Dorian Gray’den Elisabeth Sparkle’a: Sömürülen Ruhlarımız | Sibel Mayo

Ocak 20, 2025

Dorian Gray’den Elisabeth Sparkle’a: Sömürülen Ruhlarımız | Sibel Mayo

Dorian Gray’in Portresi’ni hatırlarsınız.

“Ah, keşke gençliğim sonsuza kadar sürseydi! Bunun için her şeyi verirdim… Hatta ruhumu bile!” Dorian’ın, portresinin onun yerine yaşlanmasını dilediği andır bu.

Dorian Gray, olağanüstü yakışıklı ve genç bir adamdır. Ressam Basil Hallward, Dorian’ın güzelliğinden etkilenerek onun bir portresini yapar. Bu portre, Basil’in şimdiye kadar yaptığı en iyi eser olur. Dorian, portresini gördüğünde, gençliğinin ve güzelliğinin bir gün yok olacağını fark ederek derin bir üzüntü duyar. Portresinin onun yerine yaşlanmasını ve kendi gençliğinin sonsuza kadar sürmesini diler.  Güzelliği sayesinde insanları kolayca etkiler ancak bu güzelliğin ardında giderek yozlaşan bir ruh vardır. Zamanla her türlü kötülüğe bulaşır: Ahlaksızlık, ihanet ve hatta cinayet. Dorian, gençliğini ve güzelliğini korurken, portre, yavaş yavaş onun günahlarının ve ahlaki çöküşünün izlerini taşımaya başlar. Çirkin, korkunç ve şeytani bir hal alır. Dorian bu çirkinliğe tahammül edemez ve onu yok etmeye karar verir. Hizmetçileri odasına girdiklerinde, yerde yaşlı ve çirkin bir adamın cesedini bulurlar.  Duvarda asılı olan portresi ise yeniden ilk yapıldığı günkü gibi genç ve güzeldir.

Senaryosu ve yönetmenliği Coralie Fargeat’a ait The Substance (Cevher) filmini izlerken bu romanı hatırladım. Hikaye, 50 yaşına basan TV aerobik yıldızı Elisabeth Sparkle’ın (Demi Moore), Hollywood’un gençlik ve güzellik standartlarına uymak için bir serum kullanmaya karar vermesiyle başlar. Bu serum, onun daha genç ve güzel bir versiyonu olan Sue’yu yaratmak için kullanılır, fakat süreç korkunç sonuçlara yol açar.

Film, güzellik algısı, yaşlanma ve kimlik kaybı gibi temaları ele alıyor. Elisabeth genç kalma arzusuyla kendi bedenine ihanet ederken, etrafındaki bakışları ve yaşadığı içsel çatışmaları kendimizi ve çevremizde olup bitenleri de içine katarak izliyoruz. Filmdeki doppelganger (ikiz) teması, bireyin gölge benliği ile yüzleşmesini ve dışsal baskıların kimlik üzerindeki etkilerini sorguluyor. Kendi gölge benliğimizin bize yaptırdıklarını düşünmeden edemiyoruz. Fargeat’in kullandığı grotesk imgeler ve rahatsız edici dönüşümler, izleyeni dış görünüşlerin ötesindeki anlamları aramaya itiyor çünkü. 

Filmdeki Elisabeth Sparkle’ın hikâyesi, yalnızca bireysel bir trajedi değil. Oscar Wilde da Dorian’ı yazarken yaşadığı Victoria Dönemi’nin alegorisini yapmıştı. Görünüş her şeydir, derinlik yoktur. Wilde, gençlik ve güzellik takıntısının  toplumsal bir çöküşe de işaret ettiğini gösteriyordu; The Substance da bugün boğazımıza kadar dayatılan görüntü normlarının müthiş bir eleştirisi.

The Substance 2024 yılı Cannes Film Festivali’nde En İyi Senaryo Ödülü’nü, başroldeki Demi Moore, En İyi Oyuncu dalında Altın Küre’yi aldı. Film,  kaybettiğimiz efsane yönetmen David Lynch’e, Cronenberg, Kubrick gibi ustalara referanslar ve hastalıklı tutkunun, yalnızlığın, yok oluşun metaforlarıyla dolu. Merak ettiyseniz  Sindel Kültür Sanat Platformu’nun film okumaları bölümüne göz atın. Mehmet Sindel, The Substance’ı 4.5 saat süren bir anlatımla, felsefe, sinema, edebiyat bağlamında müthiş bir zenginlikle anlatıyor.

Günümüzde yaşlanmak kabul edilebilir değil, ”düzeltilecek bir kusur” ve metalaştırdığımız bedenlerimizin değerini düşürüyor. Bu bir  “başarısızlık hali”.  Her gün sosyal medyada sağlıklı bir beden için gerekli en az on madde ile karşılaşıyoruz. Tam bir bombardıman: “Güzel ol, güzel kal.”  Bedenlerimiz çoğaltılacak, pazarlanacak ve sömürülecek yeni ekonomik kaynaklar.  Genç kalmak için her an ürün ve hizmet tüketmek zorunda hissediyoruz kendimizi. Boş gözlerle bakan çizgisiz yüzlerimizle nasıl algılandığımızın bir önemi yok. Hiçkimse yalnızca “olduğu şey” olarak kalamıyor. Sürekli “mükemmel olana ” dönüşmek üzere performans göstermesi gerekli. Viktorya Dönemi’nin Dorian’ı, bugün Elisabeth. Tükenme çağındayız. Zihinsel çöküşlerin sınırında yaşıyoruz. Mükemmelleşme, sürekli gelişme yolunda kendimizi sınırsızca sömürüyoruz.

Foucault’nun panoptikon kavramı, bireylerin sürekli gözetim altında tutulduğu ve bu sayede disipline edildiği bir toplumu ifade eder. Bugün ise bu gözetim, sosyal medyada bireylerin kendi rızasıyla kendini ifşa hâline dönüşmüş durumda. Artık yeni tür bir kontrol toplumu var. Herkes kendinin panoptikonu. Bu toplumsal baskı, Elisabeth’in bedenini ve kimliğini her an denetlemesine ve sonunda radikal bir çözüm arayışına itiyor onu. Günümüz dünyasında, sosyal medyanın güzellik normlarını dayatarak bireyler üzerinde nasıl derin bir baskı kurduğunun çarpıcı bir örneği.

Sosyal medya giderek artan bir şiddette gözetleyen ve sömüren dijital bir panoptikon artık. Bu panoptikonun sakinleri birbirileriyle yoğun bir iletişimde ve kendi arzusuyla her şeylerini ifşa eder halde. Bir tür pornografi diyebiliriz buna.

Bedenler, toplumsal iktidarın en yoğun şekilde çalıştığı alanlardan biri. Üstelik, bu iktidar biçiminde herhangi bir fiziksel zorlamaya, yasaya gerek yok. Kişi kendi kendini, kendi isteğiyle tüketime açar ve sonuna kadar sömürür. Bu döngüye hapsolmuş Elisabeth Sparkle da tükenişe doğru hızla yuvarlanır.

Dayatılana direnmemenin ve alternatif kimlikler inşa edememenin trajik sonuçları.

Günümüz meselelerine bakışını zihin açıcı bulduğum Byung Chul Han’ın Psikopolitika kitabı “İstediğim şeyden koru beni” proloğuyla başlıyor. Kendimizi gönüllü sömürmemizin, parçalanıncaya kadar kadar mükemmelleşmeye çalışmanın aslında günümüz iktidar biçiminin en etkili araçlarından biri olduğunu anlatır.

Psikopolitika, insan ruhuna nüfuz etme, onu düşünce öncesi düzeyde etkilemeyi mümkün kılan bir iktidar bilgisi. Bugünün sistemini “dijital psikopolitika” olarak adlandırıyor Chul Han. Sürekli işittiğimiz “Big Data” davranışları öngörülebilir kılıyor, gelecek hesaplanıyor ve yönlendirme başlıyor. Gözetleme işi de iktidarda değil üstelik, bireylere devredilmiş durumda. Ne verimlilik ama. Boyun eğdirmek yerine bağımlılık yaratmak. Tüm dünyada iktidar, susturmak yerine sürekli iletişimde bulunmaya, paylaşmaya, katılmaya, fikirlerimizi, ihtiyaçlarımızı, tercihlerimizi duyurmaya davet ediyor. Bizler de bu davete heyecanla icabet edip, gözetlenme haline tutkuyla katılıyoruz. “Like” ile mühürlüyoruz varlığımızı. Kendi irademizle kendimizi düzene sokuyor, optimize ediyoruz.

Neoliberal psikopolitika,  dirençle karşılaşmaz, motivasyonla, rekabetle halleder işlerini. Bedenler artık üretim sürecinin bir parçası değil. Gerçek değer üretimi çağı sona erdi. Neoliberal rejim, tükenme çağını başlattı. Şimdi sömürülecek olan ruhlarımızdır.

RIP Elisabeth Sparkle…

Okumalar:

  • Dorian Gray’in Portresi – Oscar Wilde
  • Psikopolitika – Byung Chul Han
  • Cinsiyet Belası – Judith Butler

edebiyathaber.net (20 Ocak 2025)

Yorum yapın