Erol Hızarcı ve Sihirli Defter | Ertürk Akşun

Temmuz 26, 2025

Erol Hızarcı ve Sihirli Defter | Ertürk Akşun

Her çırak ustası kadardır…

Usta yol demektir.

Usta yolu gösteren ve aynı zamanda yolu kolaylaştıran demektir.

Usta öğretmendir, sizden ezber yapmanızı değil, çözüm yolu üretmenizin izleklerini sunandır.

İyi bir öğretmen tatmin edici bir açıklama sunar; büyük bir öğretmen ise huzursuzluk yaratır, rahatsızlık verir ve tartışmaya davet eder.

İşte Erol Hızarcı ustanın ışığında aradığı yolu ve o yolculukta yaşadıklarını aktarır bize Sihirli Defter adlı romanında.

Örneğin usta ile ilgili olarak şöyle der romanda Hızarcı: “Başkalarının yaptığını yapan usta değildir.” Ve şunu ekler: “Ustayı arayarak yazıyı bulamazsın, yazıyı arayarak ustayı bulursun.” Gerçekten önce bir şeyi aramaya başlamalıyız ki bize uygun usta yolumuza çıksın.

“ ‘Ustaların yolunu izlemek gerekmez mi?’

‘Onlar birini izleyerek mi usta olmuş? Kendi yolunu çizen bir kişi, başka birisine benim yolumdan yürü demez. Sen de kendi yolunu çiz diyecektir.’ ” Ve usta şöyle devam eder: “Herkes gibi yazmak kolaydır. Birine öykünmek de öyledir. Hiç kimsenin gitmediği yoldan git. Yazmak cesaret ister.”

Peki bu tarihsel olana sırt çevirmek değil midir? İtirazım var bu noktada Erol’a. Zanaatkârlığın birinci önemi, kendisinden önce gelen her şeyi takip etmek, öykünmek ve tekrar etmek değil midir? Brecht’in bir kısa hikâyesi şöyledir:

“ ‘Günümüzde,’ diye yakındı Bay K., ‘tek başlarına çok büyük kitaplar yazabilecekleriyle açıkça övünen sayısız insan var ve bu, genelde onaylanıyor. Çin filozofu Çuang Çi, daha yaşlılığa uzak olduğu bir dönemde, onda dokuzu alıntılardan oluşma, yüz bin sözcüklük bir kitap yazmıştı. Gereken ruh olmadığından, böyle kitaplar artık yazılamıyor. Bundan ötürü herkes düşüncelerini kendi işliğinde üretiyor ve bu yolla yeterince üretemeyen kendini tembel sanıyor.

O zaman doğal olarak ne başkasından alınabilecek bir düşünce ne de herhangi bir düşünceye ilişkin alıntılanabilecek bir dile getirme biçimi bulunabiliyor. Böyleleri, çalışabilmek için ne kadar az şeye gereksiniyorlar. Bir mürekkepli kalem ve biraz kâğıtla yetinebiliyorlar. Ve kulübelerini hiçbir yardım almaksızın, yalnızca tek bir insanın kollarıyla taşıyabileceği yoksul malzemeyle kuruyorlar. Tek bir insanın kurabileceğinden daha büyük yapıları ise tanımıyorlar!’ ”

Romanda yazma ve okuma eyleminin inceliklerini yazarın kendi bakış açısıyla izleriz.

Usta-çırak ilişkisi denilince insanın aklına ister istemez zanaatçılık geliyor.

Peki nedir zanaatla sanatı birbirinden ayıran ince çizgi?

“Zanaatkârlık sürekli, temel insan dürtüsüne, kendi iyiliği için bir görevi güzel yapma arzusuna işaret eder. Becerikli el emeğine kıyasla, zanaatkârlık çok daha cakalıdır; bilgisayar programcısının, doktorun ve ressamın işine yarar; yurttaşlık ve ebeveynlik dahi ustalıklı bir hüner olarak yaşama geçirildiğinde daha etkin olur…” diye açıklama yapar Richard Sennett, Zanaatkâr adlı kitabında. Çok nemli bir sosyolog olan Sennett, kocaman bir kitap yazmıştır bu konuyla ilgili.

Zanaatkârlıkta usta kavramı çok önemlidir. Usta zanaatkârlıkta standartları belirleyen ve eğiten üst düzey birisidir.

Yol gösteren, yolu kısaltan, yola anlam katandır.

“Zanaatkâr kendi topluluğunun dışına dönüktür, sanatçı ise kendi içine dönüktür” der Sennett, kitabında. Zanaat tekrar etmek demektir, tekrar ederken en iyisini, yapabileceğinin sınırlarını zorlamaktır. Sanatçı ise bu sınırların dışında, yeniden üretendir. Olmayan şeyi yaratan…

Zanaat bir şeyi en iyi şekilde yapma eylemidir. Zanaat bir eylemi sürekli ve düzenli biçimde yapmaya devam ederek motor hareketler geliştirebilmektir. Örneğin tıp mesleğinin de büyük kısmı zanaattır, sadece bir kısmı bilime girer. İyi bir cerrah öncelikle iyi bir zanaatkârdır. Elinin ustalığı, alışkanlığı, deneyimi, işe yatkınlığı artık bilgisinin bile çok üzerine çıkar kariyerinde.

Zanaatkârlık elle ilgilidir. Kısacası bir el becerisi olarak bile tanımlanabilir. Dokunmak, hissetmek ve kendini tatmin etmek vardır işin içinde. Marangozluk, taş ustalığı, doktorluk, tespih ustalığı gibi mesleklerin hepsinde ustalıkla kullanılan ellerin bir ritüele kavuşmasıdır zanaatkârlık. Sürekli bir tekrarı barındırır içinde. Zanaatkâr, kendi iç huzuru için yapabileceklerinin en iyisinin peşine düşen kişidir. Burada bir adanmışlık söz konusudur.

Bir işi iyi yapma arzusu, insanları birbirinden ayrıştıran bir turnusol kâğıdı gibidir. Doğuştan gelen ayrıcalıklardan öte, insan iyi bir şey yaptığında veya yapamadığında daha yaralayıcı veya yüceltici bir etkiye maruz kalır. İyi bir iş çıkarmak insanı en çok tatmin eden duygulardan bir tanesidir. Zanaatkâr başarılı olduğu işle öncelikle kendi ruhsal doyumunu sağlar.

“Doğuştan gelme, eğitilmemiş beceriler konusundaki istekler karşısında kuşkulu olmalıyız. ‘Şayet zamanım olsa ya da şöyle kendimi toparlasam iyi bir roman yazabilirim’ şeklindeki sözler, genellikle narsis fantezilerdir. Tersine, bir eylemin üzerinden tekrar tekrar geçmek ise özeleştiriyi mümkün kılar.” – Sennett

Bütün sanatların pratiğe geçişinde, resimde, müzikte, mimaride vs. önce ihtimal dahilinde olanların kafa içindeki tasarımlarından yola çıkılır. Tasarım anı, tıpkı bir sporcunun, müzisyenin yaptığı antrenmanlar ve provalar gibi, sürekli tekrarlar içerir ki bu zanaatkârlık evresidir. Bu tekrarlar bir süre sonra sadece ihtimal dahilinde olanlardan çıkıp imkânsızı aramaya döner. Bu da sanatçılık evresidir.

Son noktaya ulaşan zanaatkârın yaptığı işler artık mekaniklikten ve motor hareket olmaktan çıkar. Zanaatkârın kafasında sorunlar bu en üst noktada belirmeye başlar. Yaptığı şey üzerinde düşünmeye başlar. Yaratıcılık ve olmayan bir şeyin yeniden üretimi de böylece başlamış olur.

Bilimkurgu ve fantezi yazarı Ursula K. Le Guin yazın sanatı üzerine kaleme aldığı Dümeni Yaratıcılığa Kırmak adlı kitabında şöyle der:

“Beceri, nasıl yapılacağını bildiğiniz şeydir. (Zanaat) yazı alanındaki beceri, sizi yazmak istediğiniz şeyleri yazabilmeniz için özgürleştirir. Bir yandan size yazmak istediğiniz şeyi gösterebilir. Zanaat, sanatı mümkün kılar…”

Kitabın ve Erol’un hikâyesine gelecek olursak, kitap şöyle başlar:

“Yazıya sevdalı bir delikanlı, gencecik bir çömez, hayran olduğu ustanın kapısını çalmak için yola çıktı. Bu ustanın yazdığı metinler, kimsenin yazdığına benzemezdi. Her sözcüğü uzun uzun düşünüp tartar, her tümceyi bir kuyumcu gibi ince ince işlerdi.

Bu metinleri okurken çömezin ruhu kamaşırdı, çünkü her okuduğunda yeni bir metinle karşılaşırdı. Ona öykünerek, esin alarak yazmış ama ustanın metinlerindeki tılsımı bir türlü yakalayamamıştı. Sonunda kapısını çalmaya karar verdi.”

Kitap ismi üstünde yazıyı sihirli bir eylem olarak ele almaktadır.

Kitap ilerleyen bölümlerde, çırak ustayı arama yolculuğundan sonra tekrar köyüne döner. Ve tekrar yola çıkar. Aslında hem yazıyı bulmak hem de hayatı bulmanın uzun bir yolculuk olduğunu anlatır.

“Benim aklım bağ kurarak çalışıyor, hayatını yazıya adamak, bağ kurarak geçen bir ömür demek. Bağ kurduğum apaçık gerçekti ama yanılsama mı üretiyordum yoksa bilmediğim bir gerçekliği mi keşfediyordum? Emin olamıyordum. Yıllar yılı ikisinin arasında kaldım. Ne kadar inanırsam, o kadar kendimden kuşkuya kapılıyordum.”

Hem Erol’un hem de icra ettiği yazı sanatının detaylarını yukarıdaki kitaptan yaptığım alıntıda görebiliriz.

Erol bir yazı emekçisidir. Ekmeğini kazanmak için hep yazmak zorunda kalmıştır. Hukuk fakültesini bitirdiğinde kısa bir süre avukatlık yapmış ve sonrasında yaşamını hep yazarak kazanmıştır. Kitapta şöyle bir cümle geçer: “Çeken bilir, çilesini çekmedin ki.” Yazmak bu memlekette çile çekmekle eşdeğerdir. Bu yoldan da dönen o yüzden çok olmuştur.

Ama iki türlü çile çekmek vardır. Birincisi hayatın zorluklarına direnmek ve çile çekmektir. Bir de yazının ve üretmenin ayrı çilesi vardır. Yaratıcı doğum sancıları der kimileri. Ama doğum sancılarını da ikiye ayırabiliriz.

Birincisi Erol ve ustası gibi daha düşsel, daha tanrısal, uhrevi bir acı çekmektir. Bir de hayatın içinde ve sürekli arayan, yaşayan, tüm dünyanın dertlerini kendi içinde hisseden yazarlar vardır. Bu iki yazar tipinin yazdıkları da birbirlerinden çok ayrı düşer. Çünkü aradıkları şey farklıdır. İçlerinde tartıştıkları şey ayrıdır. Toplumsal diyebileceğimiz romanlara örnek verecek olursak. Hemingway, Steinbeck, Jack London, Dostoyevski, Romain Gary ve diğerleri. Bir de kendi iç dünyalarında yaşayan, daha çok düşlediklerini yazan yazarlar vardır. İşte tam bu noktada Erol ve ustası Bilge Karasu bunlara örnektir.

Evet Erol’un ustası Bilge Karasu’dur.

Bunun izleklerini Erol’un tüm kitaplarında görürüz.

Bilge Karasu’nun Göçmüş Kediler Bahçesi adlı kitabında “Usta beni öldürsene!” masalındaki Ece Ayhan şiirinden alıntı, Sihirli Defter’de kitabın başında bulunur örneğin.

“Usta beni öldürsene!” masalı iki cambaz arasındaki usta-çırak ilişkisini anlatır.

Beyoğlu’nda Son Bahar adlı kitabının “Film Kopuyor” başlıklı bölümünde Erol Hızarcı ustası Bilge Karasu ile nasıl tanıştığını anlatır.

Kız Babası ve Kedi adlı kitabını Bilge Karasu’nun anısına ithaf etmiştir…

Bu memlekette “Cezaevine girmeyene aydın denmez” lafı vardır. İroniktir. Ama gerçeklik payı da vardır. İçinde yaşadığımız coğrafya maalesef budur. Elbette burada aydın tanımına girmek gerekiyor ama yerimiz dar ve o yüzden aydın tanımını tek bir cümleyle ifade etmek istiyorum. Aydın eylemli bilinç sahibi olan kişiye denir. İçinde eylem olmayan birikime sahip kişiye sadece entelektüel diyebiliriz.

Erol’un hikâyesine ve yazı serüvenine geri dönecek olursak, kitapta şu cümleye rastlarız:

“İnsan evrenseldir. Bir kişiye yazınca her insana yazmış olursun, herkese yazarsan hiç kimseye.”

Erol burada bestseller yazarlarına atıfta bulunur. Ama şu ayrımı da unutmamak gerekir. Popülizmle popülerlik iki ayrı kavramlardır. Çok iyi yazarlar popüler olabilir ve bu iyi bir şeydir, çünkü yazdıkları şeyler büyük kitlelere ulaşır. Ve yazarın önemli bir sözü varsa, bu genel kitleye ulaşmış demektir. Hepimiz yazdıklarımızın büyük kitleler tarafından okunmasını ve değer verilmesini istemez miyiz? Popülizm ise bambaşka bir şeydir. Halkın istediği şekilde, halka kuyrukçuluk yapmak demektir. Bu tip yazarların tek bir amacı vardır, ünlü olmaktır. Bu geniş tartışmayı da burada bırakıyorum.

Erol hiçbir zaman popülizm yapmamıştır. Uzun yıllar birlikte çalıştığımız için ve ben yayın yönetmeni olduğum için biliyorum, birçok kez Erol’a neden popülistçe bir şey yazmadığı soruldu. “İlkönce popülist bir roman yaz, ünlü ol sonrasında gerçek söylemek istediğin şeylerin romanını yaz ki, daha büyük kitlelere ulaşsın” denmiştir. Erol’un yanıtı ilginçtir. “Ben popülist olan şeyleri zaten ekmek paramı kazandığım, sinema ve dizi sektöründe kullanıyorum, yazdığım romanlar sadece kendi istediğim gibi olsun, kızıma kalsın yeter” demiştir. Saygı duymaktan başka ne denir ki?

Yazının başında söylediğimle bitirmek istiyorum. Her çırak ustası kadardır…

Bence Erol’un tek hatası usta olarak seçtiği kişiyle alakalıdır. Eminim başka bir usta seçmiş olsaydı, çok daha büyük eserlere imza atmış olacaktı Erol.

Yorum yapın