Dizelerin Aklı | Ömer Turan

Kasım 19, 2025

Dizelerin Aklı | Ömer Turan

Karanlık çökmemiş daha kentin gözlerine

Sersemletici huzuru var yine de ölümün

Beyaz bir tayın yelesinde yeşerir umut

Bir gece kaç gün sürer

“Karanlık çökmemiş daha kentin gözlerine” dizesinde duyulan ilk seziş, varlığın iki yakası arasında salınan bir anlam arayışını duyuruyor. Karanlık henüz inmemiş ama gün çekilmekte… Önder Çolakoğlu, ışığın çözülüşünü izliyor, geçişi dizelerin içinde tutuyor. Her kent, akşamüstlerinde kendini arıyor aslında… Gözlerini yitirirken yeni bir bakış kazanıyor. Bu dize, sanki bir kentin yüzündeki son aydınlığı okşuyor; ardından gelecek sessizliğe kısa bir süre daha direniyor. “Sersemletici huzuru var yine de ölümün” derken, ölümün insana ürpertiyle karışık bir dinginlik verdiğini duyumsatıyor. Bu huzur, kabullenişin dinginliği oluyor adeta… Ölüm, sarsıntı olmaktan çıkıyor artık; insanın iç akışında çözülüp duran sessiz bir çağrıya dönüşüyor. Dize, yaşamla ölümün aynı çizgide buluştuğu noktada… Şair, o dengeyi hissediyor; ölümle barışmış bir bilincin sessizliğini taşıyor. “Beyaz bir tayın yelesinde yeşerir umut” dizesine varılınca, düşle gerçeğin sınırları eriyor. Şiir, maddi dünyanın dışına taşarak simgesel bir alana geçiyor. Beyaz tay, artık canlı bir varlıktan öte umutla yoğrulmuş bir hareketin, bir yeniden doğuşun göstergesi… Yeşeren umut hem doğanın hem insanın ortak belleğinde kök salıyor. Beyazlık, ölümün ardından gelen arınmayı; tayın devinimi, yaşama yeniden dokunmayı anlatıyor.  “Bir gece kaç gün sürer” sorusuysa şiirin kalbinde parlayan bir sonsuzluk düşüncesi… Bu soru, zamanı tersyüz ediyor. Gece artık içinde günleri, mevsimleri, anıları taşıyan bir derinliğin adı… Şairin sesi zamanı büküyor; gecenin içine günler saklanıyor, belki de bir ömrün bütünü orada gizleniyor. Bu soru cevap istemiyor aslında. Sorgulamak, yaşamı anlamaya yöneliyor. Çünkü her insan, kendi gecesinde zamanla yüzleşiyor, kendi ışığını orada buluyor…

Dikenler batmak için uğradı inançlarıma

… bir martının gamzelerinden anladım

Gittiğini sabahtan

Göğe yalan söylemekmiş aşk

Önder Çolakoğlu’nun bu dizelerinde ilk göze çarpan, acının sessiz bir coğrafyaya yerleşiyor oluşudur. “Dikenler batmak için uğradı inançlarıma” deyişi, tek bir sızının ötesinde, inancın yaralanma anını anlatıyor. Burada diken, dıştan gelen bir tehlike olmuyor; içe, yani inancın özüne saplanıyor… Şair, sarsılmanın kökünü dışarıda aramıyor; içte, kendi duyumsamasında buluyor. Bu yönüyle dize, modern şiirin içe dönen o kırılgan damarı… İnanç, burada dinsel ya da dogmatik bir bağlam taşımıyor; insanın kendine olan tutunma biçimi sadece…  Devam eden “… bir martının gamzelerinden anladım / gittiğini sabahtan” dizelerinde görüntü, neredeyse sinematografik bir kesit gibi… Martı, göğün ve denizin arasında, kaybolmanın tanığı oluyor. Gamze ise doğrudan bedensel bir ayrıntı olarak beliriyor; gülüşün içindeki çukur, sevinçle hüznün kesiştiği o küçük sığınak… Şair, bu iki imgeyi —martıyı ve gamzeyi— aynı anda kullanarak hem göğe hem yeryüzüne ait bir ayrılığın anlamını kuruyor. “Sabahtan gidiş” sözü, zamanın başlangıcında yaşanan kaybı çağrıştırıyor; sanki gün doğmadan her şey bitiyor. Bu, umutla yitimin aynı solukta bulunduğu o ince çizgi oluyor. Çolakoğlu’nun şiirinde duygusal doğrular açıkça belirtilmiyor; hep bir eğiklik, bir sarkma bulunuyor. Sözcüklerin arasında gezinen sessizlik, anlamın asıl taşıyıcısı…  “Göğe yalan söylemekmiş aşk” dizesi ise, şiirin kalbinde yer alıyor. Aşk, burada bir doğruluk zemini olmaktan çıkarak bir yanılma, bir aldanış şekline bürünüyor. Göğe yalan söylemek, en yüce olana, kutsal olana karşı sahte bir dua etmek mi acaba?.. Bu dizeyle birlikte şair, inancın sarsılışını tamamlıyor. İlk dizede dikenle başlayan o içe batan sızı, burada dile dönüşüyor. Artık yaralanma, konuşmanın ta kendisi oluyor. Önder Çolakoğlu’nun şiir anlayışı, imgenin açıklığından çok, sezdirme gücüne yaslanıyor. O, sözcükleri anlamı belirlemek için aramıyor; anlamı bulanıklaştırmak için seçiyor. Çünkü bulanıklık, duygunun doğallığı… Aşkın, inancın, gidişin içinden geçen bu bulanıklıkta insan, kendine yön arıyor. Şair, bu yönü göstermektense okurun içinde duyumsatmayı seçiyor…

Gelişin bir sese değseydi

Suyun ömrü ömrüme kelebek

Ürkütülmüş bir ceylan öper gözyaşımdan

Kanamaya hazır gök

Önder Çolakoğlu’nun dizeleri, içten gelen bir çağrıyı andıran sarsıcı bir dokunuşla açılıyor: “Gelişin bir sese değseydi / Suyun ömrü ömrüme kelebek.” Bu iki dize, sesin dokusunu suyun süreyle kurduğu ince bağlantıya yaslıyor, sonra bunu kelebekle kavislendiren alışılmadık bir imge düzenine dönüştürüyor. Şair, sesin maddesiz doğasını suyun akışıyla buluştururken, yaşamı hafifleten, uçucu, kısacık duran o kelebek anını öne çıkarıyor… Okur, burada somutla soyut arasında gidip gelen bir alanda gezinmekte… Bu şiirsel tavrın ardında, Çolakoğlu’nun bütün yapıtına yayılmış sezgisel estetik yatmakta. Onun şiiri hep sınırları buğulandırmakta; varlığın sert köşelerini aşındıran, geçip gidenin bıraktığı sızıyla konuşan bir yaklaşım… Kimi şairler görüntüye yaslanarak ilerler, kimileri düşünceye; Çolakoğlu ise duyusal alanı, kırılganlıkla parlayan bir sezgiyle yoğuran bir tavır izliyor. Bu poetik anlam, izleyen dizede daha da keskinleşiyor: “Ürkütülmüş bir ceylan öper gözyaşımdan.” Buradaki ceylan imgesi, ürkekliğin en yalın, en incinmiş durumu… Fakat şair, bu ürkek yaratığı ağzında bir öpüşle buluşturduğunda alışılmış ilişki tersyüz olmakta ve korkunun yarattığı uzaklaşma yerine dokunuşun getirdiği yakınlık beliriyor. Gözyaşının öpülmesi, içte saklanan duygunun dışavurumu kadar, o duygunun teselli bulduğu anı da işaret ediyor. Son dize, şiirin duygu akışını bir kırılmayla genişletiyor: “Kanamaya hazır gök.” Bu söylem, göğün nabzı atıyormuşçasına bekleyen, taşmak üzere duran bir yoğunluğu taşıyor. Sanki atmosferde görünmez bir gerilim dolaşmakta ve şair, bunu sözcükle sızdırmakta… Gök, burada duygunun dışa vurulacağı, içsel yaralanmanın dış yüzeyde duyulacağı bir alan artık… Böylece dizeler, kişisel olanla evrensel olanı aynı çizgide buluşturan bir genişleme yaratıyor. Çolakoğlu’nun şiir anlayışı, imgeleri açıklama zorunluluğu duymadan birbirine bağlayan özgün bir yaklaşım taşımakta ve nesnel gerçeklik, onda değişip dönüşmekte, çoğu zaman sezgiyle ilerleyen bir iç akışın parçası olmakta…

Yorum yapın