Edebiyatı Ders Kılmak, Hayatı Şiirle Anlatmak | Atakan Atabeyoğlu

Kasım 15, 2025

Edebiyatı Ders Kılmak, Hayatı Şiirle Anlatmak | Atakan Atabeyoğlu

Konya’nın Ilgın ilçesinde, 1 Ocak 1971’de doğan Osman Özbahçe ile tanışma hikâyemin başlangıcı İnsan ve Medeniyet Hareketi’nde bir söyleşi vesilesiyledir. Edebiyata, özelde edebiyat eleştirisine ilgi duyduğumu söyledim yeni gelenlerle tanışma faslında. Arkadaş da Osman Özbahçe ismini verdi ve ‘tanışmalısın’ı ekledi. İlk kez duyduğum bu isim nedense beni utandırmıştı. Hem eleştiriye gönül ver, hem de böyle etkin bir ismi bilme; ne de olsa referans sağlam yerdendi. Onu tanımaya başladığım her yazısının satır aralarında yükselmiş bir meditasyon; şiirin, eleştirinin ve insanlığın aynı nefeste solunduğu bir imge dünyasının doğuş hikâyesine şahitlik etmeye başladım.

Sonrasında çeşitli vesilelerle tekrar tekrar görüştük, muhabbete koyulduk. Yazdığı her şeyi takip ettim, aldığım her dergide ismini arar oldum. Dergiler hakkındaki net düşüncelerini sezince, daha doğru deyişle anlayınca olanla yetinmem gerektiğini bildim. Neyse ki çalışkan bir isimdi; art arda kitaplar çıkarması bu sorunu çözüyordu.

Özbahçe’nin İmam-Hatip Lisesi’nden çıkarak Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi’ne adım atması, dışarıdan görünür bir çizgidir; ama asıl çizgi, onun iç dünyasında, dil ve düşünceyle kurduğu sessiz kavgalarda belirginleşir. Eleştirilerinin her biri adeta bir kurşun şiddetindedir, gayesi halis olunca tatlı bir kurşundur bu; almasını bilene!

İlk şiiri 1990’da Mart 1990’da “Yeni Taşova” gazetesinin sanat ekinde yayımlandığında, “Güz Alazında Uçuşan Kar Beyazlığı”, bir kapının aralandığını fark eder: dilin, dünyadan sorulmuş bir karşılığa ihtiyacı vardır. Bu kapının ardında sadece bir şair değil: bir öğretmen, bir eleştirmen, bir yayıncı ruh da saklıdır. Taşova deyince rahmetli Recep Seyhan geldi hatırıma, Ömer Lekesiz geldi ardından, kasveti Seyhan’ın bir zamanlar okulumuzdaki söyleşinin sıcak buğusuyla dağıttım neyse ki.

Osman Özbahçe’nin şiiri temelde “insan değeri” üzerine kafa yorar: modernizmin, bireyselleşmenin, teknolojiyle sulanmış yabancılaşmanın oluşturduğu boşluklar onun dizelerinde yankılanır. Bir de ‘edebiyatsız edebiyat’ yapanlara ölümüne düşmandır. Çocukluğunun izleri Ilgın’ın sessizliği, kışın karla kaplı sokakları, “ev” kavramının cılız ışığında görünürdür. Bunlar duyarlılığa dönüşür yazdığı şiirlerde: “Şiir için düşündüğü şey, yalnızca estetik bir faaliyet değil, insan haysiyetine tutunma eylemidir.”

1999’da yayımladığı Uzun Yürekli Nehir adlı şiir kitabı bir dönüm noktası oldu. O nehir uzun yürekliydi; akıyordu, taşkın değil, dirayetliydi. O kitapla birlikte Özbahçe, sadece bir genç şair değil, bir sesin sahipleneni idi artık. İzleyen yıllarda, öğretmenlik mesleğini sürdürürken dergi yönetimlerini üstlenmesi, çalışmalarını eleştiri kitaplarıyla taçlandırması onun “edebiyatın kurucu/tesir alanlarından biri olma” tutkusunu fâş etti adeta.

2003-2006 yılları arasında üç aylık edebiyat dergisi Kökler’in yayın yönetmeni olarak sahneye çıktı. Bu görev, şair-özne kimliğinin ötesinde, edebiyat alanına sorumluluk alma iradesinin göstergesiydi. Kökleri kazmak, toprak altındaki damarları görünür kılmak, genç seslere kulak vermek istiyordu. Ve yine aynı yıllarda, eleştiri alanında da varlık gösterdi: 2007’de yayımlanan Kural Dışı adlı eleştiri kitabı, hemen dikkat çekti.

Ne Kökler, ne Karagöz unutuldu; nasıl unutulsun ki? Dergi, işlevi ve ilhamı olan bir savaşçıdır, yığma gecekondu çatısı değil.

Özbahçe için eleştiri, şiirin gerisinde bir destek değil, onunla eşzamanlı yürüyen bir eylemdir. “Şiir ya sahicidir ya silinip gider” diyen biri olarak, şiirin biçim ve içerik bakımından durduğu yeri belirtmeye, okuru da bu duruşa çağırmaya heveslidir. Ona göre şiir, sadece bir “yeni imge oyunu” değil, “dilin çöktüğü” anda yeniden ayağa kalkabileceği bir temeldir. Amma velâkin dil çöktü, Özbahçe’ye rağmen; aksi sadalar, cıyaklamalar kimseyi rahatsız etmiyor, yahut umurunda değil: “Yeni bir teknik deniyoruz, biz bizden öncekilere benzemeyiz, biz kanonuz!!!”

Günümüz edebiyat ortamına dair sesi yükseltmesi öyle ilgimi çekiyor ki? Edebiyatsız Edebiyat ve Çevrimdışı gibi çalışmalarıyla, edebiyatın vitrinleşmesine, klişeleşmesine, üretimin yüzeyselleşmesine karşı durur. Bu tutum, sadece edebiyat işiyle değil, öğretmenliğiyle de doğrudan bağlantılıdır: çünkü bir öğretmen için, yalnızca “bilgi aktarmak” değil, “kayda alınmış düşünceyi sorgulamak”, “metinle ilişki kurmayı öğretmek”, “öğrenciyle birlikte edebiyatın sorularına eğilmek” önemlidir.

Özbahçe’nin hikâyesinde gördüğüm şey şudur: Konya’nın Ilgın’ında başlayan yolculuk, “şair-öğretmen-eleştirmen” üçlemesinde birleşiyor: “Hayatın benden esirgediklerine karşılık benim hayata vermek istediğim / verdiğim karşılıktır şiir.” Bu söylem, yalnızca bir şiir çıkışı değil, bir hayat duruşudur.”

Ve şimdi son olarak… Öğretmen olarak, öğrenci olarak, şair, olarak, eleştirmen olarak, hasılı okuyan/yazan biri olarak siz, bu hikâyedeki ilhamı şuradan alabilirsiniz: Edebiyat yalnızca okunan metinlerin toplamı değil, yaşanmışlıkla, sorgulamayla, değerle elde edilendir. Osman Özbahçe, şiiri, eleştiriyi ve öğretmenliği bir arada yürütmüş; “duruş”un, “sorumluluk”un, “metinle yüzleşmenin” alışkanlık hâline geldiği bir bağlam kurmuştur. Onun hikâyesi, öğrencilerle, şair ve eleştirmenlerle, genç zihinlerle, sadece dersi değil, düşünmeyi, yazmayı, sorgulamayı paylaşmanın mümkün olduğunu gösterir.

&&&

Bir kış günü, Ankara’nın keskin ayazı okulun koridorlarına kadar sızmıştı. Öğrenciler teneffüste kartopu oynuyor, öğretmenler odasında sobanın çıtırtısı sessizliği delip geçiyordu. Osman Hoca o gün derse biraz geç girmişti, elinde küçük bir kitap vardı; kapağı yıpranmış, kenarları kararmış… Geç kalmışlığın ara kapatma güdüsüyle sınıfa girer girmez; “Bugün bir metin işleyeceğiz, ama bu metin ders kitabınızda yok,” dedi. Öğrenciler merakla birbirine baktı. Elindeki kitabı göstererek: “Bu, hayatın bana öğrettiği bir metin.” dedi. Sınıfta derin bir sükût, gittikçe artan bir heyecan…

Sonra o kitabı masanın üzerine bıraktı, kapağını yavaşça açtı. Sayfanın arasında sararmış bir kağıt vardı; öğrencilik yıllarında, bir öğretmeninin kendisine yazdığı bir not. “Bir gün sen de kelimelerinle insanlara dokunacaksın, yeter ki anlamaya çalış,” yazıyordu.

Osman Hoca gülümseyerek; “Bakın,” dedi, “öğretmenlik böyle bir şey. Biz bazen bilgiyi değil, bir cümleyi bırakırız öğrencinin eline. O cümle yıllar sonra onun yolunu aydınlatır.”

Sınıfta çıt çıkmıyordu artık. O an, öğrenciler sadece bir edebiyat dersi dinlemiyordu; kelimelerin ardındaki hayatın gizemini görüyordu adeta. “Şiir,” dedi, “birinin size öğrettiği bir bilgiyi değil, içinizde yankılanan bir sesi anlamaktır. Bazen bir dizeyle, bazen bir sessizlikle olur. Siz de bir gün kendi sesinizi bulacaksınız. İşte o zaman, derste öğrendiklerinizin hepsi anlam kazanacak.”

Bir öğrenci el kaldırdı: “Hocam, siz o notu hiç sakladınız mı?”

“Sakladım,” dedi, “çünkü o not bana şunu öğretti: Edebiyat, yalnızca okuduklarımız değil, yaşadıklarımızla yazdıklarımız arasındaki köprüdür. O köprüyü kuran, kelimeleri değil, insanı sever.”

O dersten sonra öğrenciler defterlerine uzun uzun notlar aldılar ama hiçbirinin defterinde o günkü cümleler yoktu. Her biri o notu kendi kalbinde sakladı:
“Edebiyat, yaşanmışlıkla yazılan bir derstir. Öğretmen, o yaşanmışlığı paylaşan kişidir.”

İşte Osman Özbahçe’nin öğretmenliği buydu; bilgi değil, yaşantı; ders değil, hayat bırakırdı ardında.

Yorum yapın