
Otobiyografik izlek taşıyan Yürüyen Zaman’da Haydan Ünal, zaman zaman halk deyişlerinden, ağıtlardan ve türkülerden esintiler taşıyarak şiirini folklorik bir tona bandırsa da dilinin sade ancak yoğun olması nitelikli modern bir poetikanın güçlü anlam dokusunu yaratmasını da biliyor.
Böyle şiirler yazılmasın demeye mümkün kılmayan; katliamların, felaketlerin ve acıların yaşandığı, yaşandığı yetmiyormuş gibi her an yaşanacakmış gibi korku duyulan bir ülkede yaşıyorsanız şairliğiniz ne yana düşer? Şiir bu vahşetleri engellemiyorsa onun anlamını yeni bir etik ve estetik temel üzerinde yeniden inşa edilmesi gerektiğine inanmaktan başka…
Nedir, yeniden inşa edilecek şiir? Bu şiir, Auschwitz’den sonra artık eski şiir gibi olamazdı; Adorno’nun çağrısındaki yeni bir duyarlılık, yeni bir form ve yeni bir sorumluluk taşıyan şiir olacaktır, elbet bu. Bir yasaktan ve umutsuzluktan ziyade şen olmamayı anlatan bir şiirdir bu. Yeniden inşası için Madımak’taki o ateşin içinden çıkan ve yıkımdan sonra arta kalan çaresizliğe karşı belleği diri tutan, toplumsal vicdanı uyandıran, yitikliğe karşı direnç noktası olarak kendini yeniden konumlandıran bir şiirdir, bu…
Haydar Ünal da bu bilinçle üzerine oturduğu kültürle “Yürüyen Zaman([i])”da şiiri yeniden inşasında duvar örücülüğüne soyunur, alevlerden son anda sıyrılarak ellerindeki yanık izleriyle. O, Çorum, Maraş, Auschwitz, Dersim, Suruç gibi insanlık trajedisinin yaşandığı Sivas Madımak vahşetinden şans eseri kurtularak yaşama tutunmuş bir şairdir, çünkü.
Kitaba adını veren “Yürüyen Zaman” şiirdeki;
“İbrahim’e su taşıyan karınca
Bilir
Damlanın sudaki gerçeklik payını
Tarihin bulanık gölgelerinde
İrinle yakılan ateşe doğru
Madımak kadar
Sivas kadar
Bağışlanamaz acısına yürür”
dizeleri tarihte örneğine ender rastlanılan bu katliamı estetik bir kaygı gütmeksizin, çıplak bir gerçeklikle sunar önce. Sunar, çünkü ister ki şiir, bu acıyı estetize etmeden okurun doğruca toplumsal hafızasına taşısın, derin bir yara açsın. Şairin daha sonra “Nasıl kopayım bu yangından / İyi şeyler söylemekten / Nasıl vazgeçeyim” sorusu, sanatçının trajik gerçeklik karşısında suskun kalmak isteme haliyle bu açılan yarayı daha da kanatmaya çalışır. Suskunluk ikinci Madımak yangınıdır çünkü onun için, aslında herkes için. Bu, Adorno’nun sözüne bir karşı argüman sunar: evet, belki de iyi şeyler söylemek zordur, ancak asıl barbarlık, bu acılar karşısında tamamen sessiz kalmaktır. Ünal, yaşanan barbarlığa karşı sessiz kalmanın yanı sıra, bir sanatçının varoluşunun yaratıcılığının böyle bir acı karşısında utanması gerektiğini “Yere düşmüş şiirlerim / Gövdem / Ortalık yerde sessiz / Utanır oldum / Toprağın altındaki tohumdan/Ne anlatayım buğday tanelerine/Yağmur bir türlü gelmez/Bulutlar parçalar durur kendini” diye ifade eder. Ki haklı olmanın hakkıdır bu da… Bu derin utancın insani trajedinin boyutlarını anlamanın her sanatçıya getirdiği bir yükümlülüktür. Bireysel varoluşsal bir sorgulama da ihmal edilmez. “Güneşin toprakta bıraktığı/ İzleri aramaktan geliyorum/ Kuruyan zamanın damarlarından/ Sanki/ Koyu bir yanılgıyım/Neresindeyim hayatın” diye yapılan bu sorgulama aynı zamanda ihmal edilmeyecek bir sorgulamadır. Tarihsel acıların bireysel bilinç üzerindeki etkisi, “koyu bir yanılgı” dan ya da “eza ve cefa” dan öte değildir. “Aklımı / Hangi buğday tanesinin derinliğinde unuttum” ifadesinde şairin tüm kaygısı, akıl ve anlamın yitikliğini okura gösterme çabasından başka şey değildir. Boğazdaki düğümler, dile getirilemeyen, anlaşılamayan veya anlatılamayan acıların bir metaforudur. Bu noktada şiir, Adorno’nun dile getirdiği “Auschwitz’den sonra şiir yazmak barbarcadır” sözündeki ‘imkânsızlaşan’ bir dünyanın resmini çizer, bir anlamda. Ancak bu imkânsızlık, şiiri durdurmanın, sessizliğe bürünmenin aksine bu imkânsızlık içinde dahi anlam arayışını sürdürmeye devam eden bir şiirdir. “Bulutları kim öğütüyor böyle / Bu gündüz vakti / Canımdan kopara kopara getirdiğim / Yüzyıllarca / Dolup boşaldığım çoğalıp azaldığım” dizelerinde zamanın ve varoluşun döngüsel ve yıpratıcı doğası bu acıyı yaşayanlardan biri olan şairin içsel yolculuğunu; geçmişin ağırlığı altında ezilen, ancak yine de bir şekilde varlığını sürdürmeye çalışan bir bilincin izlerini taşır.
“Sabahını kaybetmiş yolculuklarda / Gözlerimin ucundan dökülüyor zaman / Kaybolmuş tapınaklar / Varacağı yeri bulamamış posta güvercini / Kervanlar gecikmiş / Hanlar yorulmuş beklemekten” derken kaybolmuşluğu, umutsuzluğu ve güzel günleri bekleyişin getirdiği yorgunluğu gözler önüne serer. Zaman yürüyen zamandır ne de olsa. Geçmişin anıtları olan tapınaklar kaybolmuş, iletişim ve beklentiler akamete uğramıştır. Bu durum, bir nevi medeniyetlerin çöküşüne ve insanlığın yolunu kaybetmesine yapılan bir göndermedir. “Aklımsa hâlâ firavunun ateşinde” ifadesi, tarihin acımasız ve yakıcı döngüsünün, bireysel bilinçte nasıl derin izler bıraktığını gösterir. Şair, “Küf kaplı sinemi karıştırdıkça / Buldum içimi yakan damlayı / Sığındım yaşamın gövdesine” diyerek, bu umutsuzluk içinde dahi yaşamın özüne sığınma, bir nebze olsun teselli bulma çabasını dile getirir. “Hangi tabloya çizilmişti ölümün rengi / Durdum bekledim / Tanrım / Neden anlamıyorlar” sorusu, şiirin en çarpıcı noktalarından biridir. Bu soru, sadece Adorno’nun sorguladığı gibi “Barbarlık” karşısında sanatın varoluşuna değil, aynı zamanda bu trajedileri yaşayan veya onlara tanık olan insanların hissettiği çaresizliğe ve anlaşılmama duygusuna da işaret eder. Ölümün rengini sorgulamak, onun dehşetini ve anlaşılmazlığını anlamaya çalışmaktır. “Neden anlamıyorlar” feryadı, hem bireysel hem de toplumsal bir ağıttır.
“Akmayan su telaş biriktirdi / Doyasıya öldü bir şair / Artık yok / İnsanın insandan süzülmüştü” dediğinde de kalubeladan bu yana insanlığın kendi içinde yıkımını ve yozlaşmasını yarattığını söyleyerek barbarlık eleştirisinin de tam da kalbine dokunur.
“Belleğin / Bulanık yerinden bakılan hayat / Unutmuş emeğin yükselen yalnızlığını / Onarılmaz yıkıntıların ardında / Eriyen anlamın zehirli yanlışlığı / Yenilmez sandığım güçlü cahillik / Eskiyen bir çölün kumları / Kapatmış elimi yüzümü” dizelerinde şair, artık şiirin vardığı trajik sonu özetler. Belleğin bulanıklığı, kolektif hafızanın zayıflığını, acıların unutulma tehlikesini vurgular. Modern dünyanın getirdiği yabancılaşmayı ve değer kaybını işaret ederken diğer yandan da güçlü cahilliğin yıkımın temelini oluşturduğunu göğsümüzün ortasına bir mızrak gibi saplar.
“Acem Güzeliyle Haziran Konuşmaları” başlıklı şiiri de Haydar Ünal’ın şiirsel deneyiminin bir toplamı gibidir.
“Rüzgârın getirdiği telaş var saçlarımda
Uzaklara hep uzaklara
Büyük vazgeçişleri ertelemiş
İki yanardağ
Gözlerin
Uzun sürmüş yenilgilerin
Tarihle olan hesabından geçiyor
Bense balıkçıların yanağından süzülen
Bir damla güneşin içine düşüyorum
Kendimi biriktirdiğim yanılgılara
Bu rüzgâr bu deniz bu yosun
Vurgun yemiş tarihime ne çok benziyor”
İçsel bir hesaplaşma, varoluşsal bir arayış, uzun sürmüş ve sürecek olan yenilgiler, geçmiş ve gelecekle yüzleşme bu deneyimin ilk belirtileridir. Elbette, “Balıkçıların yanağından süzülen bir damla güneşin içine düşme” metaforu, şairin küçük bir ışık huzmesine tutunma çabasıyla umut arayışını da gösterir. Ancak, “Kendimi biriktirdiğim yanılgılara/ Bu rüzgâr bu deniz bu yosun/ Vurgun yemiş tarihime ne çok benziyor” diyerek bu arayışın bile geçmişin ağırlığından ezildiğine dair bir çığlık atar. Şair, kendini biriktirdiği yanılgılarla ve yangınlarla yüzleşirken, doğanın her unsurunun kendi “Vurgun yemiş tarihine” bir ayna tuttuğunu fark etmemizi de ister. Bu tarih hepimizin tarihidir, insanlığın… Bu farkındalık, okurun da şair gibi geçmişle olan bağımızdan kopacağımızı vurgular. Amaç, kendi yangınlarımızı denizin tuzlu suyuyla terbiye ederek, acıyı bir bilgiye bir belleğe dönüştürmektir.
Sonuç olarak şiirler yüksek sesle okunduğunda insanın dimağına destansı ses yansımaları, aliterasyonlar ve asonanslar takılıyor. Bu durum biraz geçmişle hesaplaşmanın altını çizmek için sayıklama gibi dursa da bir çınlama olarak “k” ve “s” seslerinin ve bazı sözcüklerin tekrarı müzikaliteyi artırıyor. Her ne kadar Ünal’ın şiirlerinde toplumsal simgelerin karmaşası ve amorflaşma; anomi, şeyleşme gibi kavramlar şiirden kopma gibi bir tehlikenin çanları değildir. Bu olumsuzluk şairin acıyla yoğurduğu varlığını, bir direniş göstergesi olarak var ediyor. Otobiyografik izlek taşıyan Yürüyen Zaman’da Haydan Ünal, zaman zaman halk deyişlerinden, ağıtlardan ve türkülerden esintiler taşıyarak şiirini folklorik bir tona bandırsa da dilinin sade ancak yoğun olması nitelikli modern bir poetikanın güçlü anlam dokusunu yaratmasını da biliyor.
[i] Haydar Ünal, Yürüyen Zaman, Ürün Yayınları, 91 sayfa, 2025


















