
Melisa Kesmez’in ismiyle müsemma kitabı Çiçeklenmeler, İletişim Yayınları etiketi ile bir süre önce raflardaki yerini aldı. Çiçeklenmeler; hayatı ıskalamış bir kadının, yaşamın kıyısından tam ortasına adım atmasının hikâyesi…
Türkan’ın koca bir ömrü paylaştığı eşinin; amansız bir hastalık sonucu ölüme büyük bir tezat olacak şekilde kuşların cıvıldaştığı bir bahar günü vefat edip de ölümünün üzerinden 40 gün geçtiği, evdeki kalabalığın dağıldığı yerde başlıyor “Çiçeklenmeler”. Ortadan. Türkan kendini ait hissedemediği, ayakaltında olmamak için yıllarca bir köşesine kıvrıldığı, mutsuz olmayan ama mutluluğu da muamma bir evliliğe yuva olmuş, şimdilerde bir enkazdan farksız evde; tek başına, gözüne bir gram uyku girmeden günün ilk ışıklarını karşıladığı gecenin sabahında içmediği bir kahveyi hazırlarken…
Ama Türkan’ın hikâyesi burada başlamıyor, ona daha var… Ortadan başlayan hikâye, nostaljik bir filmden sahneler sunar gibi geriye dönüşlerle veriyor detayları. Okur, her kesitte biraz daha net görüyor kurgunun iskeletini. Taşlar yerine oturuyor bir bir. Nitekim neden sonuç ilişkileri, bu geriye dönüşlerle kurulmuş, diyebiliriz.
Tohum
“Ölenin ardından onun kişisel eşyalarının kaderini tayin edecek yegâne kişi olmak, onun yaşamındaki noksanlığıyla baş etmek maratonunda koşması en zor kilometreymiş.”
Çocukluk aşkı Orhan’ın vefatının ardından eli bir türlü eşyalarını toplamaya gitmeyen Türkan, bir cesaret kırıntısına sığınıp da bu işe girişmeye kalkıştığında koca bir soruyla karşı karşıya kalıyor: Yıllardır olduğu yerde duran bu karavana ne olacak?
Orhan’ın, büyük aşkı Rüya ile boşanmasının ardından evlenen Türkan ve Orhan, hiçbir zaman normal bir evlilik hayatı sürmemişlerse de mutsuz da olmamışlardır. İki farklı uçtaki çember zaman zaman kesişim kümesinde buluşmuş, yârenlik edilmiş ve herkes kendi köşesine çekilmiştir. Bu da yetmiştir Türkan’a. Çünkü o kimseye görünmeden, kimseye yük olmadan yaşamaya alışmıştır. Annesinin vefatının ardından babasının yeni evliliğinde kendisine yer olmayınca çocuk sahibi olamamış teyzesi ve eniştesiyle yaşamaya başlayan Türkan, ayak bağı olmama halini yaşamı boyunca sürdürmüştür. Ama 50’sine merdiven dayadığı dönemde; ölen eşinin eşyalarıyla ne yapacağını bilmez halde, sarı karavanla göz göze geldiğinde başlıyor onun asıl hikâyesi.
“Ben, kırk sekiz yaşındaki Türkan, bütün yaşamımı durarak geçirmiştim. Bütün yaşamımı birilerinin yanında durarak geçirmiştim. Birilerinin bana açtığı boşluklara sığmış, taşmamış, yükselmemiş bile ama kurumamış da, orada eski bir göl gibi durup beklemiştim. O kadar uzun zaman durmuş bir şeyi yerinden hareket ettirmek, bir karavanı otoparktan çıkarmaktan fazlasıydı benim için. Ben bugüne kadar hiç yegâne öznesi olduğum bir işe kalkışmamıştım.”
Uzun düşünmeler sonucu aileye miras kalan arsayı görmek için Balıkesir’e gitmeye karar vererek “A noktasından kalkıp gideceği bir B noktası” bulan Türkan, cesaret edip de tıpkı kendisi gibi olduğu yerde yıllarca çakılı kalmış, “durağanlık” halinin göstergesine dönüşmüş limon sarısı karavanla, üzerinde aynı renk kıyafetlerle; tıpkı güneşin doğup da doğanın uyanması gibi çıkıyor yola. Hayatının direksiyonunu kendi ellerine alır gibi tutunuyor karavanın direksiyonuna. Bir tohumun yüzünü güneşe dönüp de çiçek açması gibi sarı karavanla yola çıkıp büyümeye başlıyor Türkan. Kendi uyanışı da böyle başlıyor. Yazarın deyimiyle “dünyaya doğru bir adım”…
Kurgunun ana metaforu diyebileceğimiz “karavan” aslında Orhan’ın Türkan’a yaklaşımının da bir temsili. Orhan yıllar boyu o karavana özen gösteriyor, emek veriyor ama onunla hiçbir zaman bir yolculuğa çıkmıyor. Bir karavanla yapılması gereken asıl şeyi yapmıyor, onunla hiçbir zaman yola çıkmayacağını biliyor ama onu garajda çürümeye terk etmeye de gönlü razı gelmediğinden bakımını eksik etmiyor. Tıpkı Türkan’a yıllar boyu özenli davranıp onunla hiçbir zaman olması gerektiği şekilde bir ilişki kuramaması gibi…
“Kahramanın Sonsuz Yolculuğu” bağlamında incelediğimizde “maceraya çağrı”ya kulak verip zihninde yüzleşmeye cesaret edemediği bir ton şeyle yola çıkan Türkan, kamp alanına demir attığında ise adından da anlaşılacağı üzere “bilge/rehber” diyebileceğimiz karakter Ulaş ile tanışıyor. Bu dostane ilişki Türkan’ın, içinde yıllardır susuz kalmış tohumlara su vermesi gerektiğini hatırlatıyor ona. Ruhunun rutubet tutmuş yanları güneşe dönüyor yüzünü, ısınıyor. Tohumları serpiliyor bilmediği topraklara. Yüzleşmek, düşünülmek ve anlatmak onun suyu, güneşi oluyor. Bu süreçte Orhan’ın kardeşi Ayşe ile kurduğu kız kardeşlik ilişkisi ise en büyük vitamin deposu oluyor.
Uyanışı gözle görülür bir hal almaya başladığında hayatının düğümlerini çözer gibi açıyor yıllardır uyanır uyanmaz ilk iş ördüğü saçlarını. Düğümleri çözdüğünde daha kolay oluyor yeniden başlaması.
Köklenme
“Eşikleri geçen” ve tohumları serpilmeye başlayan Türkan, karavan yolculuğunu nihayete erdirip; hiçbir zaman kendinin olmayan evi boşaltıp da İstanbul’a ayak bastığında başlıyor köklenmeye. Yeni evini hayatında temiz bir sayfa açarcasına beyaza boyayıp ilk kez geldiği Üsküdar’da, “kendi seçtiği ailesinin” de desteğiyle kavuşuyor yuvasına. Bu kez ev, dört duvar olmaktan çıkıyor; gerçekten yuvası oluyor.
“Bu insanlar bana verilmemişti, ben onlara doğmamıştım. Onları yeryüzünde arayıp bulmam gerekmişti. Onlara doğru yürümem ve yanlarına varıp çemberlerine katılmam gerekmişti. Kabilemi bulmuştum. Öyle hissediyordum. Aile sanıldığı kadar tesadüfi bir şey değildi. Onları bulman veyahut kendi ellerinle yapman gerekiyordu.”
Çiçeklenme
“İlk İstanbul’u Çiçekçi’de” yeni hayatını kuran Türkan’ın “yeniden doğuş”u burada başlıyor. Orhan’dan yadigâr pürüzsüz, saydam cam kırığı artık onun çemberinden çıkıp yerini ilkyaz günü çıplak ayakla balkon yıkamış gibi hissettirecek günlere bıraktığında; kalbini bu kez gerçekten birine açmayı öğrendiğinde tüm dalları çiçek açıyor Türkan’ın.
“İnsanın kendisini tastamam hissettiği herhalde böyle birkaç an vardı hayatta. Öyle hep başı kesik tavuk gibi dolaşmıyordun dağ bayır. Bir an geliyor ve artık burada biraz dinlenebilirim diyordun. Büyük duyguların deli bir nehir gibi kayalardan aşağı akıp akıp sonunda denize döküldüğü bir yer vardı. Akış hızının azaldığı bir yer.”
Metaforlar ve tezatlarla ilmek ilmek işlenmiş bir büyüme hikâyesi olan Çiçeklenmeler; hayata teğet geçmiş bir kadının, yaşamın renklerini yeni baştan keşfetmesini aktarırken hiçbir zaman hiçbir şey için geç olmadığının rengârenk tablosunu çiziyor.
edebiyathaber.net (16 Nisan 2025)