Fanzin: Küheylan | Sibel Gögen

Mart 13, 1980

Fanzin: Küheylan | Sibel Gögen

sibel (2)Rüzgâr, önce yavaşça doğruldu ön bacaklarının üstünde. Şöyle bir gerinip, arka bacaklarını esnetti. Birkaç kez ağır ağır çevresindeki kalabalığın ortasında döndü. Neşeli bir akordeon sesiyle şaha kalktı eyerindeki ağırlıktan kurtulmak istercesine. Müzik hızlandıkça Rüzgâr da coştu. Şimdi yıllar öncesinin o geniş alınlı simsiyah Arap tayıydı uçsuz bucaksız bir ovada dörtnala uçan. İpeksi yelesi simsiyah bir deniz gibi dalgalanıyor, havaya kalkık upuzun kuyruğu kadife gibi simsiyah bedeninin hareketiyle bir sağa bir sola sallanıyordu. Özgürlüğün tadını çıkarıyor, müziğin ritmiyle kâh bulutlara yükseliyor, kâh yeryüzüne iniyordu. Hey gidi Rüzgâr hey, diyordu kendi kendine, kim tutar seni. Kim bilir kaç çocuğu, genç sevgiliyi, kaçamak yapan gizli âşıkları, bayram kalabalıklarını taşıdın şu sırtında yıllarca. Bulutlara çıkardın imkânsız hayalleri. Alkış ve sevinç çığlıkları arasında yeniden bulutlara doğru yükselirken, olabildiğince çok havayı ciğerlerine doldurmak ister gibi kocaman kocaman simsiyah açıldı burun delikleri. Göğsü hızla inip kalkıyor, kalbi göğsünden çıkacakmış gibi çarpıyordu heyecandan. Neşeli akordeon sesi yerini telaşlı çığlıklara bıraktığında başı dönüyordu. Gökkuşağının renklerine ulaşması kadar hızlı olmuştu sert zemine çakılışı. Sonra tüm panayır uğultulu bir karanlığa gömüldü.

Uyandığında alıştığı ışıl ışıl platform yerine, panayırın uzak bir köşesinde, bir çadırın arka tarafında buldu kendini Rüzgâr. Tüm bedeni tarifsiz sancılar içindeydi. Ayağa kalkmaya çalıştı ön bacaklarının üstünde ama vücudu, bacakları yara bere içindeydi. Arka bacaklarından birini oynatmaya çalıştı, nafile. Kulakları uğulduyor, çınlıyor, her nefes alıp verişinde göğsüne adeta bıçaklar saplanıyordu. Utanç içinde kalakaldı fırlatılıp atıldığı köşede. Uzaklardan bir yerlerden neşeyle havalara uçtuğu müziğin sesi duyulsa da, etrafında kimsecikler yoktu. Panayırların bu taraflarına pek ziyaretçi uğramazdı zaten. Yıllardır o panayır senin bu panayır benim dolaşırdı Rüzgâr. Süslü afişlerde hep onun fotoğrafları olur, şaha kalkmış pozuyla konakladıkları kasabaların sakinlerini büyülü bir eğlenceye davet ederdi. Çocuklar onun afişlerini görünce ısrarla annelerinin eteklerini çekiştirir, babalarından birazcık harçlık koparabilmek için salya sümük ağlarlardı. Parayı koparan soluğu atlıkarıncanın biletçisinde alır, çoğu çocuk bir iki turla yetinmez, akşama kadar tüm bayram harçlıklarını, çığlık çığlığa bağırarak eyerine sımsıkı yapıştıkları Rüzgâr’ın sırtında harcarlardı. Rüzgâr da doğrusu afişlerin hakkını fazlasıyla verir, unutamayacakları düşler yaşatırdı sırtına aldığı çocuklara.

Bazen, aralarında daha eski ve yaşlı olan atlardan bazıları önce Panayırın kuytu bir köşesinde bekletilir, sonra da ıskartaya çıkarılırdı. Iskartaya çıkarılmayı hiçbir at kendine yakıştıramazdı. Daha şanslı olanlar Yosef Usta’nın atölyesine yollanırdı. Atlıkarıncanın sağlam atları nefeslerini tutar, gün boyu birlikte uçarcasına koştukları arkadaşlarının atölyeden dönüp aralarına katılmasını beklerlerdi. Yosef Usta’nın atölyesine gidenlerden kimisi parlak renklere boyanmış halde gıcır gıcır geri döner, kimilerinden ise bir daha haber alınamazdı. Haber alınamayanların yerine alelacele yeni bir at koşulur, atlıkarınca durmaksızın dönmeye devam ederdi coşkulu akordeon eşliğinde. Gün sonunda, müzik susup, rengârenk neon lambalar sönüp, panayırdan el ayak çekildiğinde tüm atlar Yosef Usta’nın atölyesini konuşurlardı kendi aralarında fısıltıyla. Atlıkarınca atları arasında bir efsaneydi Yosef Usta. Kendisinden ümit kesilmiş nice atı panayırlara, lunaparklara o geri döndürmüştü. Onun bir fırçasıyla yeleler yeniden alev alev dalgalanır, kuyruklar rengârenk bir sağa bir sola savrulur, eyerler ve üzengiler parlar, dizginlenemez atlar yeniden şaha kalkardı. Yıllar yılı kasaba panayırlarında hoyratça kullanılmış nice gövde O’nun maharetli elleri, fırçaları, boyaları, verniğiyle yeniden hayata dönerdi. Yosef Usta tarafından tımara, fırçalanmaya değer bulunmak bile bir gurur kaynağı olurdu atlar arasında.

Fuar sona erip, neon ışıklar birer birer sönüp, en son dönme dolap da dönmez olunca; Lunaparktaki diğer oyuncaklar gibi, hoyrat kullanılmış atlar da bir kamyonete balık istifi yüklenir, doğruca Karataş’taki atölyenin yolunu tutardı. Kamyonet Kordon boyunda bir süre yol alır, Balıkhaneden içeri doğru sapar, Mithatpaşa Caddesi’ni zıplaya zıplaya geçip, Sinagogdan tarihi Asansör sokağına kıvrıldığında, kamyonet kasasında üst üste atılmış yaralı bereli oyuncaklar arasında heyecanlı ve meraklı bekleyiş doruğa ulaşırdı. Yosef Usta, Fuar sezonu bitip, denizden esen imbat Asansör Sokağı’nın eski kaldırım taşlarını yalayıp, merdivenli dar sokak aralarından Halil Rıfat Paşa sırtlarına erişmeye başladığında, atölyesinden çıkıp sokağın başına kadar yavaş yavaş yürür, ta sokağın en başında karşılardı onları göğsüne dek uzayan bembeyaz sakalını sıvazlayarak.

Rüzgâr, aslında bu sahnelerdeki adıydı, eskiden simsiyah yeleleriyle Küheylan derlerdi Anadolu panayırlarında. İzmir Enternasyonal Fuarı’nın lunaparkına geldikten hemen sonra ismi Rüzgâr olarak değiştirilmişti. Yosef Usta’nın atölyesine de ilk o zaman getirilmişti. Henüz genç, heyecanlı, simsiyah bir taydı. Fuar’daki kalabalıklar taşralı simsiyah bir atın terkisine binmek istememişlerdi. Yosef Usta, önce bembeyaz uzun sakalını sıvazlamış, gözlüğünü burnunun üstüne yerleştirmiş ve dikkatlice incelemişti genç tayı beğeni dolu bakışlarla. “Hımmm” demişti başını onaylarcasına sallayarak. “Usta elinden çıkma, oldukça değerli bir parça.” Sonra Küheylan’ı önüne almış, sahne ışıkları altında rengârenk parlayabileceği bir makyaj yapmaya koyulmuştu özenle. Yosef Usta’nın fırçası önce kuyruğuna parlak kızıl kahve hareler eklemiş, sonra yelesini elden geçirmiş, ince fırça darbeleri gözlerini mutlu bir beyaza boyamıştı. Ustanın yaşlı ve kemikli elleri atın eyerini elden geçirmiş, gövdesini zımparalayıp boyamış, vernikleyip parlatmıştı. Böylece olgun bir ata dönüşmüştü. Küheylan Yosef Usta’nın Karataş’taki atölyesinde bir hafta kuruması ve kokusunun gitmesi için bekletildikten sonra, göz alıcı parlaklıkta kahverengi ele avuca sığmaz Rüzgâr olarak tutmuştu İzmir Enternasyonal Fuarı’nın yolunu.

Rüzgâr, tam arkasındaki bir çocuk çığlığıyla daldığı düşüncelerden sıyrıldı. Kımıldamaya, doğrulmaya çalıştı ama tüm bedeni tarifsiz acılar içindeydi. Kim bilir kaç kez sırtına bindirip gökkuşağına kadar taşıdığı Lunapark sahibinin küçük kızı, iki elinde iki külah dondurma, bir ondan bir bundan yalayarak meraklı çocuk gözlerle izliyordu Rüzgâr’ı. Sonra yapış yapış elleriyle dondurma külahlarını sıkı sıkı tutarak, koşar adımlarla çadırın öbür tarafına geçti. “Ama babacığım, ama…” diyordu çocuk, ağlamaklı bir sesle. “Yosef Usta’ya götüremez miyiz onu?” artık düpedüz hıçkırıyordu.

“Maalesef, güzel kızım,” dedi tok bir erkek sesi. Yere diz çökmüş bir halde dalgalı kumral saçlarını okşuyor olmalıydı kızın. “Seneye yepyeni iki katlı bir atlıkarınca gelecek Lunaparka.” 

Çocuk bir süre daha hıçkırdı, sonra sustu.

Kocaman açılmış burun delikleriyle ılık Eylül havasını son kez içine çekti Küheylan. Gözlerinin önünde birdenbire beliren görüntüyle acısını unuttu. Şimdi kapkara yağız bir taydı. Kapkara yeleleri imbatla dalgalanıyor, upuzun kapkara kuyruğu neşeyle bir sağa bir sola savruluyordu. Yosef Usta taş sokağın başına çıkmıştı, bembeyaz sakalını sıvazlayarak el salladı ona. Dörtnala koşarak az ilerdeki rengârenk tayların arasına karıştı Küheylan.

Sibel Gögen – edebiyathaber.net (25 Şubat 2016)

Yorum yapın