Bir yüzleşme atölyesi: Orada Bir Yerde | Arzu Eylem

Nisan 17, 2018

Bir yüzleşme atölyesi: Orada Bir Yerde | Arzu Eylem

“Hiçbir düşünce veya görüntü konusunda kendimizden ödün vererek onları mantıklı bir açıklamaya itmedik. Mantıksızlığa doğru tüm kapıları açmak ve hiçbir açıklama yapmadan o görüntülerin şaşırtıcılık düzeylerini korumak zorundaydık.”

Gerçeküstücülük Bildirgesi’nin de özeti bu sözleri Luis Bunuel, 1928 yılında Dali’yle çektiği Bir Endülüs Köpeği filminin ardından söyler. 

Birbiriyle bağlantısız sahneler ve zamanda sıçramalarla, anlamsızlık üstünden anlamını kuran deneysel yapıt Bir Endülüs Köpeği. Filmde anlam hem her şeye hem de hiçbir şeye açılıyor, çokluğa dönüşüyor… Aynı bir öyküdeki gibi. İnsan zihninin tanımlama isteğini harekete geçiriyor, anlamlandırma çabası düşünme eylemini doğuruyor. Diyor ki, düşünmek tek başına bir iş aslında.

Gerçeküstücülük resimde, sinemada olduğu gibi edebiyatta da etkisini gösterir yirminci yüzyılda. Elbette sanattan beklenen kişiden kişiye değişebilir. Ama günümüz edebiyatını evrensele taşıyanın, metne güç verenin okuru etkin kılmak olduğunu yadsıyamayız. Yirminci yüzyılda okura pay bırakmak isteyen yazarlar nedensellikle bağını koparır. Öyküde atmosfer önem kazanır. Tıpkı yaşamdaki gibi gözle görülemeyen, yalnızca sezilen atmosferi sözcüklerle kurar. Sözcükler sese, görüntüye, zamana ve mekâna dönüşür.

Sözü, Bir Endülüs Köpeği filmiyle açtım. Çünkü Engin Türkgeldi’nin matbu ilk kitabı Orada Bir Yerde’de karşımıza çıkar Endülüs Köpeği. Ulumasıyla ölümü haber veren, öyküye tesadüfen girmiş olamaz. Filmdeki bağlantısız parçaları, gerçeküstü atmosferi, lanetlenmişliği, kurban etmeyi çağırıyor. Kitaptaki öyküler birbirleriyle gizli bir bağ taşıyorsa da yan yana koyduğumuzda bildiğimiz anlamda bütün de oluşturmuyor. Pek çok anlama aynı anda açılıyor, birden fazla şeyi sezdiriyor. Sözcükler laneti duyuruyor. Lanet atmosfere yapışıyor. Herkes herkesin kurbanı oluyor.

Fantastik dense de kitap gerçeküstülüğünü daha çok mitik olmasından alıyor. Çünkü öyküler gerçeğin yüreğine iniyor. Mitsel anlatı gösterme, görünür kılma niyetine dönüşüyor.

Engin Türkgeldi meselenin odağına insan yerleştirmiş. İnsanın yapıp ettiği her şey özne oluşu imkânsız kılarken, doğayı, yaşamı da mahvediyor. Tepeler, ağaçlıklı yerler, hayvanlar varsa da aslında uçsuz bucaksız bir çöl imgesi sarıyor öyküleri. Betimlemeler olumsuz hatta ürkünç. Tarihi bütünlemek için zamanı mekânı paramparça ediyor, değişmeyen, oluşu reddeden insanda kilitliyor yazar. Günümüz meselelerine başka bir yerden bakıyor. İnsanın tekrarlı vahşi tarihinden… Zaman mefhumunu saklayıp, mekânını öykünün gerektirdiği şekilde kuruyor. Metnin içine yerleştirdiği bazı sabitler var. Saat Kulesi, Kuzey Savaşı, salgın hastalık, Kitabe, Endülüs Köpeği… Yer yer anlatıcılar birbirine karışıyor, benziyor. Ama zaman ilerliyor mu, öykü zamanları eşit mi, bilmiyoruz. Bazı öykülerde anlatıcının kim olduğu ayırtına bile varamıyoruz, öykü anlatıcının kendisine dönüşüyor.

Öyküler uzakta bir yerde, Orada Bir Yerde kurulmuş. Yazının girişine, Bunuel’in söylemine dönersek mantıksız olaylara rastlıyoruz Orada. Akıl tutulmasını aklın henüz çok da önemli olmadığı bir zamandan izliyoruz. İnsanın sıfatı halini çıplak seyrediyoruz. Gördüğümüz köleliğine razı gelenler, peygamber arayanlar, durduk yere peygamber olanlar, çapsız hükümdarlar, kendini yücede hissetmek için cüceye ihtiyaç duyanlar, ölümlerden ölüm beğenen yamyamlar… Gizli soru şu: Çok uzakta mı Orası, buraya benziyor mu?

“Saat kulesi kasabanın kalbine saplanmış bir hançerdi.” 

Zaman çivilenmiş durumda. Akmıyor sanki. Gündüzün, gecenin, geçmişin ya da geleceğin bir önemi yok. Başka türlüsünü düşünmenin ipucu da yok. Var olanın gölgesinde hareket eden, varlık sebebinden bihaber insanlar var. Zaman insanlar gibi donuk, edilgen.

Büyük Kuzey Savaşı’nın sürdüğü 18. yüzyıla göndermeler var öykülerde. Kuzey Avrupa’yı yeniden şekillendiren savaş olup bitenlerin sebebi gibi ama ayrıntılara girmiyor yazar. Savaşı tasvir etmiyor. Atmosfere yerleştiriyor onu. Savaş ne kadar mantıksızsa, anlatılanlar da bir o kadar anlamsız ve mitsel geliyor okura bu yüzden.

“Saat Kulesinin Gölgesinde” atmosferi kuran öykü diyebiliriz. Her şeyi bilen anlatıcıyla başlıyor, sonunda biz anlatıcıya dönüyor. Çünkü geriye “biz anlatıcı” dediğimiz tanıklar kalıyor. Tanıklar, askere alınmadığı için geriye kalanlar, soyu sürdürecek olan kötürümler, çolaklar, körler ve topallar…

“Mükemmel Bir Gülüş” köleliği kabullenmiş ben anlatıcıyla aktarılır. Seçilmediği için içlenen kölenin başından geçenler iktidarın, gücün ve eşitsizliğin alegorisine dönüşür. Efendi, güzel gülüşünü kölelerine borçludur. Köleler direnmektense acıyı hafifletmeye odaklıdır. “Direnmek sadece acıyı artırır,” der bir köle diğerine. Kekikle acıyı hafifletmeyi düşünebilir ancak.

“Peygamber” öyküsü münzeviliği seçen bir adamın yalnızlıkla sınandığı zamanda gerçek mi hayal mi bilemediği “O” ile, bir bakıma kelam ile karşılaşmasını, küçük doğal hayatından kopuşunu anlatır. Yazar, peygambere ihtiyaç duyulduğunu, parçalanmış kurguda bir yere yerleştirirken, diğer öykülerle bağını kurmayı okuruna bırakır. Başta da belirttiğim gibi bütünlük arayışı yersiz de olabilir. Ama öyküler arasında gizli bir bağ olduğunu sezdiğimiz için ısrarla bütünü aramaya çalışırız. Çünkü öyküdeki “O” başka öykülerde de gölge metaforuyla görülmeye devam eder.

“Cüce” öyküsüyse ailenin çirkin ördeği bile olamayan istenmeyen evladın satılmasını konu edinir. Ötekileştirme, eksikliğin altının çizilmesi kulluğa gider. Gücün zayıflığa, yüceliğin cüceliğe ihtiyaç duyuşu… Cüce şöyle der hükümdara kızacağını bilmeden:“Dünyam herkesinkinden daha büyük.” Kendisine cüceliği hatırlatılınca da yersizyurtsuzluğundan söz eder.

Öyküler uçlarda dolaşır. Bu uçlar günümüz yaşamına ilişkin çok şey söyler. “İyi Kalpli Yolcu” yalanlar söyleyerek, iyi biriymiş gibi yaparak hastalığını yaymak için köy köy dolaşan bir yolcuyu ve onu ağırlayan köylüleri anlatır. Ölümle karışlaşmak istediği söylenen yolcunun, kurtulan tek kişi olması nedeniyle kendi ölümünü aradığını sanırız. Oysa o ölümün kendisini çağırmakta, kaybettiklerinin acısını yaşayanlardan çıkarmaktadır. Kötülük salgın hastalık gibi yayılmaktadır.

“Yemek” bir insanın ölümünün diğer insanları neden ilgilendireceği üzerine iyice absürtleşen bir öykü. “Uzaktaki” sanki peygamber öyküsünün devamı gibi. Anlatıcı sanki iyi kalpli yolcuyla karşılaşır. “Sen de gebereceksin!” diye bağırır kâbusunda yolcu ona. Peygamber saydığımız münzevi ceset kokusunu mutlulukla içine çeker.

Okuru ters köşe eden, çarpan, şaşırtan, iğrendiren öykü sonları yine Dali ve Bunuel’in filmini çağırır. Tiksindirme, uçlaştırma, aklın almayacağı şeyleri tarihin rahatlıkla içine alabileceğini fısıldar, tarihi zamandan koparıp bugüne taşır, insana dair düşünmek için yeni kapılar açar. Eğer Türkgeldi, bugünü bugünden kursaydı, dini, savaşı, felaketi ve insanın insana ettiklerini daha çarpıcı anlatamazdı. Anlamın peşinde olsaydı, fani yaşamı abartan insan saçmasını bu denli görünür kılamazdı. Bu yüzden yazar, doğanın içinde ama bir o kadar ona uzak insanlığı olumlamak için tek bir cümle kurmuyor.

Dolayısıyla gerçeküstüyü kuran mitler işaret ettikleriyle yeterince gerçek oluyor. Aklın almadığını gerçek saymayan insanlığa, ister kabul et ister etme, gerçeğin bir de bu yüzü var, senin tarihin böyle, diyor. Öyküleri oluşturan her kelimeyi yan yana koyduğumuzda büyük harflerle LANET’i okuyoruz ve onu dışarıda değil içimizde arıyoruz.

“’Soyumuz mu kurusun istiyorsun? Tükensin mi kasaba tümden?’Bu lafın üzerine susardı herkes. Çölden gelen sıcak rüzgâr tenlerini yakardı…”

Soyumuz böyle sürsün mü? Çölde çiçek arayalım mı? Kötülüğe kalmış dünyayı anlatmak umutsuzluk mu, yoksa bizi yolumuzdan döndürmek için mi? Sömürünün alegorik anlatımı bizi kapitalizmin de ötesine taşımıyor mu? İnsanın tarihi biat tarihi değil mi?

Engin Türkgeldi’nin güçlü ama gücünü sadece edebiliğinden değil, ne istediğini bilen söyleminden alan öyküleri son zamanlarda sevdiğim bir tanıma oturuyor: Yüzleşme atölyesi… Evet, sanırım dili sağlam, yalın ama katmanlı öyküleri bu tasvir çok iyi anlatıyor. Kimsenin kimseye dost olmadığı tozu dumana karışmış, herkesin bir kez birinin öldürme hakkının Kitabe’ye yazıldığı dünyayla bir kez daha yüzleşmek isteyenlere…

Arzu Eylem – edebiyathaber.net (17 Nisan 2018)

Yorum yapın