Bizim tanrımız, “Başkalarının Tanrısı” olabilir mi? | Peyman Ünalsın Gökhan

Mayıs 30, 2022

Bizim tanrımız, “Başkalarının Tanrısı” olabilir mi? | Peyman Ünalsın Gökhan

“Sezgileri körelmiş insanlar, sadece kendi adımlarının derdinde, ulaşmak istedikleri hedefe gitme gayretiyle yanı başlarında olup biten onca şeyi görmeden, hiçbir şeyi görmeden, kör gibi, akılsız gibi, kötü gibi sadece kendilerini düşünerek, ilerliyorlar. Yoksa geriliyorlar mı?” (syf.154)

Artık sokağa çıkmak, insan içine karışmak için – hele ki büyük şehirde yaşıyorsan – zaruri değil de kendi rızanlaysa, durup birkaç defa düşünüyorsun.  Ya da en azından ben düşünüyorum. Çünkü etrafın, tıpkı Mine Söğüt’ün yukardaki paragrafta ifade ettiği gibi, “sadece kendi adımlarının derdinde, sezgileri körelmiş insanlarla” sarılmış vaziyette. Yere düşsen kimse elinden tutup kaldırmaz, aksine bedenini çiğneyerek yoluna devam eder. “İyilik” modası geçmiş palto gibi dolabın en ücra köşelerine atılmış, güvelerin sığınağı olmuş. Görmüyor, düşünmüyor, sorgulamıyoruz. İyilik yapmıyor, yaptığımız iyiliği dillendirip alkış almak istiyoruz. 

En çok da, kuytu bir köşeyi, bir bankı mesken edinmiş sokak insanlarını görmekten imtina ediyoruz. Kokularının burnumuza çarpmasından da, tenlerinin katranlı pisliğine değmekten de korkuyoruz. 

“Bizim bakacak bir saatimiz, gidecek bir işimiz, faturalarını ödemekle yükümlü olduğumuz bir evimiz, başlarına bir şey gelmesinden korktuğumuz bir ailemiz, inandığımız bir tanrımız yok mu gerçekten?

Yok.” (syf.10)

Kim bu insanlar? Neden sokaktalar? Ne zamandan beri sokaktalar? Hiç evleri, arabaları, çocukları, işleri oldu mu? 

Mine Söğüt, Can Yayınları’ndan çıkan Başkalarının Tanrısı isimli son romanı ile bizi ensemizden tutup sokağa çıkarıyor. Taksim Meydanı’na, Kadıköy İskele’ye, Sultanahmet’e götürüp gözümüzü açık tutmaya zorluyor. Sonra alıp bir aynanın karşısına oturtuyor ve kendimizle yüzleştiriyor. 

Görmezlikten, duymazlıktan geldiğimiz, hikâyelerini bilmediğimiz, yaşamla ölüm arasındaki o ince çizginin üzerinde dengede durmaya çalışan insanların hayat mücadelelerinin, yılgınlıklarının izleğinde sert bir darbeye maruz kalıyoruz. 

Anlatıcı kahramanımız bir zamanlar evi, işi, karısı, çocuğu, arabası olan Musa, şair Musa. Bir sabah işe gideceği saatte uyanıyor, karısını, çocuğunu, evini, işini, arabasını bırakıp sokaklara karışıyor. Musa, bir yazarın empati yeteneğinden en üst seviyede faydalandığına okurunu çoktan ikna etmiş Mine Söğüt’ten başkası değil. Kendi öz kimliğinden arınıp sokaklara karışıyor ve bizi meselesinin kaynağına götürüyor. 

Ne geçmişi ne geleceği, sadece şimdiyi yaşayan karakterleri kanlı canlı karşımızda oturuyor. O kadar muntazam hatlara sahipler ki, tahayyül etmekte hiç zorlanmıyoruz. Efsun Abla’yı tekerlekli sandalyesinde otururken buluyoruz. Dizlerinden aşağısı boşlukta sallanıyor. Aşkı uğruna bacaklarından vazgeçmiş. Kemikleri sayılacak kadar zayıf. Musa’yı efsunluyor. Fiziksel güzelliği çürüten, içsele odaklandıran bir karakter Efsun Abla.

Hülya on yaşından beri sokaklarda. Uyuşturucunun yarenliğiyle tutunuyor hayata. Her gece başka yatakta bitiyor, her sabah başka kollarda uyanıyor. Uyuşturmasa kendini, aynı yatağı paylaştığı farklı adamlara nasıl güvenecek ki! 

Aralarında en çok Adnan Abi katıksız şimdiyi yaşıyor. Belleği geçmişi silmeyi istemiş. Sokağa nasıl düştüğü, ne iş yaptığı, her şey muamma. Elleri açık verebilir. Toprak mı çapalamış, kalem mi tutmuş, birilerine patronluk mu yapmış, Efsun Abla, Musa ve Hülya çözmeye çalışıyorlar. 

Ve aralarına bir kız bebek katılıyor. Matruşka koyuyorlar adını. Çöpe bırakılan bu kız bebekten aynı kaderi paylaşan başka bebek doğacak belki. Ondan da başka bir tane. Ve ondan da bir başkası. Matruşka. Geleceği sisli puslu Matruşka’nın. En azından bir kimlik kazansın diye Hülya’nın nüfusuna kaydettiriyorlar. 

Matruşka bana, katlanarak çoğalan kimliksizliğimizin sembolü gibi de geldi. Hep başka birine benzemeye çalışan, öz benliğinden vazgeçip dikte edilenlerle kopya hayatlar yaşamayı seçen insanları getirdi aklıma.  

Tüm roman boyunca izlekten kopmadan nesnelerin birliği ile bütünsellik içinde kalıyoruz. Fazlalığını hissettiğimiz bir cümle bile yok. Akıcı ve melodik dilinde hoyrat bir yan sezinleniyor. Sokağa karşı savunmasızların sokaktan gelebilecek tehlikelere kalkanı sanki bu dil. İroniyle de harmanlayınca kimi zaman rahim, kimi zaman mezar olan kahvelerini başlarına yıkan dünyaya kafa tutuyorlar. 

“Kimin kim olduğuna önem veren bu dünyanın kimseye önem vermemesi üzerine düşünmeye başladığımız anda her şeyin altüst olacağını bildiğimizden olsa gerek, hiçbirimiz gerçekten kim olduğumuzun peşine düşmüyoruz. Sadece hayalî bir tanrının kulu olduğunu sanmak yetiyor insana.” (syf.17)

Ancak bu şekilde talihsizliklerini sindirebiliyorlar. Yetinebiliyorlar. Nedeni deşerlerse altından çıkacak kayayla ezilmekten korkuyorlar. Belki de Sisifos gibi kayayı omuzlayıp absürdün peşine düşmekten kaçınıyorlar. 

Hatırlamak isteseler de istemeseler de hepsinin bir hikâyesi var. Yele tutulup aidiyetsizliğe savruluyorlar. Kendi gibilerini bulunca da birbirlerine sarılıyorlar. Birlikte olmanın gücünü duyumsuyorlar. Horlanmadan, dışlanmadan aidiyet duygusunu tadıyorlar. Yaşam alanları sokaklar olsa da mekânlara bağlılıkları yadsınamaz. Tahta masa başında uyukladıkları kahvenin kentsel dönüşüme girdiğini ve yıkılacağını öğrenince kendilerine başka yer arıyorlar. 

Metin, zaman kavramını yitirmiş, sadece çalışmakla yükümlü insanlara şehirlerden bulaşan mutsuzluğu irdeliyor. Anlam yüklenmemiş ânlar geçip gider. Bizler üzerimize yapışmış mutsuzlukla arkasından bakakalırız. Şehirleri kuran emekçilerin eziyet gördüğü topraklarda mutsuzluk bulaşıcıdır. Toprak ah almıştır. 

“Şu üzerine sırtüstü uzandığımız koca koca taşlar var ya,” diyor Efsun Abla, “hep köleler taşımış bunları buraya. Bütün eski şehirlerin surlarını köleler yapmış. Sırtlarında kırbaç izleri, ayak tabanlarında, ellerinde yaralar. At gibi vururlarmış sakatlanan köleleri. Kölelerin kalbi inşa ettikleri şehre hep derin bir nefretle dolarmış. O yüzden bu dünyada mutlu şehir yoktur Musa.” (syf.35)

Metnin bazı bölümlerinde düşle gerçek arasında asılı kalıyoruz. Düş mü? Gerçek mi? Kimin düşü? Kimin gerçeği? Kim düş? Kim gerçek? Alnının ortasındaki delikle yaşamaya ant içmiş komiser Efsun Abla’nın hayaletlerinden biri mi? Sağaltamadığı gerçekliğinin sureti mi? Belki o da Adnan Abi gibi geçmişinin üzerini bir beyaz bantla kapatmalıydı. Aklını korumak, şehrin uğultusuna karışan şiiri duymak için lâzım olan şey belki tam da buydu.

“Kutsal kelimelerdir şiir! At elinden o kâğıdı kalemi, hiçbirini yazma, hep mırıldan. Hepsini kaybet, unut gitsin. Fark etmez. Bir kez ağzından çıkmaları hatta sadece aklından geçmeleri bile yeter. Bırak yazma istersen. Onlar ruhundan çıkar, havaya karışırlar, yele tutunurlar, denize düşerler, toza bulanırlar. Sonra da muhakkak biri bulur onları, duyar bir şekil. Bak şu koca şehrin uğultusuna. Sadece arabalar, insanlar, fabrikalar, hayvan sesleri değildir bu devasa uğultuyu yaratan. Şiir vardır o uğultunun içinde. Şiir!” (syf.20) 

Her gün aynı saatte kalkıp, giyinip, sokağın kalabalığına karışan, evinden çok iş yerinde zaman geçiren, ailesinden çok iş arkadaşlarını gören, uzaktan kumandalı bir robot gibi metalik kuru bir hayat yaşayan, boşa akıttığı zamana yanamadan kaçırmamaya çalıştığı zamanı kovalayan şehir insanları olarak bizler çevremizde olan biteni fark etmekten kaçınıyoruz. Gördüklerimizin etkisinde kalabileceğimiz şüphesi bizi ürkütüyor. Bizden olmayanı dışlıyoruz. Görmeye, anlamaya çalışmıyoruz. Ve bazen sırf kendi mutluluğumuz için başkasının mutluluğunu heba etmiyor muyuz?

“Hepimiz sistem dışına çıkarsak hayatta kalamayız sanıyoruz. 

Biz hepimiz iyi kötü bir tanrıya inanıyoruz. O tanrının bizim değil, başkalarının tanrısı olabileceği fikrini her yıkımda, her felakette, her yüzleşmede hızlıca zihnimizden kovuyoruz.” (syf.156) 

Çünkü aslında mekanik yaşamlarımıza karşı bizi dirayetli kılan yegâne dayanak inancımız. İnancımızı yitirdiğimizde kara bir deliğe sürüklenme endişesi bizi korkutuyor.   

Kaynak: BAŞKALARININ TANRISI, Mine Söğüt, Can Yayınları, 2022, 157 s. 

edebiyathaber.net (30 Mayıs 2022)

Yorum yapın