Kemal Tekin:”Ben gerçek ile kurgu arasındaki mesafeden baktım hep, olasılık budur, başka türlü düşünemem”

Ekim 4, 2025

Kemal Tekin:”Ben gerçek ile kurgu arasındaki mesafeden baktım hep, olasılık budur, başka türlü düşünemem”

Söyleşi: Selçuk Dalar

Güneşli bir Ekim günü sevgili Kemal’le yeni kitabını konuşmak üzere buluşuyoruz. Heyecanla beklediğim “Akça Kız, Kara Derviş Zakkum ve Ilgın” kadife ceketimin cebinde duruyor. Güneşli günlerde Beytepe çok güzeldir. Edebiyat Fakültesinin kantininden çaylarımızı, kahvelerimizi alıp bir kenara oturuyoruz, boş bank bulmak neredeyse imkansız. Çaydan çok plastik tadı ağır basan sıcak bir su aslında, keşke ben de kahve alsaydım. Kitabı konuşmak için heyecanlıyım ama bir kaç kişiye selam verip ayaküstü laflamasak da olmaz. Söyleşiyi bitirdikten sonra köşede bir fotoğraf çektirelim dedik Kemal’le, heykel bölümünün çıkma mermer bloklarının olduğu yerde. Neyse ki nostaljik siyah beyaz fotoğraflar çeken fotoğrafçı kulübesinde hala, öğlen vakti işlerin en yoğun olduğu zamanlar.

Aslında böyle olmadı,  kim bilir belki de oldu. Kemal  Mersin’de ben ise Ankara’dayım, uzun yıllar oldu bir araya gelemeyeli.  Olsa da olmasa da biraz söyleşmek güzel değil mi? Nostalji geçmişi özlemek demek miydi? Tamam.  Deja vu? O bambaşka. Peki geçmişe ve geleceğe bir anda, birmişcesine bakmaya ne deniyordu?

“Akça Kız, Kara Derviş Zakkum ve Ilgın”ı daha henüz dosya olarak okuduğum ilk günden beridir  “bir yol hikâyesi” olarak okudum, düşündüm. Sen ne dersin, doğru bir yolda mıydım?

Uzun zamanlardır yollardayım desem yalan olur, yollarla aramdaki birliktelik nedir pek bilemiyorum, çok taşındım yolları da sevmem aslında fakat Akdeniz’de başlar benim yolculuğum veya seninle üniversitede okurken dandik öğrenci kafesinde senden duyduğum, ilk kez senden duyduğum tuhaf şair İsmet Özel’in bir cümlesini söylerdin ya; uzak nedir kendinin bile ücrasında yaşayan biri için diye belki de böyle bir yoldur, pasaportumu bile bu yıl çıkardım yollarla aram ne denli var emin değilim.

Kitaptaysa böyle bir yolculuk olduğu kesin, hani gene Leyla ve Mecnun bir alegoridir demiştin, gene yerleşkenin yemekhanesinde otururken, burada, bu kitapta olan da bir alegori olsa gerektir. Leyla ve Mecnun’dan uzaklaşansa, hikâyenin oldukça doğa ile iç içe bir yerde geçmesi belki; Akdeniz’de böyle yollar ve yolculuklar var mı bilemiyorum: Karacaoğlan’dan bahsediliyor buralarda ama o da daha çok kendi halinde ilerleyen biri. Evet, bu şekilde bakarsak belli ki modern zamanlarda geçen bir yoldan bahsedilebilir. Karacaoğlan birkaç yıldır çevreninde dolaştığım biri bu arada, fakat pek de Türkmen obasında ilerleyen bir çabam olmadı, bu devirde Türkmen obalarının yazıda işlevi nedir ondan da emin değilim. Bunu arıyorum biraz da Karacaoğlan’da.

Bu “yolculuk”ta zamanların ve kültürlerin üst üste bindiği hatta aynı anda yaşandığı bölümler var, bir ören yerinde ya da müzede dolaşıyormuşsun gibi değil ama. Bu anlamda kitabın Anadolu’ya benzer katmanlar içerdiğini söyleyebilir miyiz?

Burada toparlanmış galiba soru, bu soruda katmanlar, disiplinler arası bir yolculuk var, anımsatmakta fayda var. Batuhan Çağlayan; abi senin şiirin Anadolu oluş şiiri demişti de bu tümce hoşuma gitti, kendimi tek bir düzen bağı içinde görmedim yazıda, özellikle şiirde. Şiir bir kalıbın içine girdiğinde pek de şiir gibi olmuyor, şiirin üzerindeki başka bir is kokusunu hemen seziyorum. Anadolu ilk baktığım yer yazıda, şiirde ama bu izlekte yol alırken, örneğin Kafka’nın izini de takip etmek isterim veya Malte Brigge’nin Notlarını da. İzleğin nerede kimde olacağını kestirmek epey güç. Bazen Enis Batur’un kitaplarını okuyorum bu izlek onda da var veya İsmet Özel’de de var. Bunun neden böyle olduğunu kestirmem zor. İnsanlığın nerede ne ile yola çıktığını kestirmem zor, yazı da böyle, ben Anadolu’dayım yaşantımın her bölümü Anadolu’daki katmanlarda bir Süryani’de çıkabilir, bir Ermeni’de, hissedilen nedir emin değilim ama var işte. Rum’un Şurasına oturmam diyemem, bana benzeyen bir yan çıkacaktır şüphesiz. Yunus’un ehli olmadığımı söylemem de olasılık dahilinde bile değil. Müze de gezerek hayat öğrenilebilir fakat yaşamak ve insan dışarıda.

Bunu biraz daha açalım istiyorum, aslında şuradan sormaya başlasam daha iyi bir çıkış noktası olacak sanıyorum; şiirin, ulamından bağımsız olarak, çoğunlukla öznel bir edebiyat alanıymış gibi alımlanmasına, şairlerin günlükleriymiş gibi düşünülme kolaycılığına kaçılmasına çok şaşırırım. Bununla birlikte hikaye ya da roman gibi bir kurgu olarak yazılıp okunabileceği ihtimalini de heyecan verici bulurum. Bu kitaptaki şiirleri böyle bakışla değerlendirmek doğru olur mu?

Bu şairin dünyası galiba Şavkar Altınel ve Roni Margulies’le birlikte iyice şekillendi. Onların yazdığı şiiri ben çok okurum, her iki şairi de. Hani Şairin Hayatı Şiire Dahil’mi diye bir soru sordu Süreya veya Folklor Şiire Düşman mı diye. Her ikisi de olası, folklor düşman olabilir, şairin hayatı dahil olmayabilir. Zaten akkor şiir nedir sorusunu sormak da bu bağlamda tuhaf değil mi? Anday Yağmurun Altında şiirini yazarken kendi hayatını mı anlattı. Ben gerçek ile kurgu arasındaki mesafeden baktım hep, olasılık budur, başka türlü düşünemem, herkese mâl olmuş Leyla ve Mecnun bir kurgu, bir alegori değil de nedir. Gerçekle beraber gezmezsek zaten kurgunun da anlaşılırlığı olsa olsa bir bilim kurgu olur daha ilerisi safsata. Bir bilim kurgu romanı yazmaksa en zor olanlardan, safsata kolay Maldoror’un Şarkılarını bir ara öyle gördüm, bunu en iyi bilenlerden biri de sensin sevgili kardeşim. Fakat ben yazın alanında mesleğimin de getirdiği yerleri, ilk gençlik yıllarımdan beri yazdıklarımda yer verdim. Noksan olanı aldım kendimce çağdaş, çağcıl zamana ekledim diyebilirim.

Her şeyin çok hızla akıp geçtiği  “bu” zamanı bir yavaşlatma, başka çağlara genişletme isteğinden de söz edebilir miyiz?

Ben yekpare bir zamana, ana inanmıyorum, çünkü bir Cumhuriyet gördüğüm, hoş kimi bakış açılarına göre insan oğlu üç yüz yıllık bir süreçle tanımlanırmış, büyük dedesinden getirdikleri kadarına varlarmış ama ben çok nadir hissediyorum bu dediklerini, zamanın ne olduğuna dair herhangi bir fikre sahip değilim, ulaşmaya çalıştığım veya herhangi bir ulaşmak istediğim mevzi yok aslında, çün küheylan için şarkı hep noksan.

Fikrimce, kitapta karşımıza çıkan bazı karakterler çok güçlü ve canlılar, daha sonra onlarla tekrar karşılaşacak mıyız?

Bilmiyorum, Ayşe ile karşılaşmak olasılık dâhilinde mi onu zerre bilemiyorum, bir karakter tahlili yaparsam mevki yüksek karakterlerle hep karşılaşılır denir, burada da en erk sahibi bir Ayşe var, diğerlerinin esamesi belirsiz. Hangi karakterler bunlar, dedemi tekrar tekrar misafir etmek istemem, bundan o da hoşlanmazdı büyük olasılıkla. Ben kimi şairlerimizin yazarlarımızın yaptığı gibi bir okul olarak görmedim kendimi, bir romanın karakteri de yok burada, tarih, felsefe ve sanat tarihi hep var belki erki yerinde olan onlardır, insana dair olan da onlar olabilir.

“bir Akdeniz’dim ondan başka varmadım, bu enteresan tuzak.” Yolculuğun varamadıkları kadar vardıkları da çok diye düşünüyorum, sen ne dersin?

Vardıklarımız belirli bir yaştan sonra ister istemez yetiyor, öyle, şimdi tekrar yola çıkıp yahu Yeni Zelanda’yı cebimde beş kuruş olmadan keşfedeceğim demem, kendime ait bir konfor alanım var, internet sayesinde pek çok yerin olası farklarını görebiliyorum. Gene de yolda olmanın kültürel bir varsıllıkla daha eğlenceli olduğu kesin. Para olsa bile dilin ve dünyaya bakışın yeterli olmadığı bir yerde varılacak bir yerde yok, yoldan ve yolculuktan beklenen önemli. Benim için yol daha çok fotoğraf çıkar mı, buraya neden gidiyorum da konfor alanımdan ayrılıyorum sorusunu da birlikte getirir, çoğunlukla ne yolu yahu, oradan fotoğrafta çıkmaz, yazı da çıkmaz diye işi tembelliğe vurduğum çok!

Önce söz mü vardı?

Bu yumurta mı tavuktan çıkar, tavuk mu yumurtadan çıkar sorunsalı gibi. Tamamen kültürel inanç, hatta siyasi görüşle ilintili. İnanan biri için söz vardı denebilir fakat biz dünyada var olduk, gözlerimizi açtık bir tabula rasa dan ibaretiz diyen için çok çok tehlikeli. Ben Tanrı’ya inancı olan biriyim fakat bilim insanı yönümü de asla yadsımadım, öyle böyle olmak sorunsalına iş dayandığında çoğunlukla beynimin en kolay yolu seçtiğini biliyorum yani tembel beynim bazen, çoğun pes ediyor. Beyin gerçekten tembel.

Bir müzisyen gözüyle şiir ve müziğin kopmaz bağlarla bağlı iki kardeş olduğuna inanırım. Bilinçli olarak edebiyatla genellemiyorum bu düşünceyi. Kültürel anlamda müziğin verimiyle şiirin verimini de birbirine bağlı duyumsarım. Buradan bakınca şiirin kurak bir dönem geçirdiği düşüncesine katılır mısın? Geçiriyor mu gerçekten, yoksa benim kuruntularım mı bunlar?

Şarkının devam ettiği yerler var, örneğin klasik müzik ben de hiçbir zaman susmaz, yazıdan beklenense insana dair bir çıkar yoldur, günümüzde hap bilgilerle deviniyor insan, müzikse çoğunlukla anlamlandıramadıkları veya heyecan, insan için tam da bu, duygusal heyecan, bir çeşit serotanin. Kuruntun yok, beklentiler farklı, her şey gibi okumakta okulda başlar, uslamlamanın olmadığı yerde, basit ilkel tanımlamalar devam eder, yazıya, şiire dair, aa kolaymış, matematik ve fizik daha zor demeler de devam eder. Halbuki hepi topu iki yüz, bilemedim üç yüz kelimeyle düşünen bir toplum için bilimsel ilerleme de olasılık dahilinde değil.

Şairin dediği gibi “iklimin değişip Akdeniz olacağına” inancın olduğunu söyleyebilir misin?

Bir gün Anamur tarafından, Mersin tarafına doğru yolculuk ediyorum, bazen çam ağaçları kokusu geliyordu, eskiden hep çam ağacı kokardı fark ettim. Yollar benim bildiğim zamandan beri çok değişti, Anamurluların meşhur Türküsü “Anamur Yolları” artık yok, bu Türkü olmadığı gibi, devasa ormanları da benim çocukluğumdan beri yaktılar kül ettiler, Akdeniz’i artık kıyılarda aramıyorum, dağlarında bulabiliyorum, nispeten daha el değmemiş yerler, malum kelebeklerde kekik kokularında, iklimin hakikaten Akdeniz olmasını var saymak, şu yaşadığım memlekete de belki zor olacak ama artık limon, portakal kokusu bile yok, her yer affedersin ama kötü kokuyor diyeyim neyse. Akdeniz çok siyasal bu aralar, yeni villalar, yakılan ormanlar, yirmi yıl sonra yapılanlardan sonra mea culpa da kalmaz bence. Boğsak gibi, Ovacık gibi bir yeri yaktılar arkadaş ve ağaç dikmediler hâlâ. Ad hominem.

Otuz yıla dayanan dostluğumuzda ilkin yakından ve sonraları uzaktan tanık olduğum yazı serüveninde, özellikle şiir için hakkıyla vuruşan, eyleyen tanıdığım az sayıda insandan birisin, en zor soruyu sona sakladım o yüzden: Yalnızca yazabilseydin ne olmak istemezdin?

Ben bunu hakkım verilmediği zaman kaybettim, buna değinmek artık beni yoruyor,  ben bir teknik okul mezunuyum, yani sayısal denir ya o alanda da fena değildim ama ısrar etmedim, etseydim ne olurdu bilemediğim gibi, yalnız yazabilseydim bir gezmen olmak isterdim, yazı ve fotoğrafımı yayınladığım bir butik yayın evim olurdu büyük olasılıkla, ama gerek var mı bunlarla oyalanmaya, düş kurmaya, iki dengeden birinde gerçekler.

Yorum yapın