Belleğin, Tanıklığın ve Alegorinin İzinde: Figen Koşar’ın Romanı | Erinç Büyükaşık

Kasım 14, 2025

Belleğin, Tanıklığın ve Alegorinin İzinde: Figen Koşar’ın Romanı | Erinç Büyükaşık

Figen Koşar’ın romanı, yalnızca bir hikâye anlatmakla yetinmiyor; bireysel hafızanın kırılganlığını, kolektif belleğin ağırlığını ve insanın evrensel arayışlarını aynı düzlemde buluşturuyor. Okur, metin boyunca hem tarihin tanığı oluyor hem de varoluşsal soruların içinde kendi yolculuğuna çıkıyor. Bu anlamda Koşar’ın edebiyat serüveni için roman, önemli bir eşiğe işaret ediyor: yazının estetik olduğu kadar etik bir sorumluluk alanı olarak yeniden kurulması.

Romanın açılışında göze çarpan sessizlik, ilk bakışta lirik bir yoğunluğun göstergesi gibi duruyor. Gökyüzüne yönelen bakışlar, içsel monologlar ve yalnızlık duygusu, bireysel belleğin kırılganlığını ortaya koyuyor. Ancak bu sessizlik kısa sürede tarihin karanlık yüzüyle birleşiyor. Stalin dönemi baskıları, sürgünler, kaybolan hayatlar ve kuşaklar boyunca süren travmalar, bireysel bilincin sınırlarını aşarak kolektif bir hafızaya bağlanıyor. Karakterlerin yükü, yalnızca kişisel değil, toplumsal yaraların da aynası hâline geliyor. Nestor’un baskılar altındaki çaresizliği, Viktor’un içsel çatışmaları, Nadia’nın kayıplarla örülü sesi ve Emir’in göçle birlikte yaşadığı yabancılaşma, tarihin sessiz bıraktıklarını görünür kılan tanıklıklara dönüşüyor.

Bununla birlikte, romanın bu kolektif bellek odağı zaman zaman riskler de taşıyor. Travmatik tarihsel arka planın ağırlığı, kimi bölümlerde karakterlerin bireysel sesini gölgeliyor. Okur, kimi sahnelerde “kolektif hafızanın temsilcisi” olarak kurulan karakterleri birer edebî figür olmaktan çok, tarihsel birer sembol gibi algılayabiliyor. Bu durum, romanın belgesel yoğunluğunu güçlendirirken, dramatik derinliğini yer yer sınırlıyor.

Romanın merkezinde yer alan “Bu Roman Sen Oku Diye Yazıldı” başlığını taşıyan iç-roman katmanı, eserin en özgün hamlelerinden biri olarak öne çıkıyor. Mihri’nin sevgilisine yazdığı bu mektup-roman, okuru doğrudan davet eden bir manifesto gibi görünse de aslında kişisel bir yakarışın parçası oluyor. Yıllarca süren aşkın, kayıpların ve hüsranın “sen” diliyle kayda geçirilmesi, metni cevapsız kalmış bir çığlığa dönüştürüyor. Bu katman, romanın bütününe dramatik bir yoğunluk ve özgünlük kazandırıyor. Fakat burada da bir gerilim bulunuyor: İç-roman bölümleri, kimi okurlar için romanın genel politik-tarihsel dokusundan kopuk, fazla kişisel bir ton yaratabiliyor. Koşar’ın risk aldığı yer burası oluyor; fakat tam da bu risk, romanın farklı bir ses yakalamasını sağlıyor.

Alegorik düzlemde açılan sahneler, metne hem poetik hem de metafizik bir boyut katıyor. Vadiler, gölgeler ve yolculuklar yalnızca bireysel psikolojiyi değil, toplumsal özgürlük arzusunu da temsil eden imgeler hâline geliyor. Walter Benjamin’in kırıntılar arasında hakikati arayan alegori anlayışı, romanın bu bölümlerinde hayat buluyor. Alegori, soyut bir estetik olmaktan çok, geçmişle yüzleşmenin ve hakikati aramanın yöntemi hâline geliyor. Ancak alegorik düzlemde de bir denge sorunu hissediliyor: şiirsel yoğunluk, belgesel gerçekliğin ağırlığını zaman zaman gölgeliyor. Bu nedenle bazı bölümler, okurda güçlü bir metafizik etki bırakırken, bazı sahnelerde aşırı lirizme kayarak anlatının keskinliğini zayıflatıyor.

Koşar’ın romanı, çağdaş Türkçe edebiyatın güçlü damarlarına bağlanırken aynı zamanda onlardan ayrışıyor. Aslı Erdoğan’ın Taş Bina ve Diğerleri’ndeki travmatik mekân poetikasına yakın duran yanları bulunuyor; ama Erdoğan’ın metinlerindeki keskin deneysel dil yerine, Koşar daha şiirsel ve belgesel bir tonu harmanlıyor. Leylâ Erbil’in politik cesareti ve deneysel kurgusuyla da akrabalık taşıyor, fakat Erbil’in radikal form oyunlarına girmeden, daha dingin ve poetik bir çizgide kalıyor. Bu yönüyle roman, Erbil’in sertliğini değil, daha çok Sebald’ın Austerlitz’inde gördüğümüz melankolik tanıklık tarzını çağrıştırıyor.

Üslup düzeyinde şiirsel imgeler ve belgesel açıklık yan yana ilerliyor. Sessizlik, gökyüzü, yolculuk gibi motifler lirik bir atmosfer yaratırken; sürgün, kayıp ve tarihsel göndermeler soğuk bir açıklıkla dile getiriliyor. Bu çift yönlü strateji, romanı hem kişisel hem toplumsal tanıklık alanı hâline getiriyor. Ancak burada da okurdan yüksek bir dikkat talep ediliyor: Belgesel yönün ağır bastığı sayfalarda şiirsellik geri plana çekiliyor, şiirselliğin yoğunlaştığı yerlerde ise tarihsel bağlam flu kalıyor.

Romanın arkasındaki kolektif emek de dikkat çekiyor. Ayrıkotu Yayınları Genel Yayın Yönetmeni Aytaç Timur, redaktör Şükran Timur ve editör Şeyma Ceylan’ın özverili katkıları, metnin titiz bir editöryal süzgeçten geçmesini sağlıyor. Ebru Yalınkaya, Buket Ayan, Aynur Konar Iscan, Umay Sevinç, Umut Soyer, Demet DS ve Salise Akın’dan oluşan referans okur grubu, yazarın yalnızlığını paylaşarak metnin olgunlaşmasına eşlik ediyor. Levent Belin’in Kafkas coğrafyası üzerine sağladığı destek ve emaneten paylaştığı şiiri ise romanın tarihsel arka planını besleyen önemli bir katkı oluyor.

Bugün Ayrıkotu Yayınları’nın sitesinde ve online kanallarda satışa sunulan roman, kısa süre içinde raflarda da yerini alıyor. Bu güncel durum, romanın yalnızca edebî bir değer taşıdığını değil, aynı zamanda edebiyat ortamına canlı bir giriş yaptığını da gösteriyor.

Son tahlilde Figen Koşar’ın romanı, belleğin, tanıklığın ve alegorinin kesişiminde duran güçlü bir yapıt olarak okunuyor. Ama gücünü risklerinden alan bir yapıt: tarihsel tanıklığın ağırlığı karakterleri zaman zaman gölgeliyor, şiirsel yoğunluk yer yer lirizme kayıyor, iç-roman bölümleri kimi okurlara fazlasıyla kişisel gelebiliyor. Fakat tam da bu gerilimler sayesinde roman, çağdaş Türkçe edebiyatın politik ve etik damarında özgün bir ses oluşturuyor. Koşar’ın edebiyatı, estetik bir kurmaca olmanın ötesinde geçmişle yüzleşmenin, unutuşa direnişin ve okuru tanıklığın ortağı kılmanın alanı hâline geliyor. Bu nedenle roman,  edebiyatımızda hafızaya, tanıklığa ve alegoriye dair yeni tartışmalar açma potansiyeli taşıyor.

Yorum yapın