
Söyleşi: Ümran Avcı
James Joyce… Yazının olanaklarını sonuna kadar zorlayan, dilin sınırları yıkıp geçen büyük isim. Yaratının ustası. İçinden çıkılması zor metinlerin yazarı. Yaşadığı dönemde ilah mertebesine de yükseltildi, en sert eleştirilerin hedefine de konuldu.
Okurun gönlünü hoş etmek gibi bir derdi hiç olmadı… Zoru seven gelsin, der gibi bir hal onunki. Yapısal oyunların içine çekmekte pek mahir. Labirentin içinde kaybola kaybola yolunu bulmayı sevenler hiç de az değil belli ki. Çünkü “çok zor” denilen eserleri hala okunuyor. Şöyle kaba bir hesapla Dublinliler yüz on bir, Ulysses yüz üç, Finnegan Uy’anması seksen altı yaşında…
Yazının sihirbazı Joyce, eserlerindeki mekanları da karakterleri de derinden hissettiriyor. Joyce’un yalnızca “Dublinliler” kitabını okuyanlar bile, kente ayak bastığında kendini evinde hissedebilir. Sokaklara, mezarlıklara, köprülere, parklara, publara aşina bir halde yürür şehrin içinde.
Durup dururken neden James Joyce’u andık diye soracak olursanız söyleyeyim: James Joyce’a adanan Bloomsday ayına geldik de ondan. Alın size başlı başına bir edebiyat olayı daha. Kurmaca bir karakter olan Leopold Bloom‘un tek bir gününü konu alan Ulysses’te romanın geçtiği tarih 16 Haziran 1904. Bu tarihin aynı zamanda ünlü yazarın, o zamanki sevgilisi olan eşi Nora Barhacle ile ilk randevulaştığı tarih olduğu sanılıyor. Edebiyatla gündelik hayatın kesiştiği bu özel tarihte, Dublin’e gidip Leopold Bloom’un izlediği rotayı yürüyemesek de onun hakkında konuşalım istedik. Bunun için de sözü bir bilene verdik. Joyce’un eserlerini Türkçeye kazandıran yazar ve çevirmen Fuat Sevimay’ı konuk ettik. Yeri gelmişken; İKSV tarafından verilen 2017 Talat S. Halman Çeviri Ödülü ile Dünya Gazetesi Çeviri Ödülü’nü Sevimay’ın Finnegan Uy’anması ile kazandığını hatırlatalım.
Sevimay; yazarın “sanatkarane keşmekeş” diye tanımladığı Finnegan Uy’anması ve Ulysses ile birlikte yedi eserini Türkçeye kazandırdı… Üstüne bir de “Benden’iz James Joyce” kitabını kaleme aldı….
Okuması bile büyük emek ve sabır isteyen Ulysses ve Finnegan Uy’anmasının çeviri sürecine duyduğum merakla Sevimay’ın kapısını çaldım. Hem Joyce’u hem de çevirilerin hikayesini konuştuk….
James Joyce çevirilerine geçmeden önce, Joyce aşkı nasıl başladı, hangi eseriyle tutuldunuz diye sormak istiyorum?
Okur sıfatıyla hakkında yazılmış bir dolu şeyi hatmettikten ve bütün külliyatını çevirdikten sonra benim için bir nevi manevi babaya dönüştü Joyce. Ve tüm bunlar sanırım, daha lise yıllarında “Sanatçının Gençlik Portresi”ni okurken başladı. Çeviri sürecinde ise ilk adım Joyce’un daha önce Türkçe’de yayınlanmamış “Denemeleri ve Makaleleri” ile alevlendi.

Finnegan Uy’anmasını çevirmeye başlamadan önce nasıl bir kitapla karşı karşıya olduğunuzu biliyordunuz. Buna rağmen “çevrilemez” denilen kitabı çevirdiniz. Bu nasıl bir direnç ve motivasyon?
Açıkçası ilk çabam Finnegan’ı okuyup anlamaya yönelikti ve bu amaçla bolca rehber ve sair edindim. Ama sonra okudukça bu çaba çeviriye dönüştü. Ve dünyanın en zor ama bir o kadar da eğlenceli metni beni içine aldı. Kimsenin çözemeyeceği bir bulmacayı çözmek gibi. Ve hayatımın yaklaşık dört yılındaki en büyük hedefim, bu fevkalade zorlu süreci layığıyla tamamlamaktı. Sağ olsun, Türkçe’nin engin denizi en büyük yardımcım ve direnç kaynağımdı.
Ve böylece anaforun ortasına bıraktınız kendinizi. Çünkü önsözde, “Çeviriye başlamak anaforun tam ortasına atlamak gibiydi. Uykusuz geceler, Finnegans sayıklamalar…” diye anlatıyorsunuz…
Başka metinlerde çevirinin birtakım kurallarına göre ilerlersiniz. Oysa Finnegan Uy’anması gibi bir metinde neyle karşılaşacağınız belli değil ve bu nedenle kendi kurallarınızı yaratmanız gerekiyor. Yani bilindik romanların çevirisi zorluğuna göre sakin ya da dalgalı bir denizde yüzmek gibiyken, Finnegan çevirmek girdabın ortasında kalmak gibi. Oradan boğulmadan kurtulabilmek için çok iyi yüzme bilmeniz yetersiz kalabilir. Girdabın işleyişini anlamalı, buna uygun davranmalısınız. Peki kendimi neden anafora bıraktım? Sanırım hayatta yapacak daha heyecan verici bir şey olmadığından :))
Finnegan Uy’anması için “Sesiyle dinlenebilecek bir eser diyorsunuz” önsözde… Bunda gözleri görmediği için eserini dikte ettirerek yazması olabilir mi?
Tam öyle değil. On yedi yıl süren yazım sürecinin son bir iki yılında glokom hastalığı ileri boyuta varıyor ve bu nedenle metnin son kısmını Samuel Beckett’a dikte ettiriyor. Ama o zamana kadar büyük kısmını bizzat kendi kaleme almış durumda. Finnegan Uy’anması’nın dinlemeye uygun bir metin olması daha ziyade fonetik yapısından kaynaklı. Çift anlamları rüyaya dalar gibi hissedebilmek için.
Joyce hayranı bir okur, yazara; “Sayın Joyce farkındayım ki büyük bir eserle karşı karşıyayım ama anlamıyorum. Ne yapmalıyım?” diye soruyor. Joyce da “O zaman sadece dinle ve hisset” yanıtını veriyor… Bu hissiyatı ilk elden dinleyelim…
Şimdi, Ulysses için zor roman derler. Ben de gülümseyip “O zaman Finnegan’a ne demeli?” diye yanıtlarım. Finnegan Uy’anması, dillerin dillere karıştığı, hemen her cümlede bizi çift anlamların karşıladığı, müthiş bir motif ağıyla örülü roman. Ve bildiğimiz hiçbir şeye benzemiyor. Joyce bir anlamda dilde ve insan zihninde nerelere kadar gidebileceğini görmek peşinde. O nedenle alışık olduğumuz şekilde bir olay, düzenli cümleler ve sair beklememeliyiz Finnegan’dan ve yine bu nedenle ilk okumada belki önce ve sadece sesimizi dinleyip kendimizi bir ruh haline bırakmalıyız. Rüya dili gibi. Rüyaya dalmak ya da rüyadan uyanmak gibi.
Yani “Finnegan Uy’anması”nın anlaşılması için bir kere değil, birkaç kere okunması gerekir diyorsunuz, yanılıyor muyum?
Belki de Finnegan’ı anlaşılacak metinler kapsamında değil de hem bireysel hem de tarihi boyutuyla bilinçaltımızı dürtecek, hissedilecek bir metin olarak düşünmeliyiz. O nedenle ister bir kez, isterse birkaç kez, başından ortasından ya da sonundan okuduğumuzda, bambaşka bir metinle baş başa olduğumuzu akılda tutmalıyız.

Bu eseri neden edebiyatın kutsal metni olarak görüyorsunuz?
Hani kadim metinlerin, Kuran’ın İncil’in, eski ahdin mantraların sözleri bir başka evrenden gibidir ya, işte edebiyatta da bunun karşılığı Finnegan Uy’anması’dır sanki. Joyce adında bir elçi, bütün bir insanlığın belleğinden süzülen söylemi bize ulaştırır gibidir. Bunun eşi benzeri yok. Şu roman şöyle güzel, bu roman böyle başarılının ötesinde bir durum bu. O nedenle edebiyatın kutsal metni diye anıyorum.
Bir rüya metni diyebileceğimiz 17 yılda yazılan kitabı üç buçuk yılda çevirdiniz sanırım. Kaldı ki, bir İtalyan çevirmenin ömrü yetmemiş çeviriyi tamamlamaya?
Dünyada diğer dillerdeki çeviri maceraları da ilginç tabii. Bahsettiğiniz şekilde Schenzoni çeviriye girişiyor ama ömrü vefa etmiyor. Onun yarım bıraktığı işi geçen sene bir başka İtalyan, Enrico Terroni tamamladı. Çinli bir hanımefendinin çevirisi halen sürüyor çünkü Çince bambaşka bir dünya. Türkçeye gelince, çeviri sürecinde benim kadar bu işe kapanan başkası yoktur sanırım. Bir de Türkçenin eklemli, doğurgan bir dil olması bana çok yardımcı oldu. Joyce’un türettiği sözcükler gibi, farklı sözcükler türetebiliyorsunuz. Böylelikle Türkçe dünyada Finnegan’ın çevrilebildiği yedinci dil oldu.
Bazı kitapların çeviri süreci başlı başına bir hikaye. Mesela Hermann Broch’un “Vergilius’un Ölümü’nü çevirmek Ahmet Cemal’in 40 yılını almıştı… Görece daha küçük puntolu bir basım olmasına rağmen Ulysses bin sayfaya yakın, keza Finnegan Uy’anması 700 civarında… İlginç bir hikayeniz var mı çeviri sürecinde?
Rahmetli Ahmet Cemal çeviri dünyamızın büyük ustalarından. Ama bu, “Kırk yılda çevirdi,” hikayesini doğru anlamak gerek. O dönemde elbette bir sürü başka şeyle uğraşıyor Ahmet Cemal. İnsanlar, okurlar, bu roman ne söylüyor, neyi tartışıyor gibi konulardan çok bu tür söylemleri seviyor. Hemingway romanlarını ayakta yazıyormuş, Kafka içmeden önce absent içermiş gibi. Bütün romanları ayakta yazsanız o bacaklar varisten patlar. Absent içseniz bir paragraf bile yazamazsınız. Yıllardır söylediğim bir şey var; bir romanın ne kadar zamanda yazıldığı ya da çevrildiği sadece yazarı, çevirmeni ve yayıncıyı ilgilendirir, aslolan ve konuşulması gereken ortaya çıkan metnin niteliğidir.
Benim çeviriye dair ilginç ve üzücü hikayem ne yazık ki çeviri süreciyle ilgili değil, sonrasından. Çeviri sürecim devam ederken bir yayınevi daha (muhtemelen, bu kitabı ne de olsa kimse okumaz, anlamaz düşüncesiyle) bir başka Finnegan çevirisiyle ortaya çıktı ve peyderpey yayınlayacaklarını söylediler. Sonra tabii iş yarım kaldı. Olan, Finnegan ile pek ilgisi olmayan o çevirinin ilk cildini (üçte birini) alanlara oldu. Vah ki ne vah!
Daha fenası, Finnegan Uyanmasının ilk baskısının, bandrol hırsızı bir yayınevi tarafından basılmasıydı. Bu ahlaksız yayıncı, Ferit Edgü’den Küçük İskender’e ve daha birçok çağdaş yazar ve çevirmenin kitaplarına varana dek, bunlarla birlikte Finnegan Uy’anması’nı da sahte bandrol ile yayınladı. Sonra da edebiyatımızın sözde duayenleri, bu hırsız yayınevine, aman çok yıprandılar, ciroları düştü diye herhalde, ödül verme yarışına girdiler. Utanırlar mı bilmem ama bunları da konuşmak gerek.
Bu açıdan da zamanı geldiğinde İthaki Yayınları’nda yerini bulması benim için çok önemliydi. Finnegan Uy’anmasında inanılmaz bir emek var. Daha önemlisi, böyle bir metni Türkçe ve edebiyat açısından konuşmamız gerek ve ben de size, ilginç anı dediğinizde bunlardan bahsetmek isterdim. Ama edebiyat dünyamızın tuhaflıkları ne yazık ki iyi niyetli çabalara pek izin vermiyor.

ÇEVİRİ YAPARKEN KENARINDAN KÖŞESİNDEN İRLANDALI OLDUM
Finnegan Uy’anmasını çevirirken beş ay Dublin’de kaldınız. Bu sürecin nasıl bir etkisi, katkısı oldu çeviriye? Joyce ruhunu yaşadınız ne de olsa…
Joyce, Dublin’in ruhunu romanlarına katmış bir yazar. O beş ayın çeviriye öncelikle, Trinity College’ın olağanüstü kütüphanesi nedeniyle çokça katkısı oldu. Bunun yanı sıra, andığı mekanların ne ifade ettiğini yerinde görmek, o ruha karışmak çeviriyi çok zenginleştirdi kanımca.Bir anı aktarayım; Dublin’deki daveti yapan Literature Ireland’tan Sinead ile bir gün sohbet ediyorduk. Söz İrlanda siyasetine, tarihine geldiğinde ben uzun uzun bir şeyler anlatmışım. Sinead dönüp bana gülerek, Fuat ben bunların çok azını biliyorum, dedi. Finnegan veya Ulysses çeviriyorsanız Dublin’i, İrlanda’yı yalayıp yutmanız gerekiyor. Ben de kenarından kıyısından İrlandalı oldum sanırım.
Bir de kılavuz koydunuz kitaba… O kılavuzu neyle karşılaşacağını bildiğiniz okura “ben yaşadım siz yaşamayın” diye uzattığınız yardım eli olarak mı görmeliyiz?
Tam da öyle sanırım. O büyülü cümlelere dalmadan önce, romanın genelinde ve ilgili bölümde ne olup bittiğini kılavuzdan görebilir okur. Bu kılavuz Finnegan’ı biraz daha okunaklı kılacaksa ne mutlu bana.
Joyce’a bu kitap sürecinde destek verenler ve sırtını çeviren yazarlar da var. Sizden dinleyelim mi?
Buraya bu konuda lehte ve aleyhte uzun bir liste koyabiliriz. Ama ben kısa keseyim. Bugün dünya Joyce diye bir yazardan haberdar ise, bunun için şair Ezra Pound’a ve yayıncı Harriett Shaw Weaver’a çok şey borçluyuz. Çünkü Joyce edebiyat dünyasına dair hayal kırıklıkları yaşarken, ona inanıp ilk el verenler bu isimler.
Öte yandan Finnegan Uyanması1939’da yayınlandığında, metnin çetrefil yapısı nedeniyle anlaşılmıyor ve ilgi görmüyor. Hemen ardından zaten savaş patlıyor ve bir yıl sonra da Joyce hayatını kaybediyor. Joyce’a hayattayken büyük saygı duyan bazı yazarlar bu metin için, zaten son zamanlarda kördü, bu da deli saçması gibi bir şey demeye başlıyorlar. Bunların başında da maalesef Samuel Beckett geliyor sanırım. Neyse ki sonradan sonraya dünya edebiyatının en sıra dışı metni olduğu anlaşılıyor da tüm o sözler geri alınıyor.
Homeros’un Odissea’sına selam durarak kaleme aldığı Ulysses’ten sonra tam bir yıl tek kelime yazmıyor Joyce. Neden?
Düşünsenize; kırk yaşındasınız ve Ulysses ile dünya edebiyatının zirvesine çıkıyorsunuz. Okurlar için biraz zamana ihtiyaç var ama Joyce o günlerde ne yaptığının, edebiyatta çığır açtığının farkında. Ama bir yandan da sanki artık çıkılabilecek daha yüksek bir zirve kalmamış gibi. O zaman biraz düşünüp yepyeni bir yaklaşımla, gece diliyle, bütün bir insanlık tarihinin bilinçaltına inerek kendi zirvesini yaratmak zorunda. Sanırım bu bir yılı, o bambaşka zemini ve yepyeni dili zihninde oluşturmak için geçiriyor.
James Joyce, kişilik olarak da hayli ilginç…. Sandycove’da şimdilerde müze olan Martello Kulesi’nde yaşamış bir isim mesela…
Ulysses, Dublin kent merkezinin birkaç kilometre güneyindeki Martello Kulesinde başlar. Tıpkı o romanın ilk bölümündeki gibi Joyce da gençliğinde bazı geceleri bu kulede geçirmiş. Eskiden Britanya donanmasına ait olan bu kule o zamanlar metruk bir yapı. Sonradan restore ediliyor ve günümüzde harika bir James Joyce müzesine dönüşüyor. Joyce’un birçok elyazması, kişisel eşyası ve vefatından önce yüzünden alınan maskı da burada. Tabii o kulenin biraz da Hamet’teki Elsinore Şatosu ile özdeş olduğunu söylemekte fayda var.
“Denemeler, Makaleler, Eleştiriler” kitabı Joyce’u tanıyıp anlamak isteyenler için başka bir eşik. O kitapta yazarlar hakkındaki düşüncelerini de bulabiliyoruz. Mesela Charles Dickens’i edebi açıdan eleştirirken, üretkenliğini övüyor.
“Denemeler, Makaleler, Eleştiriler” James Joyce’un en ilginç eserlerinden birisi. Çünkü kurgu eserlerinden farklı olarak burada hem dünyaya hem sanata dair görüşlerini doğrudan okuyoruz. Bu makalelerdeki gerek Dickens’a gerekse diğer sanat eserlerine dair değerlendirmeleri de eleştiri diye okumamak gerek. 19. Yüzyılın elbette dev yazarları var ama bunlar aynı zamanda kapanan bir dönemin temsilcileri. Joyce ise yaklaşan modernist akımın fevkalade farkında ve modern zamanların karmaşık dünyasının, karışık zihinlerinin artık eski kalıplarla anlatılamayacağını söylüyor. Bu ne Dickens’ı değersiz kılar ne de Joyce’u. Sadece bir tespitten bahsedebiliriz ve oldukça doğru bir tespit.
Objektifliğinin de altını çizmek lazım… Aynı kitapta milletlerin de bireyler gibi egoları olduğunu vurgulayan Joyce, “Bir ırkın kendisine başka ırklarda olmayan özellikleri ve zaferleri yakıştırması alışılmadık bir durum değildir” diyor özetle. Ve İrlandalıların da adalarını azizlerin ve bilgelerin diyarı olarak gördüklerini belirtiyor.
Joyce’un çok sevdiğim bir sözü var. “İrlanda’yı sömüren üç şey var; Britanya tacı, Katolik Papa ve İrlanda milliyetçiliği,” diyor. Bir de Jung’un Joyce hakkında çok önemli bir tespiti var. “Freud ve ben,” diyor Jung, “birey için psikanalizin temellerini attık ama bunu toplumsal psikanalizle taçlandıran ve toplumların da kişiler gibi psikolojisinin olduğunu gören Joyce’tur.”
İşte Jung’un da belirttiği gibi, Joyce’un topluma sirayet eden bu hastalıklara dair tespitleri çok önemli. Bireyin sağlıklı yapıya ulaşması için bedenini saran virüslerden kurtulması gereği gibi, toplumların da iliğini kemiğini sömüren hastalıklardan kurtulması gerek.
Bu bölümü yine Joyce’un çok sevdiğim bir sözüyle bitireyim. Dinle ilişkisinin devam edip etmediğini soran bir vatandaşına, “Papa yeterince dindar olsaydı kiliseye gitmeyi sürdürürdüm,” diyor. Aynısını memlekette Müslümanlık için söyleyip altına imza atabiliriz. İbret alacaklar için Joyce’ta çok dersler vardır. Amin.
Okullarda edebiyat bölümünü tercih edenlere dudak bükülürdü… Dahası kurmacaya da öyle… Joyce, adı geçen eserdeki “Dil Üzerine Çalışmalar” başlıklı denemesinde bu konuya değiniyor. Dil ve edebiyat lehine zırhını kuşanıyor adeta…
Joyce dilin insan hayatını, toplumları nasıl etkileyeceğinin, şekillendirebileceğinin ve dille neler yapabileceğinin farkında. Joyce’un büyük yazar olmasının sebeplerinden biri, kendinden sonra çok fazla sanatçıyı etkilemesidir ama aynı zamanda felsefeyi ve özellikle de dille ilgilenen Lacan, Derrida, Wittgenstein gibi isimleri çokça etkilemiştir. Sırf bu nedenle bile İngilizce ile yetinmeyip Finnegan için Joyce’çayı yaratmış, dilin sınırlarında dolaşmıştır.
Şarkı söylemeyi seviyor, piyanist olan annesinin genlerinden olsa gerek müzikle de içli dışlı. Ve ayrıca şiir yazıyor. Onun şairliği için neler söylersiniz?
Şiir benim ahkam kesebileceğim bir alan değil. Sadece Joyce külliyatını tamamlamak için Oda Müziği’ni de çevirdim. O nedenle Joyce şiirlerinin değerlendirmesini şairlere bırakayım.
Özdemir Asaf, “Öyle bir ben ki gelen kapına; Baştan başa sen” der bir şiirinde… Bu satırlar “Benden’iz James Joyce” kitabınız için cuk oturuyor… Çünkü öyle bir hemhal oluş ki sizdeki, karşınızda James Joyce varmış gibi bir diyaloglar kitabı çıkmış ortaya….
Bu sözler için çok teşekkür ederim. Özellikle Özdemir Asaf şiiriyle andığınız özdeşlik var sanırım. Ve ben de bunca kafa yormanın ardından, Joyce’un baş karakter olduğu bir roman yazmak istedim. Ama derdim iyi kötü herkesin bildiği, yirminci yüzyıl başındaki İrlandalı yazarı anlatmak değildi. Bugünü ve İstanbul’u gören Joyce’un ne yapacağını merak ettim. Bir de tabii romanın diğer baş karakterinin çevirmen olduğunu anmakta fayda var.
Velhasıl mezarında canı sıkılıp kalkan ve 16 Haziran 2013’te yani Gezi direnişinin yaşandığı günlerde İstanbul’a gelen Joyce’u tanıyoruz. Çevirmen ile edebiyatından konuşuyor, âşık oluyor, parklarda yatıyor, terk ediliyor ve en önemlisi, bugünü anlamaya çalışıyor. Çünkü hayatta olsa bize Dublin’i değil İstanbul’u, o zamanı değil bugünü anlamamızı salık verirdi.
Çeviriler edebi hayatınızı etkiledi mi? Bunu roman yazımı ve kurmacaya ayıracağınızı vakit açısından soruyorum.
Tabii hem yazar hem çevirmen olunca bu iki iş birbirlerinin vaktinden çalıyor. Elbette birbirlerini besliyorlar da bir yandan. James Joyce ile Italo Svevo ile özdeşleşmekten, Moby Dick’i Pirandello’yu ve Aldous Huxley’i çevirmekten elbette hoşnudum ama sevgili okurların yazdığım romanları, öyküleri de görmesini isterim elbette. Aziz ile Nikola hayli iyi bir roman. Kapalıçarşı ve Anarşık da öyle. Son romanım Bata Çıka’nın konusunu bir İngiliz yazar ele alsa yayın dünyası yere göğe koymazdı. Türk yazar yazınca ancak sadık bir okur kitlesine ulaşıyor, hepsi o kadar. Hepsine minnettarım ama işte …
İşin ilginci, bakın burada Joyce konuşuyoruz ama Joyce’un ince ince işlendiği bir romanın, “Benden’iz James Joyce”un Türkçe’de kaleme alındığından da bir sürü insan habersiz.
Orhan Pamuk’un da dediği gibi, “Ne tuhaf ülke burası, ne tuhaf okurlar.” Bu arada Orhan Pamuk da Aziz ile Nikola romanımın bir yerlerinde beliriyor. Odisseas, Nuri Bilge Ceylan, Sophia Loraine ve Neol Baba da var. Aman neyse. Bir gün okurlar belki.
JOYCE’UN İRLANDASI
Konu Joyce olunca onun İrlandası’nı konuşmamak olmaz. Bir anlamda Dublin’in haritası çıkarıyor… Onun kitaplarında İrlanda tarihinin edebi kaydını bulmak da mümkün.
Joyce’un ünlü sözüdür; “Dublin’e bir gün göktaşı çarpsa, Ulysses’e bakarak kenti yeniden kurabilirler,” der. Bir yazarın kentine dair gözlemi elbette çok önemli ama ben burada Joyce ile birlikte Dublin’in yerel yönetimlerini anmak isterim. Yolunuz düştüğünde Dublin sokaklarında yerde sarı pirinç plakalar görürsünüz ve üzerlerinde, Bloom’un gittiği pub, Dedalus’un durup düşündüğü nokta ve buna benzer ibareler vardır. İşte bu müthiş bir kent belleği yaratıyor ve edebiyat ile kenti özdeşleştiriyor.
Bizde ise buna benzer uygulamalar çok çok taze ve çok yetersiz. Sait Faik’in, Ahmet Hamdi’nin, Leyla Erbil’in, Oğuz Atay’ın izi İstanbul’da bolca görülmeli. Keza benzer şeyler Ankaralı, Bursalı, İzmirli yazarlar için olmalı. Ama daha yolun çok başındayız. Umarım ileride her şey çok güzel olacak ve bu özdeşlik Dublin’de olduğu gibi hak ettiği seviyeye ulaşacak.
Bloomsday için İrlanda’nın James Joyce’a duyduğu sevginin tezahürü dersek yanlış olmaz sanırım.
Müthiş bir şey değil mi? Dev bir roman yazıyorsunuz ve romanın karakteri, yani Bay Bloom, romanın da yazarın da önüne geçiyor ve adına edebiyatın en keyifli festivali düzenleniyor. Biz de İstanbul’da her yıl 16 Haziran günlerinde, Bloomsday münasebetiyle muhtelif söyleşi, etkinlik ve sair düzenliyoruz. Meraklısına buradan duyurmuş olayım ki yolu düşen olursa bir dahaki Bloomsday’de birlikte konuşup eğlenelim. Ve keyifli söyleşi için Joyce Baba ve kendi adıma teşekkürlerimi sunarım.
Eğer James Joyce size görebilse emekleriniz için sırtınızı sıvazlar ve içtenlikle teşekkür ederdi diye düşünüyorum. Ama elbette Joyce üstadı sizsiniz. O nedenle size sormalı; sizce nasıl bir tepki verirdi?
Bu konuda tevazu göstermeyeyim. Bir çevirmenin yazara verebileceği azami emeği verdim sanırım. O nedenle o sırtımı sıvazlarsa, ben de saygıyla ellerinden öperdim çünkü ondan hem hayata hem edebiyata dair çok şey öğrendim.
edebiyathaber.net (15Haziran 2025)