Eski Aşk | Menekşe Toprak

Temmuz 9, 2014

Eski Aşk | Menekşe Toprak

meneksefotoBerlin’de sıcak bir temmuz günü, en az otuz yıldır Türk edebiyatına demir atmış bir gemiye varmak için 218 numaralı otobüsü bekliyorum. Tezer Özlü, 1982 yılına ait öyküsünde eski bir meyhane olarak tanımladığı bu gemiye Eski Sevgi diyor, Tomris Uyar’sa 1990’da yayımlanan Alte Liebe: Küçük Akşam Müziği adlı öyküsünde onu gösterişli bir kafe-bar olarak betimliyor ve Alte Liebe olarak anıyor. Gerçek adı da zaten bu. Bense ona Türkçede Eski Aşk adını yakıştırıyorum, unutulmamış eski bir aşkı hatırlattığı için belki de. Havel nehri kıyısına kırk beş yıldan beri demir atmış olan bu gemi-restorana bazen Türkiye’den gelen edebiyatçı dostlarla, bazen de yeşillik özlemini gidermek için kaç kez gittiğimi hatırlamıyorum bile.

Sıcak ve nemli havada, tok ıhlamur kokuları arasında otobüsü beklerken hangi zamana doğru gideceğimi düşünüyorum. Tezer Özlü’nün öyküsünde kelebekli otobüs olarak geçen nostaljik otobüse denk gelirsem, otobüsün yapımına denk gelen altmışlı yıllara doğru yol alacağım, kim bilir belki de Tomris Uyar’ın deyimiyle siyah beyaz aşk filmlerinden kalma bir çocukluğa doğru gideceğim. Şehrin herhangi bir otobüsüne bineceksem, bugünde kalacağım, kendi dönemimde. Benim şansıma çift katlı nostaljik otobüs düşüyor.
Otobüsün üst katında, ön koltuktayım. Tezer Özlü’nün hikâyesindeki korkunç bir trafiğin geçtiği oto yolu geride bırakıp Havel şosesine girdiğimizde, şehir kendini unuttururcasına arkamızda kalıyor. Dolambaçlı, dar bir orman yolu başlıyor. Zaman duygusu birden kayboluyor. Ne geçmiş ne bugün. Yolun iki yanındaki ormana ait ağaçların üstümüzde birbirine kavuşmuş dalları zaman zaman otobüsün camlarına, tavanına çarpıyor. Güneş kâh geri çekiliyor, kâh dalları aralayıp yüzümü ısırıyor. Yirmi dakikalığına da olsa doğanın zamansızlığına doğru dolana sarsıla yol alıyorum.
Ormanın ortasındaki Havel kıyısına demir atmış gemi de ilk bakışta bir zamansızlığı anımsatıyor. Ama hayır, o da değişmiş, iyiden iyiye yerleşmiş bu şehre. İki yıl öncesine kadar tahta bir köprüyle geminin burnuna ulaşılırken, şimdi geminin bir yanına eklenmiş olan geniş bir beton terasa çıkılıyor önce. Gemi bu yeni terasıyla bir daha suya açılmamak üzere kıyıya beton atmış.
1989_Alte_LiebeTomris Uyar’ın öyküsünde son derece gösterişli bir kafe-bar, Tezer Özlü’de bir üçüncü dünya kadar bakımsız bir meyhane, bana sorarsanız bugün lezzetli Alman ve Almanlaştırılmış diğer yemekleriyle ünlü bir gemi-restoran Alte Liebe. Yeni beton terasıyla, terastaki tahta masa ve sandalyeleriyle İstanbul’da yahut Ege kıyılarında denize nazır herhangi bir balıkçı lokantası gibi de aynı zamanda. Tezer Özlü öyküsünde eski bir dostuyla yeniden bu gemiye, bu meyhaneye gelememenin hüznünü ve ölümün soğukluğunu anlatırken, Tomris Uyar eski bir sevgiliyle bu gemide karşılaşma hayalini kuruyor. Edebiyata gönül vermiş gencecik bir okur olarak buraya ilk kez on beş yıl önce geldiğimde tıpkı Uyar’ın öyküsündeki gibi kurşuni göğün altında, tarazlanan gölün salladığı, masaları beyaz keten örtülerle kaplı bir yerdi burası. Yine o öyküdeki gibi adına yaraşır biçimde eski aşk kokuyordu: kahve, vanilya, çikolata, elma kabuğu, tarçın. Ve törene katılır gibi suskun ve gururlu yaşlı kadınlar oturuyordu masalarında.
Geminin içi -masalardaki eski beyaz keten örtüler uçuk eflatun renkli örtülerle değiştirilmiş olsa da- eski halini koruyor. Ama yine de ne o eski kokusu ne de insanları var. Uyar’ın öyküsündeki eski subay eşleri, benim on beş yıl önce görmüş olduğum o yaşlı kadınlar, kocalarını savaşta kaybetmiş yaşayan son kadınlardı belki de. Tezer Özlü’nün öyküsündeki iri, şişman, beyaz tenli meyhaneci kadını ise ben hiç görmedim ama onun aynı öyküde başları bağlı, üzgün yüzlü Türkler olarak söz ettiği göçmenlerden birinin oğlu yahut torunu güleç yüzlü bir garson olarak çalışıyor şimdi gemide. Tıpkı Berlin gibi geminin de çağa ayak uydurup gençleşip renklenmesi gerekiyordu demek.
Geçmişi ve öyküleri hatırlayıp eski bir hüznü geri çağırmaya çalışır gibiyim. Ama ne Tezer Özlü’nün ve Tomris Uyar’ın karamsarlıklarını ne de kendi eski hüznümü yakalayabiliyorum. Belki de öyle kolay kolay gelmeyen, geldiğinde de hemen gidiveren güneşli yaz günlerinde neşelenen Berlin’in havasındandır bu. Ya da o öykülerde anlatılan, dünyanın bütün insanlarından daha yalnız, kendi insanlarıyla çevrili Berlin’in değişmiş olmasındandır. Duvarın, üzgün yüzlü göçmenlerin, savaşta eşlerini kaybetmiş eski subay eşlerinin artık olmayışlarındandır. Kim bilir, belki sadece benim bu şehre yerleşikliğimdendir bu. Gölde, küçüklü büyüklü yelkenliler yüzüyor, kıyının bir yanındaki plajda köpekli insanlar dolaşıyor, çok yakınlardaki bir koyda bir kadın sazlıkların arasından çıkıp suya giriyor. Koskocaman bir ormanla çevrili su kıyılarda yeşilin rengini alarak Wann gölüne doğru uzanıyor.
alte-liebe-havelAklıma çocukluğumun geçtiği Köln kentindeki haftalık okul gezilerimiz düşüyor. O gezilerde çocuklara ormanlarda yürüyüşler yaptırılır, ağaçların, bitkilerin adları öğretilirdi. Almanlar koruyor ağacını, doğasını, bitkisini…  Onları koruduğu gibi çocuklarına adlarını, kokularını, havasını da belletiyor. Daha birkaç hafta önce ayrıldığım ve yeniden geri döneceğim İstanbul geliyor gözümün önüne. Gezi parkında bir ağacın gövdesine yaslanmış kitap okuyan genç bir kadının parkın dört bir yanındaki esintisiyle ürperen saçlarını ve hışırdayıp duran kitabının sayfalarını düzeltişi… Birkaç yıl önce iki arkadaşımla beraber Belgrad Ormanları’nda yaptığımız gezintiyi düşünüyorum. Ormanın ortasındaki yürüyüş parkurunda yerler plastik döşemeyle kaplanmıştı. Orman havasını solumaya çalışan İstanbullular giriş ücreti ödedikleri plastik bir yolda birbirlerine çarparcasına yürüyorlardı. Yeşilliğin, denizin insanların elinden alınıp betonlaştırıldığı ya da lüks bir tüketime dönüştürüldüğü bir İstanbul… İşte geliveriyor o hüzün; içim cız ediyor. Gezi direnişini ve meselesini yok sayan birileri “birkaç ağaç meselesi” deyip küçümsemişti ya… Etrafıma saran yeşilliğe bakarken ve genzi yakan biberli gazın kokusunu yeniden hatırlarken birkaç ağaç için bile, hatta tam da bu yüzden mücadele edilmesi gerektiğini kavrıyorum.
Ama hayır, hüznün zamanı değil şimdi. Yarın bir gün kara bulutlar şehrin üzerine çöktüğünde, yağmur hüznü de yanına katıp geri gelecek nasılsa. Tıpkı Tomris Uyar’ın öyküsündeki gibi geçmiş aşklar belki de hayalde bir kez daha tazelenecek, Tezer Özlü’nün Eski Sevgisi’ndeki gibi yeniden ölümün soğukluğu hatırlanacak. Çünkü güneşli yaz günlerinde yeşile, çiçeklere, ıhlamur kokularına doymuş neşeli bir şehirken Berlin, yağmurlu ve soğuk günlerde kasvetli bir Alman şehridir daha çok.

Menekşe Toprak – edebiyathaber.net (9 Temmuz 2014)

Yorum yapın