Beril Bozdoğan: “Blöf’te terk edilme hikayesi anlatıyorum”

Kasım 18, 2023

Beril Bozdoğan: “Blöf’te terk edilme hikayesi anlatıyorum”

Söyleşi: Serkan Parlak

Beril Bozdoğan ile Kara Karga Yayınları etiketiyle okurla buluşan ilk romanı “Blöf” hakkında konuştuk.

Beril Hanım, romanınız “Blöf” geçtiğimiz aylarda Kara Karga Yayınları etiketiyle okurla buluştu. Kurmaca türlerle olan ilişkiniz, yazma serüveniniz ve ilk kitabınızın ortaya çıkış sürecini sizden dinleyelim.

Kurmaca ile tanışmam annem sayesinde oldu. Okumayı ilk söktüğüm zamanlar, Serhat Kitap Yayınlarına ait Çocuk Klasikleri Dizisinden kitaplar alırdı bana. Arı Maya, ilk okuduğum kitaptı. Blöf’te de kendimden bırakmak istediğim iz olarak bu anıma değindim. Annem her ay bana bu seriden iki kitap alırdı; dilersem bir aya yayarak okuyabilirdim, dilersem birkaç gün içinde bitirebilirdim. Hızlıca bitirsem bile yeni alınacak kitaplar için o ayın bitmesini beklemek zorundaydım. Defalarca aynı kitabı dönüp okuduğum olurdu. Annem bir taşla iki kuş vurdu; kitap tedarik sürecini bir beklentiye, bir koleksiyon oluşturma çabasına dönüştürerek bana hem okumayı hem de kitaplara değer vermeyi aşılamış oldu. İlk kurmacamı 11 yaşımda, kaybolup bir çıkmaz sokakta mahsur kalan kızıl saçlı bir kız çocuğu hakkında yazdığım bir metinle denedim. Hayat tecrübemin ve okuma serüvenimin çok başında olduğumu fark etmiş miydim bilmiyorum ama uzun yıllar kurmaca yazmaya yeniden kalkışmadım. Fakat günlük tutmaktan hiç vazgeçmedim. Kütüphanemin bir rafı bu günlüklerle dolu. Aralarda yazdıklarımdan utanıp tamamını yırttığım günlüklerim de oldu tabii. Yazmak benim için terapiste gitmek, hayata isyan etmek, hayatı anlamlandırmaya çalışmak ve hayatla baş etmek demek. Anlayamadığım her şeyi yazdım. Bir bağlantı yakalarım, bir sebep görürüm, bir sonuca varırım diye yazdıklarımı döndüm döndüm okudum.

Pandemi döneminde geldiğimizde, virüsün doğası ve getirdiği kayıplar gereği çok hüzünlü bir dönem olmakla birlikte, zaman genişlemesi gibi bir olaydı; sanki hepimiz için bir anda bolca vakit doğdu. O dönemde ailevi ilişkiler üzerine çok kafa yoruyor, bolca çocuk psikolojisi ve psikanaliz kitapları okuyordum. İkili ilişkiler üzerine bir kurmaca yazmaya karar verdim. Durağan, hafif bir kurguyla, ağır bir ilişki sorgulaması kaleme almaya başladım. Özellikle aşk ve dostluk ilişkileri üzerinden bu sorgulamayı yapmak cazip geldi. Böylece Blöf ortaya çıktı.

Her ne kadar okuma ve yazma deneyimleri, işçilik ve gözlem gücü önemli olsa da romanınıza başlarken ilham kaynaklarınız neler oldu? Bu soruyla ilişkili olarak şunu da sormak isterim, romanınızın ilk taslağınızı nasıl oluşturdunuz?

Romanımın çıkış noktası tanıdığım birinin bana yıllar öncesinde kurduğu bir cümleden geliyor. “Ben aklımdaki sevgilimle mutluyum.” Cümle buydu. Bu tek cümlenin içerdiği yalnızlık ve bende uyandırdığı merak yıllarca aklımdan çıkmadı. Bahsettiğim süre aşağı yukarı on beş yıl. Mademki ikili ilişkileri irdelemek istiyordum ve elimde böyle bir mesele vardı, o halde “O akıldaki sevgili geri dönseydi ne olurdu?” sorusunu takip edecektim. “Boşanıyorum” aklıma gelen ilk cümle idi. Romanım, bu cümle ile başlıyor.

Blöf, yayınlanan ilk romanım fakat kurguladığım ikinci romanım. O kurgumun iskeleti ve diyalogları henüz içermeyen ilk taslağı ise şu an bilgisayarımda hazırda; yalnızca benim o dünyaya fikren ve zihnen dalarak kendisini yazmamı bekliyor. Doğru denebilir mi bilemiyorum fakat yaygın yazma sürecinin de bu şekilde işlediğini biliyorum. Blöf’te ise yazmaya başladığımda elimde yalnızca merak ettiğim bir mesele ve “boşanıyorum” cümlesi vardı. Karakterler, akış, zaman, mekân, kurgu, iskelet… Hiçbiri yoktu. Tam bir acemilik eseri diyebilirim bu sebeple. Yazarken, ben de aynı zamanda bir okur olarak pozisyonlanarak bu akış nereye gidecek, izlemek istedim. Bütün gün evde tam zamanlı kapalı kalmış çocuklarımı eylemek için çeşit çeşit aktiviteyle meşgul olurken, aklım hep karakterlerimde ve o gece çocuklarım uyuduğunda ne yazacağımdaydı. Her gece, bir sonraki gün için bir giriş cümlesi bırakıyordum, böylece hiç tıkanma yaşamadan romanı tamamlamayı başardım. Tabii ki bittikten sonraki demlenme süreci ve mantık hataları olup olmadığına dair kontroller sonrası yayınlanması için harekete geçme cesareti kazandım.

Elinizdeki malzemeyi kurgu için yeniden üretip dönüştürürken nasıl bir süreç işliyor; mekânlar, atmosfer, diyaloglar ve özellikle roman kişileri söz konusu olduğunda.

Çoğunlukla gerçeklerden yola çıkarak duyguyu yakalamaya çalışıyorum. Benzer durumlarda ben nasıl davranırdım? Nasıl davranmayı doğru bulurdum? Duygular devreye girdiğinde teoride mantığın ürettiği tutum pratikte neye dönüşürdü? Bana nasıl davranılsın isterdim? Bana nasıl davranıldığında rahatsızlık hissederdim? Sonuçta sahip olduğum en büyük malzeme zihnimin biriktirdikleri -tecrübelerim ve duygularım-, insan doğasına yönelik gözlemlerim, edebiyatın bize sunduğu yüzyıllardır üretilmiş eserlerden henüz okuyabildiklerim ve bu edebi birikimden bugüne kadar naçizane öğrenebildiklerim… Olaylar kurgu olsa da bütünün gerçekçi olmasına hizmet eden karakterleri ve diyalogları, insan doğasını irdeleyerek yaratmaya çalışıyorum. Hiçbir karakterimin kusursuz olmamasına gayret etmek, hepsinin kendisine ait büyüklü küçüklü hatalara sahip olmasına ve yeri geldikçe bu hataların sonuçlarının sorumluluğunu kabullenecek cesarette olmalarına -veya olmamalarına- özen göstermek, karakter yaratma sürecimde dikkatli davrandığım alanlar. Blöfteki mekânların ise çoğu gerçekte daha önce bulunduğum veya düzenli vakit geçirdiğim yerlerin çarpıtılmış halleri. Tanıdığım mekânları kullanmak bende yazma sürecinde kendimi ait hissetme ve güvende olma duygusu yarattığından, odağımın kurgumda kalmasına yardım ediyor.

Aşk, özlem, takıntılar, intikam ve merhamet gibi izlekleri romanınızın merkez karakterinin gelgitleri ve duyguları eşliğinde görünür kılma çabanız dikkat çekiyor. Odaklandığınız temalardan hareketle özellikle roman türünü seçmenizin nedeni nedir?

Bir terk edilişi takip eden bir süreci işliyorum Blöf’te. Sancılı, dramatik, melankolik ve uzun bir süreci… İyileşmeyi mümkün kılmak istediğim bir noktadan başlıyoruz. İyileşmenin ise bir anda olmadığını, gerçek hayattaki gibi “iyileştim” zannederken yeniden çöküntüye geçilen örüntüyü göstermek istedim. Bazen başlanılan yere dönüldüğünü, aylarca sürmüş çabalamaların boşa gittiğinin sanıldığını -hatta bazen gerçekten boşa gittiğini-, bir iyileşme çabasına tanık olunduğunda gereken sabrı, alınan yaraları… Bazen iki adım ileri-bir adım geri, bazense bir adım ileri-iki adım geri… Mucize kavramını boşa çıkarmak istedim belki, çabanın ve farkındalığın önemine vurgu yapmak istedim. Bu kadar durağan ve tökezlemeli bir sürece uygun olabilecek tür romandı, nitekim Blöf de anlatmak istediğime roman haliyle ulaştı.  

Beril Hanım sizce romanda, öyküde, şiirde döneme göre bazı konular, izlekler ön plana çıkıyor mu, son dönemde ilişkiler, kadınlık ve erkeklik durumları, aile ve yabancılaşma mesela, sizin de bu anlamda zamanın ruhundan etkilendiğinizi söyleyebilir miyiz?

Çok hızlı bir çağda yaşıyoruz, bu bir gerçek. Üretim hızlı, tüketim hızlı, iletişim hızlı, ilişkiler hızlı, özellikle metropollerde yaşam hızlı. Aynı zamanda tüm kültürler hatta tüm insanlar birbirlerine görünür kılındı. Çocukken yemek yemediğimizde Somali’deki aç çocuklardan bahsedilerek büyütülmüş bir nesilden geliyorum ben. Doğru olduğunu savunmamakla birlikte, kendimizden daha düşük fırsatlara sahip ve daha zor şartlarda büyüyen kişilerden bahsedilerek empati yapmayı öğretmeye çalıştıkları bir dönemden geçtik ve bu bile çok hızlı geride kaldı. Artık daha azına değil daha çoğuna sahip olanlara bakıyor, onları görüyor ve beklentilerimizi sınırsızca zorluyoruz. Olmak kadar, sahip olmak da önemli hale geliyor. Hep daha iyinin, hatta en iyinin arayışındayız; bu günümüz ilişkilerinde de böyle. Yalnızca aşk ilişkilerinden bahsetmiyorum. Aile içi ilişkilerimizde de en iyiyi bulma çabasındayız. Özellikle bir üst neslimizle bir alt neslimiz arasında bambaşka iki dil konuşuluyor kadar büyük farklar mevcut. Aile içi başkaldırı ve kopuşlar eskiden saygıdan mütevellit cesaret bile edilemezken, kişisel hak ve sınırlar da bireyselliğin yükselişiyle şekil değiştiriyor. Bizim nesilde, ben dahil, çocuklarımızda bırakacağımız olası hasarları en aza indirgemek, onlarda bir travmaya sebep olmamak gibi kaygılarla düzenli olarak çocuk gelişimi, psikoloji, kişisel gelişim ve benzeri çokça kitap ve kaynak okuyoruz. Ebeveynler olarak içgüdülerimizi bile mükemmellik kaygısıyla dinleyemez hale geldiğimizi düşünüyorum.

Bireyselliği bu bağlamda işlemek, ikili ilişkilerdeki bu beklentileri, mükemmeliyetçiliği, pasif agresif tavırları, edilgenliği, ben merkezciliği sorgulamaya çalıştığım için tabii günümüzün meselelerinden etkilendiğimi söylemek yanlış olmaz.

Doğru denge bulunana kadar çokça çatışmanın yaşanacağı ve bu çatışmaların da edebiyata konu olmaya devam edeceği görüşündeyim.

Roman türünde başucu yazarlarınız kimler, başucu kitaplarınız hangileri?

Sylvia Plath, Sırça Fanus. Joanne Greenberg, Sana Gül Bahçesi Vadetmedim. Vigdis Hjorth, Miras. Virgina Woolf, Kendine Ait Bir Oda. Haruki Murakami, Sahilde Kafka. Oscar Wilde, Dorian Gray’in Portresi. Hepsinin ortak noktası, okuyucuyu derin psikanalitik çözümlemelerle büyülemesi ve yazarken bana gerçekten ilham veriyor olması.

Dergiler, dijital mecralar, sosyal medya, filmler… Yazarların, yayıncılığın ve okur kitlesinin geldiği son noktayı da göz önünde bulundurarak hem Dünya geneli hem Türkiye özelinde roman türünün geleceği hakkında ne gibi öngörüleriniz var?

Şahsen Twitter üzerinden olsun, çevremden olsun, roman okumaya düşkünlüğü hiç bitmeyeceğine inandığım kişiler tanıyorum. Umuyorum ki hepimizi bu hızlı akışa alıştıran sosyal medya uygulamalarına, yayıncıları çok zor durumlara sokan kâğıt krizi ve ekonomiye rağmen sadık okuyucularıyla roman var olmaya devam edecek… Nasıl ki televizyona rağmen radyo varlığını güç kaybederek de olsa sürdürebildi, anlatılacak hikâye bitmediği sürece roman türü de bitmeyecek inancındayım.

Beril Hanım, son günlerde neler okudunuz? Önümüzdeki dönemde yeni üretimleriniz olacak mı?

Şu sıralar peş peşe Murat Gülsoy romanları okudum. Yanı sıra Barış Bıçakçı öykülerinin üzerimde bıraktığı etkiyi seviyorum; iki öykü kitabını bitirdim. Tezer Özlü’nün Çocukluğun Soğuk Geceleri ile Marquez’in Kırmızı Pazartesi romanı okumadığım için üzüldüklerim arasındaydı, onları okudum yakın bir tarihte. Şimdi ise her gece yatmadan Esra Kahya’nın ilk öykü seçkisi Benim Rüyalarım Hep Çıkar’dan bir öykü okuyup öyle uyuyorum. Böyle bakınca bu aralar bolca yerli edebiyat okuduğumu söyleyebilirim.

Bahsettiğim üzere, hali hazırda iskeleti oluşmuş bir romanım bekliyor kenarda. Fakat aşkı konu alan bir romana şimdilik doyduğumu seziyorum. Aklımda uzun bir süredir döndürdüğüm bir kurgu var. İlk romanımın yayınlanmış olmasının getirdiği bu heyecanlı duygu durumumun tadını çıkarıp da sakinleştiğimde, onu yazmaya oturacağımı hissediyorum. Metin üretmeyi bırakmayacağımdan ise neredeyse eminim (hayatın kesin konuşmaya karşı tutumunu yavaştan öğrendiğim için muallak fakat kuvvetle muhtemel cevapladım diyelim). Her biri birbirinden değerli bu düşündürücü sorularınız için teşekkür ediyorum.

edebiyathaber.net (18 Kasım 2023)

Yorum yapın