Faik’in Oğlu: Sait Faik’in Yetmiş Yıllık “Eksik Okunması” Üzerine | Hakan İşcen

Kasım 18, 2025

Faik’in Oğlu: Sait Faik’in Yetmiş Yıllık “Eksik Okunması” Üzerine | Hakan İşcen

18 Kasım’da onun 119. yaşını kutlayacağız. İstiklâl Madalyası sahibi Mehmet Faik Beyin oğlu olarak. Yine Burgazada’da, Çayır sokakta, kilisenin arkasındaki son dönemini geçirdiği o beyaz evde. Muhtemeldir ki yine “eksik” anmak için… Çünkü onu anlatmak için kim eline mikrofon alsa, kimin eli kalem tutsa, o şiirsel girizgâh değişmiyor:

“Bir insanı sevmekle başlar her şey…”

Ben de gerisini dinlemiyorum, kalkıyorum. Şairleri, yazarları, hatta devlet adamlarını, içini boşalttığımız sloganların altına hapsetmek, yargısız infaz değil midir? Kuşaklara “örnek ikonlar” sunmak kaygısıyla aslında onların ruhlarını boşalttığımızın farkında mıyız?..

“Alemdağ’da Var Bir Yılan” adıyla saklı bir cennetteki saklı duygulanımları anlatan ve Edebiyatımızın en özgün örneklerinden biri olan bu öykü, sözde hümanizm adına slogancı bir anlayışa feda edilmekte. Derdimi anlatabilmek için onun hakkında biraz daha konuşmamız gerek.

Üç Dönem, Üç İnsan, Üç Yazar

O, yalnızca öykümüzün yatağını değiştirmemiş, kendi hâlinde akıp duran ve kurumayan bir kaynak yaratmıştır. Yazdığı 148 öykünün yarıdan fazlası İstanbul’u ve Burgazada’yı kendine mekân seçmiştir. Özellikle son döneminde anlatıcının bizzat kendisi olduğunu, öpüp kokladığı kalemiyle açıkça belli eder.

Fethi Naci’nin de daha önceden belirttiği gibi (1), hayatını farklı duygulanımlar ve farklı mekânlar içinde yaşadığı üç döneme ayırmak ve bu dönemleri karakteristik öykü kitaplarından esinlenerek, Semaver Dönemi (1936-1940), Lüzumsuz Adam Dönemi (1948-1952) ve Alemdağ Dönemi (1954) olarak isimlendirmek de yerindedir. Bu ayrım sadece kronolojik değil; aynı zamanda onu daha iyi anlayacağımız ruhsal bir haritadır. Her döneminde karşımıza farklı bir insan çıkar: biri İstanbul’suz yapamaz, diğeri ondan kaçar; biri insanı sever, diğeri insanlardan nefret eder. Çünkü aslında karşımızda üç dönem, üç insan, üç yazar vardır.

İnsana ve Dünyaya Dönemsel Bakışı

Semaver Döneminde, emeğiyle ile yaşayan insanı yüceltir, zenginlere eleştirel gözle bakar.  “Alameti Farikası” sayılan, o evrensel insan sevgisini, bu emekçilerden süzecektir. Onun insan sevgisi politik bir temele değil, kişisel gözleme dayanır.

Büyükdeğirmen’de bir elektrik amelesi için hassasiyet, Haliç’e büyük transatlantikler sokmaya benzerse de, biz, Ali, Mehmet, Hasan biraz böyleyizdir. Hepimizin gönlünde bir aslan yatar…” (Semaver)

Lüzumsuz Adam Döneminde ise, zenginlerle alışverişim yok diyerek onları mutlu kaderlerine terk eder. Emekçilerin yerini, sınıf bilinci olmayan, ama doğallığıyla -işinin ehli- ustalar, zanaatkârlar, balıkçılar alır. Daha iyi bir dünya umudunu da yitirmiştir. İzlek olarak insan sevgisinin yerini yalnızlık almıştır.

Bineyim bir Boğaziçi vapuruna günün birinde. Bebek’le Arnavutköy önlerinde arka taraftaki oturduğum kanepeden kalkayım, etrafa bakayım; kimseler yoksa denizin içine bırakıvereyim kendimi.” (Lüzumsuz Adam)

Alemdağ Döneminde, artık insanları tamamen dışlar ve dışlanır. Bu artık bir uzaklaşma değil, bir soyutlama, neredeyse onları yok saymaya -yok sayılmaya- varan bir yabancılaşmadır.

Toplumdan ve insandan neredeyse nefrete dönüşen bir kopuş yaşar. Yalnızlık, artık bir yazgıya dönüşmüştür.  

Öyküleme Dili

Dilinde ilk söylenmesi gereken ona has olan içtenliktir. Satırları, bilinç akışını andıran doğal bir gözlem zinciri halinde akar. Kısa tümcelerle yaptığı ruhsal betimlemeler çarpıcıdır. Özgün finaller, içtenlikli tekrarlar, anlatıcının araya girip karakterle özdeşleşmesi onun dilinin karakteristik özelliklerindendir.

Semaver Döneminde, somut ayrıntılarla bezeyerek oluşturduğu düz cümleli anlatımı vardır. Konuşma dili ve diyaloglar, bir sonraki dönemi kadar canlı değildir.

Lüzumsuz Adam Döneminde ise, dil kıvraklaşır; konuşma dili öykücülüğünün ana dokusu olur. Düzenli cümle yapısından devrik yapıya yönelir. Artık anlatıcı, kendisidir. Mekân; şehir ve ada olarak artık ikiye indirgenmiştir. İç mekân olarak ise daha çok, kahvehane, lokanta, sazlı sözlü gazinolar yer alır.

“-Terbiyeli mi olsun, Mansur Bey? der.

  -Terbiyeli olsun, Bayram, derim.

İsmi ister Bayram, ister Muharrem olsun, her işkembeci benim için Bayram’dır.”

(Lüzumsuz Adam)

Alemdağ Döneminde, ayrıntılarla bezenmiş gerçekçilikten imgesel bir dil yapısına geçer.  Yeni bir “Hikâye Formu” oluşturur. Artık tüm öykülerin başkarakteri kendisidir. Dili düşsel, yer yer fantastiktir. Bu, “gerçeği örtme, bunaltılarını gizleme” gayreti değil, yaşamının son dönemine girdiğinin bilincinde, kendini “son kez ifşa etme” çabasıdır.

Şehre ve Doğaya Bakışı:

Semaver Döneminde, sokaklarında aylak dolaştığıİstanbul’u sever. İstanbul dediği zaten öykülerine karakter olarak da yerleşen Beyoğlu’dur.

Oysa Lüzumsuz Adam Döneminde İstanbul’dan uzaklaşır. Şehirden kaçar, önce mahalleye sığınır; sonra da adasına…

Bir gece, ansızın bir motor katranlı bir iskeleye yanaşır. Işıkları kan portakalı kırmızılığında yanan haritadaki nokta adaya çıkıveririm. Hemen üç günlük sakalı pırıl pırıl, beyaz, orta yaşlı bir adam, yakaları kalkık, gocuklu bir paltoya gömülmüş yüzüyle gülerek yanıma yaklaşır. ‘Geldin mi kardeş?’ der, ‘Geldim ağam.’ derim.”  (Haritada Bir Nokta)

Alemdağ Döneminde ise, şehirde ve mahallede barınamayan, adada çarşıya inemeyen Faik’in Oğlu, kendine yeni bir cennet yaratır: Alemdağ!.. Şehirden, kalabalıklardan artık nefret etmektedir. Çünkü “Burada her şey bir insanı sevmekle bitiyor…” dur.

SON KİTAP: ALEMDAĞ’DA VAR BİR YILAN… (2)

Bu son kitabının dili de, kurgusu da diğer yapıtlarından farklıdır. On yedi öyküden oluşan kitapta bir öyküde kitaba adını veren öyküdür. Edebiyatımızın belki de en şiirsel öyküleri… Bu kitapta artık ne emekçinin hikâyesi vardır, ne işinde gücünde çalışan insanların yaşam sevinci; ne de o güzelim İstanbul… Faik’in Oğlu yorgundur, yalnızdır, hastadır:

Caddelerde idim; binlere karşı birdim. On binlere karşı birdim.” (Yalnızlığın Yarattığı

İnsan)

Ve başucunda ölüm korkusu, dışlanmışlığının ağırlığıyla dülger balığının kaderini paylaşır:

Onu atmosferimize (suyumuza) alıştırdığımız gün bayramlar edeceğiz. Elimize görünüşü dehşetli, korkunç, çirkin ama aslında küser huylu, pek sakin, pek korkak, pek hassas, iyi yürekli, tatlı ve korkak bakışlı bir yaratık geçirdiğimizden böbürlenerek onu üzmek için elimizden geleni yapacağız. Şaşıracak, önce katlanacak. Onu şair, küskün, anlaşılmayan birisi yapacağız. Bir gün hassaslığını, ertesi gün sevgisini, üçüncü gün korkaklığını, sükununu kötüleyecek, canından bezdireceğiz. İçinde ne kadar güzel şey varsa hepsini birer birer söküp atacak…” (Dülger Balığının Ölümü)

Artık “çarşıya inemeyen” bir ayrıksı otudur:

Çarşıya inemem. İnemem ama, dağlarda da gezinemez değilim a!… Size bu düğümü ne kadar çözmek istediğimi bilemezsiniz. Ama elimde değil. Yooo elimde, elimde olmasına. Ama yazamam. Yazarsam gülünç mü olurum?… Niçin inemediğimi anlatmaya kalksam hem pek uzun sürer, hem de bir işe yaramaz. Biriyle karşılaşmak istemiyorum sayın olsun bitsin: Bunu keselim artık! Çarşıya inemem o kadar…” (Çarşıya İnemem)

Çarşıya inememesin nedeni ise, kitabın bütün öykülerinin satır aralarına âdeta sinmiştir:

“Panco hep kabahat sende. Sen ettin bu işi bana. Gece yarısı senin hesabına dolaşıyorum…”

(Öyle Bir Hikâye)

Dili de artık dış dünyaya ait değildir; saklı bir çığlığa dönüşmüştür:

“-Seni bir daha göremeyecek miyim? dedim. Kızdı.

  -O benim bileceğim şey, dedi.

İki gün sonra yirmi kişiye: ‘O benim bileceğim şey’ ne manaya gelir diye sordum. Hiçbiri doğru dürüst bir mana veremedi.” (Yalnızlığın Yarattığı İnsan)

“Güldüğü zaman insandan üstündür. Bakmaya doyamam…” (Kafa ve Şişe)

“Aşklar yasaktır. Gün olur, sular, yemişler bile yasaktır. İnsanlar birbirine yasaktır.”…

“Döndüm, eve geldim. Yatağıma girdim, lambamı söndürdüm. Düşündüm. Bana çarşıyı yasak eden her kimse onu öldürmeyi düşündüm. Ömrümde hiç böyle şey düşünmemiştim.”  (Çarşıya İnemem)

Odam biraz ısınmıştı. Soba gürül gürül yanıyordu. Anahtarı biraz kıstım. İçerideki odaya geçtim. Yorganı açtım. Köşeye büzülmüş mışıl mışıl uyuyordu. Kucakladım. Kuş onun kafasından benim kafama, benim kafamdan onun kafasına konup duruyordu. Sabaha kadar kuşun kanat seslerini, onun mışıl mışıl uykusunu duydum. (Yılan Uykusu)

Yazı yazmam için bana çiçek, kuş hürriyeti değil, içimdeki aşkın, deliliğin, oturmaz düşüncenin hürriyeti lazım. Küçücük hürriyetler değil, alabildiğine yüz verilmiş bir çocuk hürriyeti istiyordum. Bu bana lazımdı. Yoksa her şeyi ağzımda gevelemekten başka ne yapabilirdim?..” (Balıkçısını Bulan Olta)

Ve son kitaba adını veren öykü:

Öncelikle, alıntılanarak, anma günlerinde slogan olan o sözcükleri, başkalarının yaptığı gibi kesip biçmeden aktaralım: “Yalnızlık dünyayı doldurmuş. Sevmek, bir insanı sevmekle başlar her şey. Burada her şey bir insanı sevmekle bitiyor…” (Alemdağ’da Var Bir Yılan)

Öyküde, yasak ve çaresiz duygulanımlarını anlatan Faik’in Oğlu, eğer hümanizmi izlek olarak önceleseydi, “Her şey insanı sevmekle başlar…” der; arkasındaki tümceyi eklemezdi. Slogan haline getirilen alıntının buradaki işlevi, sadece arkasından gelen sözcüklerin anlamını yoğunlaştırmak… Gerçek final orası çünkü!..

Sonuçta bu duyguları ifade eden “isimsiz bir öykü karakteri” de olsa, asıl anlatmak istediği, insanlar tarafından ona dayatılan dışlanmışlıktır. Faik’in Oğlu, yazın tarihimizde yaşama sevincini ve insan sevgisini okuruna belki de en iyi betimleyen yazarımızdır. Ama bu öyküde değil!.. Eğer biz bunu görmezden gelirsek, o tümcenin başını ve sonunu atar; ortasını slogan haline getirip altına onun imzasını koyarsak, onun dışlanmışlığı hâlâ sürüyor demektir.

Alemdağ’da Var Bir Yılan, Varlık tarafından 1954 Mart ayında yayınlandıktan iki ay sonra o öldü. Onun insan sevgisini konu eden onca öyküsü varken, lütfen, Alemdağ’da Var Bir Yılan’ı hümanizm adına “eksik” okumayalım. Faik’in Oğlu, belki de asıl o zaman, o istediği yüz verilmiş çocuk hürriyetine kavuşacak; “Sait Faik” olarak göğsünü gere gere çarşılara inecek, Beyoğlu’nda aylak aylak nesiller boyu volta atacaktır.

(1) Sait Faik’in Hikâyeciliği, Fethi Naci, Adam Yayınları, 1998

(2) Alemdağ’da Var Bir Yılan, Varlık Yayınları, Mart 1954

Yorum yapın