var. Yalnızlık, başkalarında “sevilmiyor” algısı yaratırken, kendisinde de “sevilmiyorum” duygusu yaratabilir. Hele de bir kadının, boşanmış bir kadının bizim gibi toplumlarda rahat, güvenli ve istediği gibi yaşamasının çok kolay olduğunu söylemek mümkün değil. Bu saydıklarımıza, cinsel ihtiyaçları, fiziksel zorlukları, herkes evine çekildiğinde yaşadığı yalnızlığı da eklersek, bir insanın, bir kadının partner arayışı hiç de yadırganacak bir şey değildir.
Sizin de tanıdığınız bir arkadaşım, öykülerimde kadınların hep evli olduğunu, benim evlilikten yana bir tavır içerisinde olduğumu düşündüğünü söylediğinde, çok şaşırdım. Aşktan, sevgiden yana olduğum doğrudur. Ancak özellikle de bizim gibi toplumlarda evlilik, baba evlerinden çok daha fazla cendere içinde olmak demek. Erkeğin hâlâ otorite, kadının eksik etek sayıldığı, geleneksel kuralların işlemeye devam ettiği, erkek şiddetinin tavan yaptığı bir ortamda, kadınların ille de evlenmeleri gerektiğini söylemek, abesle iştigaldir. Öykülerimdeki kadınların çoğu evli olabilir ya da sevgilileri vardır, ancak kadınların yaşadığı toplumsal baskılar, şiddet, aşağılanma, içine düştükleri çaresizlik, söz haklarının olmayışı, ancak erkeklerin de olduğu bir öykü atmosferi ile anlatılabilir diye düşünüyorum.
Yaşadığımız dönem bir yabancılaşma, yalnızlaşma, güvensizlik dönemi olsa da, insanların aşkı, sevgiyi aramaya devam edeceğine inanıyorum. Tülay da aşkı arayan, cinselliği yaşamak isteyen, yüz yüze görüşerek partner bulmaktan umudunu kesince, sanal ortama bel bağlayan, sonu kötü biten bir ilişkiyi bile yaşamaktan pişman olmayan bir karakter.
Yine aynı öyküde Zümra eşinden ayrıldığını söylüyor Tülay’a. Sütten ağzı yanmış, yoğurdu üfleyerek yemesi gerek, ne var ki yeni bir aşk istiyor. Aşk nasıl bir şey ki vazgeçilemiyor, can yaksa bile.
Başkalarıyla uğraştığımız kadar kendimizle de uğraşsak, zayıflıklarımızın farkına varıp daha eşitlikçi davranabilsek, ilişkilerimiz mükemmel olacak bence. Tülay’a, yaşadığı ilişkiden dolayı bir ton olumsuz cümle eden Zümra, eşinden ayrılacaktır ve bu süreci nasıl yöneteceğini, alışkanlıklarından nasıl vazgeçeceğini, yalnız nasıl yaşayacağını bilmemektedir. Çünkü, evlilik bir anlamda sosyal bir statüdür bizde. Gönlü, yine bir erkekle yaşamaktan yanadır. Ama bunu açık etmesi pek de kolay olmamıştır.
Sayfa 119’da “Aşk da güzel bir şey, değil mi?” derken, sayfa 122’de “Aşk boktan bir şey oğlum.” diyor kahramanlarınız. Görülüyor ki “aşk”ın tanımı herkese göre farklı. Fulya Bayraktar’ın “aşk” tanımını duyabilir miyiz?
Aşk, elbette tek bir cümleyle tanımlanabilecek bir duygu değil. Herkes kendi yaşadıklarından ya da hissettiklerinden yola çıkarak tanımlar aşkı. Kadınları pek sevmediğini bildiğimiz, belki de aşkı bir zayıflık olarak gören Schopenhaure, “Aşkın Metafiziği” kitabında aşkı, genetik olarak sağlıklı, güçlü, hayatta kalma becerisi yüksek çocuklar üretmenin bir aracı olarak tanımlar. Elbette aşkın üreme güdüsüne indirgenmesi hoşumuza gitmez, ama düşündürücü bir savdır, gerçekten de bilinç alanımız dışında, üremeye mi hizmet eder aşk.
Aşkın yaşam enerjimizi artırdığını, hayatla bağımızı güçlendirdiğini biliyoruz, ama insanı bazen insanlıktan, kendinden, çevresinden koparan, bizim değil ama yaşayanın “boktan” olarak tanımlayabileceği aşkların da yaşandığına tanık oluruz. Her şeye rağmen, “aşk olsun” diyorum…
Öykülerinizin geneline bakıldığında, bireylerarası ilişkilerde yaşanılan sorunların yine insani duygularla çözülebileceğine vurgu yaptığınız fark ediliyor. İnsanın merhameti, psikolojisi, vicdanı, öfkesi, kırgınlığı vb. kavramları rahatlıkla, sıradan her insanın yaşadığı/ yaşayabileceği hisleri zorlanmadan, tüm doğallığıyla anlatıyorsunuz. Sizin iktisat mezunu olduğunuzu biliyorum ancak felsefe ile ilgilenip ilgilenmediğinizi de öğrenmek istiyorum. Öykülerinizin birinde geçen bir cümle var, ben de o cümleyi yöneltmek istiyorum size, “İçinizde psikolojik bir gürültü mü var?” (Sayfa 125)
Son sorunuzu hemen cevaplayabilirim; evet içimde psikolojik bir gürültü var. Hızlı yaşanan hayattan cızırtılar, neler oluyor bu ülkede sorusuna aldığım ilgisiz cevaplar, insanların bir o tarafa bir bu tarafa dönerken çıkardıkları tıkırtılar, ekonomik zorluklar içinde bile kapılara dayanan kargo poşetlerinin hışırtısı, şiddetin yarattığı çığlıklar, hayvanların öldürülürken ya da açlıktan inleyişleri, hepsi ama hepsi içimde birleşip beni hareketsiz bırakıyor bazen. Gürültü deyip geçmemeli. Bazen nefes aldırmayıp öldürücü bile olabilir.
Yaşadıkça her türlü acının, duygunun insana dair olduğunu anlıyorsunuz. Bir yandan şaşırıyor bir yandan da kabul etmeye başlıyorsunuz içinde bulunduğunuz durumu. İnsan ve yaşam “bu”ymuş meğer. Elbette neden-sonuç ilişkisi kurulamıyor her olay, durum için. İnsanın ortaya çıkardığı sorunlar, yine insani bir kavrayış ve bakış açısıyla çözülebilmeli.
Felsefe, gençlik yıllarımdan bu yana, edebiyatla birlikte ilgi alanımda oldu. Ancak, bu konuda verimli okumalar yapamıyordum. Emekliliğime yakın yıllarda, ikinci üniversite kapsamında, açık öğretim fakültesinde felsefe okudum. Sistemli okuma beklentime tam olarak cevap alamadım, ama bana belli bir altyapı sağladığını düşünüyorum. Felsefi metinleri artık kolaylıkla okuyup yorumlayabiliyorum.
Felsefeyle ilgilenmenin en önemli katkısı, insana sürekli sorular sordurup bu sorulara cevap aratmasıdır. İnsanı, dünyayı, evreni, kendimizi anlamada felsefenin vazgeçilmez bir disiplin olduğunu, tüm sanat dallarının çatısı işlevini gördüğünü, özellikle sanatsal üretimlerin felsefi bir bakış açısına sahip olması gerektiğini düşünüyorum.
İnsanları ağlatmak kolay ama güldürmek zordur, diye bir tabir vardır. Siz de duymuşsunuzdur mutlaka. Sizin öykülerinizde kırık kalpler, olumsuzluk yaşayan insanların yanı sıra toplumsal ve cinsel problemler de var, ancak öyküleri okurken gülüyor, gülerken düşünüyoruz. Bize sunduğunuz gerçek yaşanmışlıktan kesitler. Günümüz şartlarını düşününce toplum olarak gülmeyi unuttuk gibi. Siz, özellikle mi mizah türünde kaleme aldınız öykülerinizi? Hani “İzahı olamayan şeylerin mizahı olur” derler ya… Sizi mizaha yönelten duyguyu paylaşır mısınız
“Gerçek yaşanmışlıktan kesitler,” diyemeyiz tabii bu öyküler için, ama hepsi gerçekmiş gibi geldiyse size, benim için sevindirici bir durum. Yukarıda biraz bahsetmiştim. Hangi Ayak öyküsünü yazdıktan sonra, sıradan bazı olayların insanın zaaflarını, reflekslerini, gülünçlüklerini tüm açıklığıyla ortaya koyabildiğini gördüm. Ve en önemlisi, çok güldüm. Böyle bir öykü yazabildiğime ve bu öykünün beni çok güldürmesine şaşırdım. Hep söylerim; yazmak insanın kendini tanımasında çok etkili bir eylem. Benden, başka bir ben çıktığını fark ettim. Evet, gülünçlükleri çabuk görebilen, espri yapabilen bir insanım. Ancak bunları yazabileceğimi hiç düşünmemiştim.
Çok sıkıntılı, karamsar, umutsuzluk yüklü bir dönemden geçiyoruz. Çaresizlik içinde, sürekli aynı şeyleri konuşuyor, her şeyi eleştiriyoruz. Geleceğe ilişkin olumlu bir beklenti içinde değiliz. Üstelik bir çözüm önerimiz de yok. Mutsuz mutsuz dolaşmaktan, zoraki “iyiyim” demekten, umut kırıntıları devşirmeye çalışmaktan yorulduk. Gülmek, çok insani bir şey. Gülmeyi unutmamak lazım…
Aslında mizahi öykülerde, diğer kurmaca metinlere göre daha fazla konu hakkında söz söyleyebiliyor, ortaya çıkan sorunlara daha absürd çözümlerden bahsedebilirsiniz. Ancak, “Yazdıklarımla insanları güldürürüm,” iddiası beni biraz ürkütüyordu tabii. Çünkü sizin de söylediğiniz gibi insanları ağlatmak bence daha kolay…
“Aşkın mı İçkin mi?” öykünüzde “Hep şu kitaplar yüzünden.” “…. Yatağın içi kitap dolu.”, “Sizinle uyuşamam artık. Entelektüel hazların farkına vardım.” şeklinde söylemler var. Kitap okumaktan, bilinçlenmekten korkuyor mu insanlar? Kitap okumayı boş bir iş gibi görüp aşağılıyorlar mı? Kendi eksikliklerini örtmek için mi suçluyorlar karşılarındakileri? Ve Fulya Bayraktar’ın kitaplarla arası nasıldır, okumak için ne tür eserleri tercih eder?
Hayatında kitaplar, okumak, yazmak yoksa, elbette bu yolda harcanan maddi, manevi çabaya burun kıvırabilir insanlar. Ki özellikle, eğitimli insanlarda bu tavrı görmek çok acı veriyor insana. Yaşamı yemek, içmek, gezmek, eğlenmek, evlenip çocuk yapmaktan ibaret sayan zihniyetin bu kadar yaygın olmasına inanmak zor oluyor. Zaman içinde aşıyorsunuz bunları ve umursamıyorsunuz belki. Ama kitap ve dergi okunurluğuna baktığınızda, umutsuzluğa düştüğünüz oluyor.
Geçmişte yaşanan olaylar nedeniyle, belli bir kesim kitaplardan korkuyor da olabilir, ancak bence daha başat olan sorun, kitaplara ihtiyaç duyulmaması. Gelişimimiz, zihnimizin çalışması, algımız, empati yeteneğimiz üzerinde kitapların ne çok olumlu etkiye sahip olduğunun farkında olunmaması. Edebiyat dünyasına girmek; emek harcamak, zihnini yormak, zaman ayırmak demek. Ayrıca, kitapların bir diğer önemli işlevi, insanın kendini tanımasını, kendiyle yüzleşebilmesini sağlaması. Çoğu kişiye zor geliyor bunlar.
Benim okuma serüvenime gelirsek… Hep okurdum, hep okudum, ancak gerek maddi koşullarım gerekse zamanla ilgili sıkıntım nedeniyle sistemli okumalar yapmaya geç başlayabildim. Okuduklarımı hep tekrar tekrar okumak durumunda kaldım. Şimdi emekliyim ve mutluyum. İstediğim şekilde okuyabiliyorum.
Çok farklı okuma tercihlerim var, ama “okumazsam olmaz” diye düşündüğüm kitaplar ya Rus edebiyatına ya Latin Amerika edebiyatına ilişkindir. Rus edebiyatı, okuma ve yazmanın kült kurallarını, inceliklerini, Latin Amerika edebiyatı ise çeşitliliğini, renkliliğini göstermiştir bana. Türk edebiyatının, özellikle 1950-1970 yılları yazarlarının hepsini okumuşumdur. Felsefe okumalarım, edebiyat eserlerinin yanında, çoğu kez paralel olarak devam eder. Belli bir okuma altyapısına sahip olduktan sonra, daha seçerek, belki daha spesifik okumalar yapıyor insan.
Öyküler boyunca bize eşlik eden Şirin, Fırtına ve Haşmet’i anlatır mısınız bize? Onlar Ayşe, Fatma, Güllü, Hasan, Hüseyin, İbrahim aslında. Neden farklı isimler değil de Şirin, Fırtına ve Haşmet her öyküde karşımıza çıktılar?
Başlangıçta her öykünün kahramanı farklıydı. Öyküler bir araya gelmeye başlayınca fark ettim ki, aslında bu öyküler bir kadın karakterin farklı yaşlarda yaşayabileceği olaylar ve karşılaşabileceği durumları anlatıyor. Çok zorlanmadan, öyküleri Şirin, Haşmet ve Fırtına üzerinden yeniden yazdım. Zaman atlamaları olsa da, 18 bölüme ayrılmış bir roman gibi bu metinler, diyenler oldu.
Pek dikkat çekmemiş olabilir; ama Şirin’in ailesi çocuklarına; Ferhat, Şirin ve Leyla isimlerini koymuşlar. Böyle romantiklikler beklenmez bu aileden belki, ama olmuş. Ve bir de Tahir, Zühre’sine kavuşmuş görünüyor (Zehra). Şirin’in de böyle romantik isimli kocası olsun isterdim, ama olmamış. Yine de “Görkem”li bir ismi var kocasının, Haşmet. İyi kötü bir şekilde sürüyor ilişkileri.
İlk başta ortaya çıkan isim; tüm öykülerin kahramanı olan kadının ismiydi; Şirin. Nedense, anlatacağım karaktere çok yakıştırdım bu ismi. Kişilik özellikleri, pozitif yaklaşımları, her kesimle uyumlu olarak kullandığı dili, zekâsı, ama bazen isyanıyla… Diğer isimler sonradan belirlendi.
Fırtına ismini ben koydum, Şirin’le Haşmet’in çocuklarına. Bir zamanlar oğlumuza koymak isteyip sonra vazgeçtiğimiz bir isimdi bu. Rize’deki Fırtına Deresi’nden gelme. O isim de bu kitapta yaşasın istedim.
Çok sık görüşemesek de sizinle tanışıklığımız yıllar öncesinden. Edebiyata yazarak, okuyarak, dergi çıkararak çok, çok emek verdiniz. Son soru olarak bu süreçte Fulya Bayraktar’ın karşılaştığı zorlukları öğrenmek ister, “Ne Ayak”ın bir an önce okurları ile kucaklaşmasını dilerim.
Öncelikle, iyi dilekleriniz için çok teşekkür ederim. Klasik bir giriş olacak, ama edebiyatla sıkı ilişkim, küçük yaşlarda başladı. Üstelik beni bu konuda teşvik eden, yönlendiren hiçbir kişi ya da ortam yokken. Sanata ilginin biraz doğuştan, insanın kişisel doğasından kaynaklandığını düşünürüm. Ya da daha o yaşlarda, yaşadığından farklı dünyalar olabileceğini mi fark eder insan, bilmiyorum.
Edebiyata çok emek verdiğim doğrudur. Pişman değilim sanırım, vermeye devam ediyorum. Ayrıca, edebiyattan da çok şey aldığımı söylemeliyim. Kişisel tercih gibi görünse de vazgeçilmez bir parçamdır edebiyat. Ama bu emeği verirken, çalışma hayatı içinde çok zorlandığım zamanlar oldu. Özellikle dergi çıkarma süreçleri, beni ve dergideki tüm arkadaşlarımı yordu, yoruyor. Dergi çıkarmak hem maddi hem fiziksel güç gerektiriyor. Angarya işleri de dahil, tüm dergi işlerini hiçbir yardım almadan kendimiz yapıyoruz. Çok uzatmadan söyleyeyim, edebiyat uğraşı, emekli iken daha keyifli imiş…
Detaylı, samimi sorularınız için çok teşekkür ederim Sibel Hanım.
edebiyathaber.net (13 Mart 2025)