Bükümlü zamanlarda | Feridun Andaç

Eylül 6, 2022

Bükümlü zamanlarda | Feridun Andaç

   “Kayıtsızlığımız arzularımızı öldürür. Aslında bugünü yaşamayı sevmek için felaket haberlerine gereksinme duymalıyız” – Marcel Proust

1./ Hangi Dil Tutsak Alır Bizi

Kavşaktayız. Gül Kurusu bakışlar netameli dil oyunları yaşatıyor.

Her biri nedensizleştirme barınağı üstelik.

Düşe ve söze gelen her şeyi yitirmeden yaşamak adına dili renklendiriyoruz.

Her şeyi, ama soluğumuzu diri tutan her şeyi iyicil zamanların burcuna taşımak için yeniden yaratımı seçiyoruz. Ve bundan dolayı da yazıyoruz birbirimize.(*)

Sıradanlaşmak, sığlık ötesi bir körlük yaşatıyor.

En dar zamanlarda bile kederli dili kuşanmak bin beter cefa yaşatmaz mı ruhumuzda?

Önümdeki kitabı okurken gözlerim bir şenlik ateşindeydi. Yanına birini daha koyunca, öfkem büyüdü!

Duyularımıza yaraşan neyse onu yapmalıydık, evet!

Yeryüzü bunca gama ve keder bulanmışken; bir yanda Aşka Övgü’yü  ötede ise Büyük Medeniyet Savaşı: Ortadoğu’nun Fethi’ni okuyordum. (1)

İkisinde de “öteki”ne bakma yolculuğuna çıkarıyordu bizi anlatıcıları.

Biri bireysel olan serüvenimizin içyolculuğundan, diğeri de toplumsal, hatta evrensel/dünyasal olan sorunların bir yerde/bölgedeki sanrılarından söz ediyordu.

Aşktaki karşılaşmalarla yaşadığımız toplumsal sanrılı zamanların karşılaşmalarının iç içeliği…her ikisi de “yeni bir dünya kurma” önerisini içeriyordu. Biri anlam değişmecelerini, diğeri tanıklıkları getiriyordu.

O içbükümler ağulu/alaysı bir dili oluşturur kendince. Biz zorlamayız.

Ben yalnızca zihnimin/düşüncelerimin “yazıcı”sı kesildim burada. Hiçbir “müdahale”m de olmadı.

Dilevi’ni denemede vardırmak istediğim yere adım adım yaklaşma “deneme”si bu.

2./ Sencileyin Sanrı

Barınaklarından Geçiyoruz

Göz geçirgendir, dil iletken.

Avuntu şarabı sıcak olmalı. Hadi buğula bizi. Safkan Arap atı dil cengi başlatır. İyisi mi yetinmeli , dumanaltı bakış elem getirir nasılsa. Bıçaklar fora. Başbar,hançer barı “tey…tey”le açılırken, şarhoş olmalı dadaş! Haço’nun hançeri parlar bu zamanlarda. Hadi gelin okuyalım onun dilindekini:

           Bülbülün kanadı sarı, ben ağlarım zarı zarı;

           Elimden aldılar yari, garip garip ötme bülbül.

           Benim derdim bana yeter, bir dahi sen katma bülbül.

           Bülbülün kanadı beyaz, gece uzun gündüz ayaz

           Al kalemi derdimi yaz, garip garip ötme bülbül

           Benim derdim bana yeter, bir dahi sen katma bülbül.

Koygunlaşan ne varsa senden bilirim be Adem, oğul oğula düşmeli de; suçu yok mu hiç Havva’nın.

Dürzüdil, kürdüdil, hicâz makamı.

Çıkıyoruz Atikali’ye, berduşlar seyranda.

Ah! Ağrıyan ne, kim bilir Gülbeyaz’ın memesindeki beni…Anlatmamıştı bana, namlı kabadayı Bacak Oktay başından geçen maceralarını. Ama dinlemiştim Arap Terzi’den bazılarını.

“Sim getir Cafer, gözlerim yanıyor; anam avradım olsun kepaze etti bizi pezevenk! Melahat’a haber ver, paradan önce can gerek bize…Şirazesi kaçtı bu işin de”

Öyle başlamıştı hikâye, bir sabahı da bulmuştu.

Ah! Göze rimel, cana od. Yangın yerinde şimdi dil.

Çekimserlik, çadırda beklemek kederim be Osman, seni Asya’dan saymazlar artık! Enver Paşa’nın bıyıkları burma, kime ne a çaresaz!

Geçit ver bana, gideyim demekle olmuyor sevda; ha memleket ha insan!

Ağrıyor  parmak uçlarım. Hadi gözlere mil.

Göz yangındadır, dil ağulu.

Bilirim size safa gerek. Hangi çadırda kalmıştı Kara Mustafa Paşa’nın gözleri? Geçelim bunları deme, yenilgi yenilgidir; ak kefen kime ne?

Figandır bu:

          Kerem et aklından çıkarma beni,

          ağla gözyaşını sil melul melul.

Ah sen! Ellerin tufeyli. Say bana şimdi Viyana’nın kapılarını. Tuna’dan beri gel. Gel ki, elemin gecesine ortak olalım.

Şunları yazmamış mıyıdım size, Le Corbisier’den şu alıntıyı yaparak: “Her zaman, gördüğünü söylemesi gerekir insanın, ve özellikle de her zaman –ki daha zor- gördüğünü görmesi.”

“Hadi bakalım (…), “gördüğünü görme”yi bize anlat biraz.

Ben, şimdilerde “içgörme” ile ilgiliyim; sizse oralara vardığınıza göre; Viyana’nın   dışgörme’lerine göz ucuyla da olsa bakıp geçiyorsunuzdur eminim!

Hoş geldiniz kentinize.

Bu biraz karşılama havasında oldu ama, madem ki birazdan da sıcak şarapla geceyi  karşılayacaksınız; benim de Novalis’ten Geceye Kasideler’ine dönmem en iyisi. Ve size yeni yazacaklarımın arasına şunu katacağım : “Gece Gecedir”. Yağmurunuza taşıyın beni;  size bakan gözlerimi, ellerimi bir de; kirpiklerinize dokunsun usul usul, dökülsün elemin ışığı oradan, yağsın duygu selintileri bir baştan bir başa Tuna’ya; ve Tuna’nın gözleri olsun size bakan gözlerim.

               Sevgilerimle.”

         (dildir gece, saklı mühür kapanan yaradır. örtülendir gece, 

         adsızlaştırandır gözlenen sözdür. ayrıksı bakıştır geceimkânsızın

         dilidir, hergümeç anılardan kalandır. gece gecedir sevgilim, yara    

        gibi taşırım gözlerimde; sestir gece, çığlıktır, çağıltıdır, kederdir,

       zamanın atlasıdır gece.)

Ben, gene de, Atikali berduşlarına seyir yapmayı hayın bulmam. Kaç akçedir memleket? diye soranlara yan bakan dilin bukağısını kaldırırlar aradan.

Geçiyoruz işte berduş, sokağından, pencerende bir göz atımlık bahar.

İlenenler bir arada, bilirim.

Söze durmuştu Aynalı Salih kapı önünde:

“Anam avradım olsun 12 santim be abi! Ülkenin kaderini değiştirir bu. Alsalar da gelir gerisi. Satıyorlar memleketi be  abisi. Yedirir miyiz veresiye avanta…kanser her yerde abi, baksana divanesi ettiler kul hakkı diye diye…Gelir gerisi, ur sarmışsa, kurtuluş yok!”

Ah! Gözlerim yanıyor Atikali’de.

Gidemem öteye, Viyana sizin olsun. Macar toprağının suyu çıktı nasılsa.

Düm teke düm tek…

Hadi aslanım bir ileri iki geri…Yağız atları kişnetiyor şair. Besarabya ovasında matara aramayın arkadaşlar, dil yâresi var Conkbayırı’nda. Goltz Paşa’nın çizmeleri cilalı, Liman Von Sanders gün sayıyor akçesinden.

Ah! Gidemem, Asya küsmüş bana. Orta’nın Doğusu’nda nerdeyiz de bilemem.

Ne diyordu Robert Fisk:

“Ortadoğu muhabiri olmak, bu tür ağır koşullara katlanmayı gerektiren, biraz sevimsiz bir iştir. İzlediğim askerler savaş alanını terk etmeye karar verdikleri takdirde, firar ettiği için vuruluyor, en azından divanı harbe çıkarılıyorlardı. Aralarında yaşadığım ve çalıştığmı siviller bombardıman altında kalmayı zorlanıyorlardı, aileleri top ateşi  ve hava saldırılarının altında yok olup gidiyordu. Parya ülkelerin vatandaşları olarak, hiçbir çıkış yolları yoktu onların. Fakat ben, gördüğüm dehşete dayanamayıp gitmek istedğimde çantamı toplayabilir ve elimde bir bardak şampanya ile, durmadan (birçok meşlektaşım gibi) öldürülmemiş olduğuma şükrederek , Birinci Mevki’deki evime dönebilirdim. Bu yüzden ne zaman birileri çıkıp savaşları izlemenin ‘travması’ hakkında psikolojik  gevezelikler yapsa, biz dolgun maaşlı kalem erbaplarının gördüklerimizle ‘başa çıkabilmemiz’ için  ‘danışma hizmeti’ almamız gerektiğini söylese uyuz oluyorum. Irak gazlarının, İran roketlerinin, Sırp milislerinin vahşetinin, İsrail’in 1982’deki acımasız Lübnan işgalinin, Amirika’nın 2003 işgali sırasında ölüm saçan bilgisayarlarının insafına terk edilen yoksul ve istiflenmiş kitlelere danışma hizmeti verecek kimse yok oysa.”

Onun tanıklıklarına kulak vermemek ne mümkün:

“İranlılar ABD’yi ‘dünya saldırganlığının merkezi’ olarak nitelerlerdi ve ben buna gülerdim, fakat sonradan bunun ne anlama gelidğini idrak etmeye başladım. Müttefiklerin 1918’de , babamın savaşının bitiminde kazandığı zaferin ardından, galipler eski düşmanlarının topraklarını böldüler. Sadece 17 ay zarfında Kuzey İrlanda, Yugoslavya ve Ortadoğu’nun büyük kısmının sınırlarını çizdiler. Ve ben bütün  kariyerimi (Belfast ve Saraybosna’da, beyrut ve Bağdat’ta) bu sınırlar içindeki insanları yanarken izlemekle geçirdim. Amerika Irak’ı, Saddam Hüseyin’in şu efsanevi ‘kitle imha silahları’ (ki bu silahlar uzun süre once imha edilmişti) için değil, Ortadoğu’nun haritasını değiştirmek, yani babamın kuşağının seksen yıldan fazla bir zaman önce yaptığını yapmak için işgal etti…” (2)

Ağrıyor ellerim, parmak uçlarımda yangın var.

Sen ki; gösterdin can’ı canan’a göstere sözleri bana a berduş; şimdi Zaloğlu kesildin! Divanyolu’nu hak yolu belledin. Kanatsız kuş olmuş dilin.

Yanıyor gözlerim. Okuduğum haber şaşırtmıyor artık beni:

“Japonya’nın Utsunomiya Üniversitesi’nden Prof. Shoel Sugita, kargaların bir yıl once gördükleri iki konteynerden hangisinde yiyecek olduğunu kapakların renginden hatırlayabilidğini ortaya çıkardı. Sugita’nın  denek olarak kullandığı 24 karganın tamamı, içinde yiyecek olan kırmızı ve yeşil kapaklı konteyneri bulmayı başardı. İçinde yiyecek ollmayan sarı ve mavi renkli kapaklı konteynere tek karga bile gitmedi.”

Şimdi söylemeli işte hep beraber:

             “Kerem et aklından çıkarma beni,

              ağla gözyaşını sil melul melul”  deyip de geçilecek zaman değil bilirim.

Sır vermez şimdi kargalar da belleklerinin neden bu kadar güçlü olduğuna dair.

Hadi, sil gene de sen gözyaşlarını.

Resim bu değil, kelâm edelim gelecek bahara dair.

Bir çeşme vardı Atikali’de. Her sabah suyu kesilirdi. Acem kuşağı bağlayan kız tez giderdi babaevinden. Çeşme de buna dair rivayetlerin kurbanı olmasın mı!

Gözlerim değişti, değişti ellerim.

Bükümlü yollar sapak. Can odunu getiren Gülbeyaz! Hadi, yazın ona da bir günâh: Elemtere fiş…Yâsin’i makamından okusan fayda etmez: Yâsin Vel Kur’ân-il hakim inneke leminel mürselîn Alâ sırâtın müstâkîm…

Düşkünlük başa belâ. Düş ötesi bi şey; düşük, düşüş, düşeş der dururdu Melahat.

Hadi, sana seyir a Cemal. Baksana, çarşılar yıkanıyor köpüklerle. Bölmüşler gene Tarlabaşı’nı ikiye, kızıl kıyamet her yan.

“Ülke bölünüyor, bu bi şey mi,” der gibisin!

Anlatmamış mıydı Edward Said ABD hegemonyasının kıran kırana bir savaşı neden yaygınlaştırdığını:

“Sırp yurttaşlarının elinde etnik temizliğe kurban giden Bosnalı Müslümanların yaşadığı da kesinlikle buydu. Fakat o olayda, David Rieff ve diğerlerinin den gösteridği gibi, Avrupalı güçler ya da ABD en korkunç suçlar işlenip sona erene dek Bosnalılar lehine hemen hiçbir şey yapmadı.” (3)

Şurası sana, bu bana; orası sana, burası bana.

“Banabana” diye ritim tutmuş repçi çocuklar:

“Kaygana, abana, bubana,” diye diye öğretiyoruz türkçeyi o-banaya!

“Hadi kes lân kelâmı; alırım paçanı berduş!”

Ah mataracı, dubaracı, yandırıcı; Atikali’de Hürriyet Bayramı var bu sabah! “Ulus-Devlet”in yasını kutsuyoruz!

Kederleme gözlerini öyle berduş, Asiye’nin de kurtuluş bayramı sahi bu sabah!

Gidelim dedim olmadı.

Ayazda köstekli saatle gezmek niye?

Burgaçlar hangi memleketin anaforunu taşır bilir misin a Adem? Bükümlü yollar aşk’ın nidasında var. Üzme beni. Kırpıştırma kirpiklerimi; ne kan var damlayacak ne de gözyaşı.

                  “Leylâ bir özge candır, kara gözlü ceylandır;

                   Doyulmaz hüsn ü andır, kanılmaz bir içim su;

                   Leylâ Leylâ ah Leylâ…

                   Dillerde söylenen o, yollarda gözlenen o;

                   Yürekten özlenen o, her gönülde o arzu;

                   Leylâ Leylâ ah Leylâ… 

                 Âşıklar levend olsa, sevdalar kemend olsa;

                  Birbirine bend olsa, ele geçmez o ahu;

                 Leylâ Leylâ ah Leylâ… 

Gözlerim eriyor sayfalarda. Bir çizik atalım diyor doktor. Kurtuluş habercisidir her sancı. Ruhum eriyor, kör olmaktan beter! Oysa ben, okuyorum “Zamane”den çocuklara birkaç satır:

“Geçmişte kendimize ve çevremize karşı bu kadar ikiyüzlüydük de şimdi içimiz dışımıza çıkmaya başlayınca mı kendimizi bu kadar yadırgar olduk?” (4)

Yetmezlenip veriyorum kendimi Jung’a:

“İçimden, yeraltında canlanan fantezileri anlayabilmek için onları olduğu gibi Kabul edip kendimi onlara teslim etmem gerektiğini biliyordum. Oysa, onlara karşı hem çok güçlü  bir direncim vardı, hem de belirgin bir korkum. Kontrolümü kaybedip onların kurbanı olmaktan korkuyordum.” (5)

Korku kurbandır, kurban da korkunun şahı!

Çatışmaya gerek yok, gidelim üzerine. Öyle demiyor muydu büyüklerimiz?

Jung da Freud’u böyle alt etmemiş miydi?

Ah sen! Gözleri sürmeli, maymun ettin bizi!

Evet, bir Melek ne kadar güzel olsa da etrafı dikeli kuyudur!

Öyle demezler, diyeceksin bilirim! Nidalı bir deyişle sesini sesimize katmak istersin:

                   Bir gülün çevresi dikendir hârdır,

                   Bülbül gül elinden ah ile zardır,

                  Ne de olsa kışın sonu bahardır,

                  Bu da gelir bu da geçer ağlama!

Aşk oyuna gelmez. Hele salaklık hiç kaldırmaz bunu.

Ne güzel anlatmıştı Lars Von Trier Melankoli’de sanrıyı. Bir Melek kadar güzeldi oysa Justine. Yerçekimsiz bir zamanın çocuğu olmak ne acı! Beden dik duramayınca, güzellik on para etmiyor Veysel’in deyimiyle: Güzelliğin on para etmez,

                Bu bendeki  aşk olmasa…

Evet, gen taşır, zaman öldürür.

Tamamlayalım öyleyse Proust’un sözünü:

                   “İnsan olduğumuzu ve ölümle her an yüz yüze

                  olduğumuzu bilmek yeterli olmalı bunu becermek için.”

                  Ağudan geçtim, gözlerim yanıyor.

                  Şimdi bana bir ölüm gerek be usta!

                   _____

                   (*) Bu metin yazılırken yapılan bir yazışmadan:

“…yazıyı okudum ancak algılayamadım bir türlü..

Bağlayamadım da sizin yazdıklarınıza..

Resimden mutlu sevecen bir insana benziyor bu kişi. Ama yazı garip geldi bana. Pek çözemedim anlamını, amacı nedir.. Alıntılar alıntılar..yordu beni ..Karanlık bir zihnin sesli konuşmaları gibi..Pek çözemediğimden yorum da yapamadım…”

“…çok haklısın. Göndermeleri olan, eleştirel dozu yüksek bir yazı. Kapalı çok. Metafor dedikleri gibi. Zihin karanlığı mı, sanrısı mı demeli. Bu kişiyle ilgili değil metin. Günümüz dünyasının/zamanının algısı, yaşananlar üzerine ağulu söyleyiş. Bunu kendi metnime bir yakıştırma gibi söylemiyorum; çünkü içöfke ile yazıldı. Şimdi, bir de buna bir giriş/girizgâh, daha açık bir metin yazmayı deniyorum. ‘Ne demek istiyor şimdi’ düşüncesinin yorumunu/anlamını biraz okura bırakıp, belki zorlayıp, onun da düşünmesini istedim sanki! Bir yanıyla bireysel sızımız, öte yanıyla da dünya ahvalini dert edinmenin sızısı…İç ve dış’ı aynı anda, aynı durumlarda, yaşamıyor muyuz? Her günümüz biraz daha tükenişe götürmüyor mu bizleri. Her gün yaşamımızın bir yanı farkında olmadan solmuyor mu?

Oysa bizler, didinip didişiyoruz. İlle de anlamamak için duvarlar örüyoruz. Bana ve bize görelik her şeyi tüketiyor. Başta doğa, sonra insan ruhu, ikili ilişkiler bu korku ve cenderenin içinde gün gün ölüyor. Ve bizler “iyi/mutlu/açık/anlaşılır” yaşadığımızı sanıyoruz!

Sürüleşme güdüsü çekip alıyor içine her birimizi. Şeyleşiyoruz sürekli… konuştuğumuz dil de başkalaşıyor.

Ne dersin?”

(Metni yazarken, bir yandan da, Oktay Rifat’ın, bazı dizeleri  ezberimde olan, “Mısır Dönüşü” şiiri ve tabii ki Ece Ayhan’ın Devlet ve Tabiat kitabındaki şiirlerinin sesinin bana eşlik ettiğini fark etmiştim…)

                        ________________

1-Aşka Övgü, Alain Badio-Nicolas Truong, Çev.: Orkun Türkay, 2011, Can Yay.,  81 s.; Büyük Medeniyet Savaşı: Ortadoğu’nun  Fethi, Robert Fisk, Çev.: Murat  Uyurkulak, 2011, İthaki Yay., 19-20 s., 933 s.

2- agy., s.21 

3-Medyada İslam: Gazeteciler ve Uzmanlar Dünyaya Bakışımızı Nasıl Belirliyor?                                                                 Edward W. Said, Çev.: Aysun Babacan, 2008, Metis Yay.,  254 s.

4- Zamane, Engin Geçtan, 2010, Metis Yay., s. 90

5-Anılar, Düşler Düşünceler, Carl Gustav Jung; Çev.: İris Kantemir, 2001, Can Yay., s.190-91

edebiyathaber.net (6 Eylül 2022)

Yorum yapın