
Bazı cümleler, bir kitabın ya da filmin içinde saklanmış halde karşımıza çıkar ve bir anda düşünce biçimimizi, hatta hayat yolumuzu değiştirebilir. Yazarlık da böyle değil midir zaten? İçimize düşen küçük bir kıvılcımla başlar, sonra bizi adım adım geliştiren bir serüvene dönüşür.
Bu söyleşide, yazarların kendi ilham kaynaklarına, yazma alışkanlıklarına ve iç dünyalarına samimi sorularla dokunuyoruz. Her yanıt bir sahneye dönüşüyor, her sahne okura yeni bir kapı aralıyor.
Orhan Pamuk’un Yeni Hayat kitabı “Bir gün bir kitap okudum ve bütün hayatım değişti.” diye başlar. Sizin şimdiye kadar okuduğunuz kitaplar arasında hayatınızı değiştirmese bile etkilendiğiniz, okumasaydım çok şey kaybederdim diye düşündüğünüz bir kitap var mı?
Bu cümleyi her duyduğumda gülümserim, çünkü değişmek öyle kolay değildir ama bazı kitaplar insanın iç dengesini bozar, o da bir tür değişimdir aslında.
Benim için o kitap Gündüz Vassaf’ın Cehenneme Övgü oldu.
Vassaf, geceyi bir karanlık değil, bir alan olarak anlatır — insanın kendine dönmeye mecbur kaldığı, seslerin çekildiği, maskelerin düştüğü bir alan.
O kitabı okurken ilk kez “sessizliğin de bir düşünce biçimi” olabileceğini fark ettim.
Sayfalar ilerledikçe, gece benim için sadece zamanın bir parçası olmaktan çıktı; bir bilinç hâline dönüştü.
Bazı cümleler içimde yankılandı:
“Gece, insanın kendine tanık olduğu andır.”
İşte o anda anladım ki ben hep o tanıklığın içindeymişim.
Karanlıktan korkmamayı, hatta onunla dost olmayı orada öğrendim.
Eğer Geceye Övgüyü okumamış olsaydım, belki hâlâ ışığa koşanlardan olurdum;
ama şimdi biliyorum — bazen en derin aydınlanmalar, en sessiz gecelerde olur.
Yazmaya başlamanıza ya da yazı biçiminizi dönüştürmenize ilham olan bir film oldu mu? Olduysa hangi sahne sizi etkilemişti, bizimle paylaşır mısınız?
Benim için yazmak, bir görüntüye değil, bir duygunun ağırlığına teslim olmaktı.
Ama yine de bazı filmler insanın içinde çoktan başlamış bir cümleyi duyulur hâle getirir.
Bunu bana yaşatan film Dogville oldu.
Dogville’de hikâyeyi değil, insanın içindeki çıplak gerçeği gördüm.
Orada evler yoktu, duvar yoktu, süs yoktu — ama kötülük bütün detaylarıyla ortadaydı.
Filmin her karesinde, “iyiliğin” bile nasıl bir iktidar biçimine dönüşebildiğini fark ettim.
Grace’in kasabaya sığınışı, benim için bir karakterin değil, bir vicdanın sınavıydı.
Yazarken de benzer bir yerden başlıyorum:
Dış dünyanın bütün dekorlarını silip, insanın içini kurcalamak istiyorum.
Dogville bana ilham vermedi belki ama yazıya bakışımı değiştirdi.
Çünkü o filmde şunu anladım; hikâye, gösterilen değil; saklanamayan şeydir.
Haruki Murakami, yazarlığın bedensel güç gerektirdiğini ve her gün koştuğunu ya da yüzdüğünü anlatır. Sizin düzenli bir spor alışkanlığınız var mı? Varsa bu fiziksel pratiğin yazma sürecinize etkisi nedir?
Her gün yürüyorum ve pilates yapıyorum; ama bunu bir disiplin olarak değil, bir tür ritüel gibi görüyorum.
Yazı masasına oturmadan önce bedenimi esnetmek, zihnimin de açılmasını sağlıyor.
Bazen bir cümlenin dengesini bulmak, bir hareketin dengesini bulmakla aynı şeye dönüşüyor.
Yürürken düşünmüyorum aslında ama düşünceler beni buluyor.
Adımlarımın ritmiyle kelimelerin ritmi arasında gizli bir akrabalık var.
Pilates ise yazıya başka bir şey katıyor: merkezlenme.
Yazarken dağılmamak, bir fikrin içinde kalabilmek için bedenimin merkezini hissediyorum.
Murakami’nin söylediği gibi, yazarlık gerçekten bedensel bir güç istiyor.
Ama o güç kaslardan değil, süreklilikten geliyor.
Yürümek bana sabrı, pilates ise esnemeyi öğretti. İkisi de yazıda lazım olan şeyler: sabır ve esneklik.
Virginia Woolf, “Para kazanın, kendinize ait bir oda ve boş zaman yaratın. Ve yazın…” diyerek birçok kadına yazma cesareti verir. Bu sözden yola çıkarak, siz yazmaya yeni başlayan birine ne tavsiye ederdiniz? Bir yazarın en başta hangi gerçeğe ya da duruma hazırlıklı olması gerekir sizce?
Yazmak isteyen birine ilk söyleyeceğim şey, önce kendi sınırlarını tanıması olurdu.
Çünkü yazmak, yalnızca kelimelerle değil, o kelimelere ne kadar katlanabildiğinle ilgilidir.
Bir yazarın en başta hazırlıklı olması gereken şey; yalnızlık değil, yanlış anlaşılmak.
Yazdığın her şey birilerini rahatsız edecek, bazen seni bile.
Ama o rahatsızlık, yazının kan dolaşımı gibidir; onsuz metin ölür.
Yeni başlayanlara şunu da söylerim:
Yazmak istiyorsan, kendine ait bir oda bulmak şart değil;
bir defterin köşesi, bir sabahın erken saati, hatta kimsenin inanmadığı bir cümle bile yeterli olur.
Önemli olan, orada kimseden onay beklememek.
Yazmak, dünyaya yaranmak için değil, dayanmak için yapılır.
Ve bazen en büyük cesaret, yazmaya devam etmektir, kimse okumasa bile.
İnsanlar genelde okudukları kitabın altını çize çize okur. Peki siz bir yazar olarak kendi yazdıklarınız arasında altını çizeceğiniz bir cümle seçseniz, hangisi olurdu? Neden?
Kendi yazdıklarım arasında altını çizeceğim bir cümle var;
“Onların kalemleri silah değil, bir buket çiçek. Rengârenk ama kokusuz. Hiç solmayan yapay çiçekler.”
Bunu seçmemin nedeni:
Bu cümle, yalnızca kalemin değil bütün anlatının sorgulamasını içeriyor.
“Silah” ve “çiçek” karşıtlığı aracılığıyla, yazının gücüyle sahiciliğini, görünür olanla gizli olanı çatıştırıyor.
Yazarken benim için önemli olan da buydu: kelimeler sadece söylenmekle kalmasın, susanları ve söylenenlerin ardındaki sessizlikleri de taşısın.
Yani ben, yazdığımda “kalemim bir buket çiçek olabilir mi?” diye sordum. Çiçek güzel ama solmayacaksa gerçek değil.
Yazının işi de belki bu; solmayan gerçekliğe dokunmak, görünmez olanı görünür hâle getirmek.

















