Düşünmeyi sevenlere bir var-yokuş öyküsü | Arzu Eylem

Nisan 6, 2016

Düşünmeyi sevenlere bir var-yokuş öyküsü | Arzu Eylem

düşünce kriziAndrey Platonov, Dönüş’te, “…anlamak gerekiyordu insanın varoluşu neyin nesiydi – ciddi bir şey miydi, yoksa şaka mıydı?” diye sorar.

Peki, varlık nedir? Düşününce mi vardır insan ya da var olduğu için mi düşünür? Heidegger’ce sorarsak, düşündüğümüzü mü düşünürüz? Yoksa düşünce bir olay mıdır? Varoluş süreci düşünceyi fotosentezden ayırmaya başladığımız yerden mi doğar? İnsanı bitkiden ayıran şey düşünmedir öyleyse… Ne ola ki insanlık, insan? Evren, insansız bir boşluk mu, insan henüz olmayan ve olması beklenen mi? Yoksa hiç düşünmedik mi biz şimdiye dek? Öğrenemedik mi düşmeyi? Nedir felsefe? Ya politika?

21. yüzyılı (yüzyılı yılgınlığa benzer) sırtımızda taşıdığımız şu günlerde, kavramların boşlukta salınıp durduğu bir evrende yani, politika felsefeye sesini duyurmaya çalışırken, felsefe bilimden ilimi geri alma gayretinde. Çizgisi belirsiz çemberlere hapsolmuşuz. Kabul etmeliyiz belki, “aptallık” kazanıyor. Durmadan, hiç durmadan her seferinde başa dönmek zorundayız bu yüzden. Belki üstümüzden bir kuş geçer ve bize hakikatin saklandığı yeri gösterir. Belki de yeniden âşık oluruz. Acı çekiyoruz, değilse sıkılıyoruz. İkisi de hayat değil. Asırladır soran sorgulayan ve sorun ortaya koyan insanlığın durumu karşımızda. Her gün o resme bakıp ağlıyoruz, iç çekerek ağlamayı unutmuşken hem de. “Hâlbuki korkulacak hiç bir şey yoktu ortalıkta/ Her şey naylondandı o kadar.”(1)

Akıl tutulması, yürek seğirmesi, baş ağrısı diyebileceğimiz dünya haline düşünce krizi de diyebiliriz. “Hep böyle baş eğmek mi? /İstemiyorum bunu Stepan /Düşmeli bir çirkinliğin içine. /Ve yavaş yavaş /Aşmalı çirkinliği.”(2)

Evet, böyle demek daha güzel. Düşüncenin krizde olmadığı zamanlar da var. Yerimizi arıyoruz. Kavramların, düşünmenin, siyasetin ve belki de yüreğin ihtiyaç duyduğu eylemin adı felsefe. Yolunu kaybetmiş, manasını yitirmiş yaşamı yeşertmenin, düşünmeye yeniden başlamanın şarkısı diyelim biz felsefeye. Yitirmeli büyük yolların birinde ne varsa/

Böcekler gibi başlamalı yeniden.”(3)

Olanaksız mı bu? Ne olursa olsun biz şimdi imkânı severek düşünelim: “Posseible!”

Bugünlerde, sessizce, Düşünme Krizinde Felsefeden Politikaya adlı bir kitap yayımlandı. Kitap, Posseible: Düşünme Dergisi’nce düşünmeyle özlemli on bir karşılaştırmalı okuma içeriyor. Onlar sesli düşünürken biz de düşüyoruz düşünceye. Yeni bir düşünme deneyimi bir bakıma Düşünmen Krizinde Felsefeden Politikaya. Posseible’ı, “Hep yeni bir umut ve başlangıç, hep farklı bir düş kırıklığı olsa da sonu, düşünmenin öyküsünde hatırlatıcı olabilmek için yeni bir denemedir,” diye tanımlıyor yazarları çünkü. Türkiyeli felsefecileri bir araya getiren kolektifin sunuşunu yapan Ertuğrul Rufayi Turan, düşünmenin hüzünlü yazgısından bahsediyor ve ekliyor:

“Düşünce kendinden başka bir şey istemiyorsa, neden tüm öykü bu olmasın. Görkemli bir başarısızlığın öyküsü. Bizim öykümüz de bu olsun.”

Düşünmenin arzusu farklılıkları bir arada yaşatabilmekse, sevgi öykümüzün başkarakteri olmalı… Varsın başarısızlığın adı da tek başınalık olsun. Düşünmenin öyküsü hep deneyip hep yenilmekten ama yine de denemekten geçiyor. Düşünmek bir eyleme hali, yürürken öyküleşiyor.

on bir düşünme öyküsü

Senem Kurtar, kitaba iki makaleyle katılıyor. İlkin Kierkegaard’la birlikte hakikatin yasını tutuyor. Tanrı öldü mü? Öldüyse yitirilen tanrının yerini alan kim/ne? Hakikatin yasını kim tutacak? Tanrı öldü’nün tanrısına inananlar mı? Edip Cansever Tragedyalar adlı uzun şiirinde, İsyandı tanrıya başkaldırmak da. Öyleyse/ Ben şimdi neye inanacağım, der ya, Kurtar, Kierkegaard’daki iman kavramını bildiğimiz anlamdaki inançtan ayırarak bize başka türlü bir Soren Kierkegaard okuması sunuyor. Biri olmak, kalple sevmek, hakikate inanmak, korkmak ve özgürleşmek üzerine filozofun söylemini yeniden düşünmemizi sağlıyor. Senem Kurtar, ikinci makalesinde demokrasiye çeviriyor okları. Güzel gizemli demokrasi üstüne düşünürken, Antik Yunan’a dönüyor. Bilgelik karşısında sessiz kalan demokrasi diyalog maskesiyle her birimize söylemde özgürlük dağıtadursun, Platon’un ideal demokrasiyle var olan demokrasiyi bir tutmadığını anımsatıyor. Bu sebeple demokrasi yerine “daemonion” yani vicdanı öneriyor Kurtar. Çünkü kimse bir diğerini yönetecek denli yetkin değil.

Emrah Akdeniz, Derrida’nın “farklı” diye çeviremeyeceğimiz différance kavramına yoğunlaşıyor. Akdeniz, kendi çıkarımlarının yanı sıra Derrida’yı Heidegger’le birlikte okuyor. Yazının tanrısıyla dile yüklediği anlamı iz’e döken ve text okumalarıyla tarihi değerlendiren Derrida’yla, tarihçiliğe soyunmadığını hatırlatan Heidegger’i yan yana getiriyor. Yazarın deyimiyle bir düşünce serüvenine çıkarken, dile başvurduğumuz için gerçekliği de paranteze alıyoruz. Kudret Aras, Deleuze’e çeviriyor yönümüzü. Aras, Deleuze felsefesinde Sorun’un önemini tartışıyor. Özgürlüğün sorun oluşturma noktasında kurulduğunu söyleyen Deleuze alışkanlığın egemenliğini sarsıyor. Aras, makalesinde “sorun” üzerine düşünürken Deleuze’deki zaman anlayışından söz açarak, felsefenin neliğini yeniden sorguluyor. Emrah Günok, Descartes’in “Sum, ergo cogito”sunun Heidegger’le birlikte yorumluyor. Günok’a göre “felsefenin gündemi artık, kendisini bir nesneye dönüştürmeksizin insanı düşünmenin bir yolunu bulmaktır.”

Gizem Kılınç, trajedinin sanat olmaktan öte geleneksel felsefeden kopuş olanağı yarattığını söylerken, Nietzsche ve Heidegger’in tragedyalara bakışlarını karşılaştırıyor. Oidipus’un bilgisizliği, Orestes’in pişmanlığı, Apollon’un ana katlinin suç olmadığını söylemesi ve suçun suç olmaktan çıkması… Kılınç’a göre insan her şeye çare bulabilir ama ölüme ve yazgısına karşı çaresizdir; Varlık ve Dasein trajiklikte buluşur. Tragedyaların hâlâ güncelliğini koruması da belki bundan. Gülay Özdemir Akgündüz’se Sartre etiğini ve bakış teorisini tartışıyor makalesinde. Sartre’ın “cehennem başkalarıdır” ifadesinden yola çıkarak, cehennemin etik olmayan ilişkilerin metaforu olarak okuyor. Akgündüz, öteki, bizim hakkımızda nesnel değerlendirme yapandır diyen Sartre’ın dönemini bugünle buluşturuyor. Kişilerarası ilişkilerin “etik-biz’e” dönüşme olanağının hâlâ en temel sorun olduğunu söylüyor.

Ömer Faruk Anlı, John Rawls’un “bilgisizlik peçesi” kavramından yola çıkarak sorduğu “neden adil olmalıyım?” sorusuna yöneliyor. Kant’ın rasyonel özne tanımıyla birlikte tartışıyor adaleti. Özel akıl diye bir şeyin olmadığını söyleyen Rawls, adaletin siyasal değerlere bağlı olduğunu savunurken, Anlı da böylesi bir aklın adaleti var mıdır sorusunu nesnel biçimde tartışıyor: Gerçekten adalet bir inşa işi mi, yoksa köken sorunu mu? Bergen Coşkun Özüaydın’sa Frankfurt Okulu’nu modern insanın yarattığı düş kırıklığıyle başlatıyor. Morin ve Kern’un “anlayışla, dayanışmayla, merhametle, sömürülmeden, aşağılanmadan, hor görülmeden yaşama” isteğine değinerek insan türüne ait olma duygusunu yitirmeyi modern insanın bireylikle bağının kopuşu diye tanımlıyor. Nietzsche, Adorno, Horkheimer bağlamında aklın ve sanatın geldiği yere de değinen makalede, Frankfurt Okulu’nun hakikatin değişmesine ilişkin çözüm getirmediği ama mevcut hakikati eleştirme görevini üstlendiği hatırlatılıyor. Sirenlerin sesi acıklı da olsa sesi duymaya çalışanların cesaretiyle, düş kırıklığının üstesinden gelmenin olanaklılığı bir umut çağrısı. A.Kadir Gülen, Spinoza’ya Edward Said ve Ulus Baker okumaları üzerinden yorumluyor. Yirminci yüzyılın ikinci yarısından sonra yeniden keşfedilen Spinoza’ya yanlı okumalarla yaklaşan görüşlerin eleştirisi diyebiliriz makaleye. Gülen, aşırı yorumun bir bakıma filozofun gerçekte ne dediğini anlamaya engel olabileceğini sezdirmek isterken, Spinoza’yı bazı açılardan indirgemeci bulduğunu ifade ediyor.

gezi’nin düşünsel öyküsü

Gezi Direnişi üzerine pek çok yazı yazıldı. Kimi umutlu kimi eleştirel. Kısacası çok şey söylendi gezi üzerine. Remzi Onur Kükürt de Gezi karşı çıkışının sürekliliği ve dönüştürücü gücü üzerine yoğunlaşıyor. Gezi direnişini demokrasi meselesi üzerinden ele alıyor. Kükürt, değerlendirmesini yaparken Gezi’deki çok renkli kitleyi analiz etmenin yanı sıra, kitlenin iktidar karşısındaki konumunu iki farklı görüş üzerinden karşılaştırmalı okuyor. Türkiye’de “İmparatorluk” ve “Çokluk” adlarıyla yayımlanan Negri & Hardt ikilemesi ilk görüşü, Laclau & Mouffe diğer görüşü oluşturuyor. Kükürt, Gezi’deki kitlenin Negri & Hardt’ın kavramıyla “çokluk”a mı yoksa Laclau’nun eleştirisi gereği böylesi bir topluluğun politik bir arabulucuk yapamayacak denli geçici bir yan yanalığa mı karşılık geldiğini soruyor. Gezi Direnişi, iki farklı görüşü de destekleyen bir pratik olarak okunabilir Kükürt’e göre. Zaafları ya da eşsiz deneyimleriyle Gezi, iktidara karşı yeni mücadele tarzını kurmak için değerli.

düşünceyi seviyorum

Soru ve sorunlarımızı düşünemenin hiçbir işe yaramayacağına inandırılmak istediğimiz şu günlerde, düşünmenin tek başına bir eylem, söylemenin eylemenin başı olduğunu hatırladım. Düşünce Krizinde Felsefeden Politikaya, düşünmeyi seviyorum diyen, yaşamın bütünselliğine inanan ve direnen insanlar için dönüp dönüp bakılacak bir başucu kitabı.

Öyleyse, bütün mümkünlerin kıyısında, hızla gelişsin diye kalbimiz, diyerek, haydi durmayıp, göğe bakalım!(4)

  • Turgut Uyar, Geyikli Gece
  • Edip Cansever, Tragedyalar IV
  • Gülten Akın, Deli Kızın Türküsü
  • Turgut Uyar şiirlerinden

Arzu Eylem – edebiyathaber.net (6 Nisan 2016)

Yorum yapın