Düşmanımız kim peki? | Feridun Andaç

Kasım 4, 2014

Düşmanımız kim peki? | Feridun Andaç

feridun andac 10.tifİnsanın dengesini bozan ne varsa karmaşaya dönüşen kentte… Ellerimizle kurduğumuz mekânlarda, yaşadığımız yerlerde. Oysa yabanıl doğa yaratıcı ve onarıcı. O kadar ürkütüp dengesini de bozmuyor insanın. İçselleştiren, sağaltan bir yanı var. Galiba toprak suyu, su da havayı dengeliyor…

Sabah başıma gelenleri anlatmak  olaydan saatler sonra bile canımı sıkıyor. Yaşadığım mekân, Ömerli barajına,  yani kente suyun pompalandığı yere yakın… Aşırı basınç evinizin su borularına hücum ederse ne/ler olur?!

Aslında bu da bir “kötülük”/ “barbarlık” değil mi?

İlle de insanın insana fiziksel olarak dokunması mı gerekiyor kötülük için?

Devlet, kontrolsüz  güç; sistemse kötülük üreten bir aygıt gibi. Verdiği zararları ödetmeniz ne mümkün…

Sabah gözümü açıp su basan evimi gördüğümde aklıma ilk gelen yine Ermenek’te o maden ocağında mahsur/su altında kalan işçiler oldu.  Nefes almak için kendimi dışarı attım.

Gazeteyi açıyorum, gene üç öldürüm haberi Güneydoğu’dan… “Sınırlarımızla oynuyorlar” diyor yabanıl bir ses. Şunca yıldır bunu var eden iklimi görmezden gelerek konuşuyor herkes.

Yaratılan düşmanın kim/ne adına olduğunu bilmemek ne mümkün…

Gene de ağır geliyor tümden bunları solumak, görmek, anlamak, düşünmek…

Adım adım nefret iklimi yaratıldı bu ülkede. Kürtler bunun fitilini ateşledi. İslâm ardından geldi. Bugünse etnik kimlikler kaşınmakta sürekli.

Düşmanı olmayan bir halk olabilir mi,” diye soruyordu Umberto Eco, okuduğum kitabında.

Bugün ülkede iç düşmanlar yaratıldığı gibi, sınır komşularıyla da dış düşman yaratmanın çabasındayız. Çatışma, savaş, şiddet, öfke, kötülük… Alıp başını gitmekte her biri.

Ulusal kimlik duygusu erozyona uğratıldı. Yurttaşlık bilinci de öyle. Ülkeyi İslamileştirme düşü, küresel kuşatmanın her adımına onay verdi. Kimliksiz bir toplum; sürekli tüketen, kendi gününü yaşayan…

“Düşman yoksa onu inşa etmek gereklidir,” diyor Eco, Bush politikalarının çıkış noktasını yorumlarken. Yani, yinelenip duran: Düşmanınız kim peki, söylemi!

Dün komünizmdi düşman. Bugünse daha çok şey. Kendi karşıtını yaratma. Özellikle ülkemizde türbanla ortaya çıkarılan budur.  Hemen karşıtını var edip çatışma zemini oluşturma…

İslami iktidar söylemi de bunun odağıdır: Siz/biz, ben/öteki… Buradan da etnik kimliklere  yöneliş.

Bir tür “düşman üretme” siyaseti güdüldü 2000’li yıllarda.

Hançeri Hazırla, Zehiri de Unutma!

32101919424770364İndirgeyici bir toplum olduk her alanda. Vasatlık egemenleşti neredeyse. Üstelik böylesi bir siyasi güdülenme içindeyiz. Sürekli savaş/saldırı, keskin bıçakla gezinme,  ikide  bir zehrini gösterme; karşındakinin de hançerini bilemesine fırsat verme. Kurulan kumpaslar, yalan ve talan siyaseti de bunun parçasıdır…

Peki, bugün, bütün bunları görmeden roman, öykü, şiir nasıl yazılır; edebiyat nasıl yapılır?

Çocukluğu yetimhanede geçen, on üçünde de buradan kaçıp İstanbul’un yeraltı dünyasına karışan bir yakınımla yirmili yaşlarda karşılaştığımda, bana şunu söylemişti: “Yetimhane hınç büyütür. Beni oraya gönderdikleri için sevmiyorum sizinkileri. Ama sen okuyorsun bak,” diyerek bana  JeanJacques Rousseau’nun İtiraflar’ını alıp, ama hemen okumam şartıyla armağan etmişti. Tanıdıkça, her adımda  beni şaşırtmaya devam ediyordu…

Hançerinin ucunda zehir taşıyan bu genç adamın Rousseau’yu okumasına, yaşam tarzına şaşırmıştım. Akrabamdı, uzun bir yaz geçirmiştik onunla. O günlerde, 12 Eylül 1980 askeri darbesinin zeminini hazırlayan süreçten geçiyorduk. O  bu gidişin adını, yolunu yordamını biliyor, hissediyordu. Onun yaşadığı azabı yıllar sonra daha iyi anlayacaktım. Hayat ve yaşama duygusuyla bana taşıdığı zamanı belleğime kazıyarak yol aldım hep.

Bir gün, elinde gördüğüm İsa Bu Köye Uğramadı’yı alıp okumaya başlamıştım. O günlerin notlarında şu  satırlarını buluyorum şimdi, Carlo Levi’nin: “Bahtsızlıkları şuradaki kendi dışlarında  ve kendilerine karşı yürüyen Tarih’in bilinçsiz âletleri olmuşlar, bilmeyerek kötülerden yana olup kırılmış yok olmuşlar. Ama eşkıyalık yoluyla köylüler önlerine hep hasımca çıkan, onları anlamağa  çalışmaksızın hep boyunduruk  altında tuta gelen Medeniyete karşı kendilerini savunmuş oluyorlardı. Eşkıyaları hemen kendi kahramanları saymaları bundan. Köy dünyası devletsiz, ordusuz bir dünyadır.” (*)

Düşman Yaratmak Yetmiyor!

“Barbarlar mı geldi yoksa,” sıklıkla sorar oldum bunu.

feri1Şu iki fotoğrafı yan yana getiriyorum:

Biri mutluluğun, diğeri çaresizliğin, umarsız kalışın ve yoksulluğun simgesi adeta.

İki fotoğrafı taşıyan haberler şöyle:

 

“Diyarbakır’da eşi ile birlikte semt pazarında alışveriş yapan bir astsubay, maskeli 2 kişinin silahlı saldırısına uğradı. Saldırganların arkadan yaklaşıp başına ateş ettiği astsubay Necdet Aydoğdu…”

“İki kardeşini bekleyen Şirvan Tuncel de eşinin daha önce bir maden ocağında çalıştığını ancak, göçük sonucu belden aşağısından felç olduğunu ve şu an çalışamadığını söyledi. Bahçelerindeki ürünlerden kazanç elde edemedikleri için bölgede yaşayan erkeklerin maden ocağında çalışmayı tercih ettiğini ifade eden Tuncel, ‘şu an iki kardeşimin kurtarılmasını bekliyorum’ dedi.”

Çağımızda barbarlığı nasıl tanımlamalı şimdi?

İnsanlığı tehdit eden her şey barbardır demek yeterli mi? Peki ya kusurlu olanların açtığı sonuçlar? Bunlara bakarak o neden/niçinlerin sorgusuna gidilebilir aslında.

feri2Belki de oralardan varacağımız sonuçlar bize barbarlığı daha iyi tanımlayacak.

İnsanın insanı öldürdüğü, sistemin insanın ölümüne zemin hazırladığı bir dünyanın adıdır aslında barbarlık.

Ortaçağ karanlığı sürüyor demek yerinde.

Gelin görün ki; yan yana duran iki gerçek, eşzamanlı yaşanan iki olay barbarlığın iki yüzünü de anlatıyor bize.

İnsan hayatını hiçe sayan, kendi varlığını ötekinin  yokluğuna bağlayan; bir tür kendi “deccal”ini yaratan sistem en onmaz koşullarda çalışmaya sürüklediği insanları da kurban seçmektedir.

Cehaletin, çaresizliğin teslim aldığı bir anlayış kendi barbarlığını yaratmaktadır.

Günah ve kaderle avutulan, çilekeşlik ve çaresizlik öğretilen insanların derbederliği yeni  barbarların istismar alanı. Onları her şeye boyun eğdirip teslim alacak bir güç. Soma’da, Ermenek’te yaşananları gördükçe; Güneydoğu’da insan avındaki zihniyetin “çözüm süreci” gölgesinde işlediği cinayetlere tanık oldukça barbarların çok uzağımızda olmadığına inanmak gerektiğini bilmeliyiz artık diyorum.

Ve siz, köreltin kalemlerinizin ucunu, vicdanlarınızı; yazın sıradanlıklarınızı, pespayeliklerinizi…

          _____

(*) İsa Bu Köye Uğramadı, Carlo Levi; Çev.: Sabahattin Eyuboğlu, 1961, Remzi Kitabevi, 205 s.

Feridun Andaç – edebiyathaber.net (4 Kasım 2014)

Yorum yapın