Bazı cümleler, bir kitabın ya da filmin içinde saklanmış halde karşımıza çıkar ve bir anda düşünce biçimimizi, hatta hayat yolumuzu değiştirebilir. Yazarlık da böyle değil midir zaten? İçimize düşen küçük bir kıvılcımla başlar, sonra bizi adım adım geliştiren bir serüvene dönüşür.
Bu söyleşide, yazarların kendi ilham kaynaklarına, yazma alışkanlıklarına ve iç dünyalarına samimi sorularla dokunuyoruz. Her yanıt bir sahneye dönüşüyor, her sahne okura yeni bir kapı aralıyor.

Orhan Pamuk’un Yeni Hayat kitabı “Bir gün bir kitap okudum ve bütün hayatım değişti.” diye başlar. Sizin şimdiye kadar okuduğunuz kitaplar arasında hayatınızı değiştirmese bile etkilendiğiniz, okumasaydım çok şey kaybederdim diye düşündüğünüz bir kitap var mı?
Okuduğum ve etkilendiğim birçok kitap var. Aslında beni etkileyen şey bir kitaptan çok, tam da bu cümle oldu. Yeni Hayat’ı ilk kez lisede okudum. “Bir kitap insanın hayatını değiştirebilir mi?” diye bir süre düşündüğümü hatırlıyorum. Yıllar geçti, kitabı bir şekilde kaybettim. Bir gün bir sahafta ikinci elini buldum. Nedense onun benim yitirdiğim kitap olduğuna dair güçlü bir hisse kapıldım. O sıralar yazmaya yeni başlamış, ilk öykü kitabım yayımlanmıştı. O an fark ettim ki, yazma fikrinin tohumları içime bu cümle ile atılmıştı. Şimdi o kitap kütüphanemde tekrar yerini aldı ve ben bir eksikliği tamamlarcasına yazmaya devam ediyorum.
Yazmaya başlamanıza ya da yazı biçiminizi dönüştürmenize ilham olan bir film oldu mu? Olduysa hangi sahne sizi etkilemişti, bizimle paylaşır mısınız?
Yazmama etki eden ya da yazma biçimimi dönüştürecek kadar ilham veren bir film izlemedim. Ama edebiyat dünyasına damgasını vuran yazarları anlatan filmleri izlemeyi çok seviyorum. Aslında yazarlıkla ilgili tüm filmler beni bir şekilde etkiliyor. Bunların içinde Saatler filmi, hem bir yazar, bir okuyucu ve bir karakter üzerinden ilerleyen anlatısı hem de okur ve yazın hayatımda çok özel bir yeri olan Virginia Woolf’un etrafında şekillenmesiyle beni her izlediğimde büyülüyor ve türlü duygular içerisinde gezinmeme sebep oluyor. Bana kimi zaman yazmanın ağırlığını kimi zaman da edebiyatın dönüştürücü gücünü yeniden hatırlatıyor.
Haruki Murakami, yazarlığın bedensel güç gerektirdiğini ve her gün koştuğunu ya da yüzdüğünü anlatır. Sizin düzenli bir spor alışkanlığınız var mı? Varsa bu fiziksel pratiğin yazma sürecinize etkisi nedir?
Maalesef sağlık durumum yoğun spor yapmama elverişli değil. Ama açık havada yürümeyi ve açık havada yazmayı çok severim. Neresi olduğu önemli değil yeter ki duvarlarla çevrili olmasın. Şehirde doğayla iç içe yürüyüşler yapmak her zaman pek mümkün olmasa da özellikle deniz kenarında yürüyüşler yapmanın beni yenilediğini düşünüyorum. Son bir yıldır köyde bir yaşam alanı oluşturmaya çalışmamın sebebi de doğanın içinde olmak, ondan beslenmek ve yazının nefesini biraz da toprağın, rüzgârın yani doğanın içinden duymak.
Virginia Woolf, “Para kazanın, kendinize ait bir oda ve boş zaman yaratın. Ve yazın…” diyerek birçok kadına yazma cesareti verir. Bu sözden yola çıkarak, siz yazmaya yeni başlayan birine ne tavsiye ederdiniz? Bir yazarın en başta hangi gerçeğe ya da duruma hazırlıklı olması gerekir sizce?
Kendine Ait Bir Oda adıyla bile çok katmanlı anlamlar taşıyan bir metin. Özellikle kadınlara yönelik tavsiyeler içermekte olsa da bugün geldiğimiz noktada cinsiyet fark etmeksizin tüm yazarlara aynı tavsiye verilebilir. Yazmak bireysel bir eylem ve maalesef bir yazarın bu eylemsel bütünlükten gelir elde etme noktasına gelmesi zor. Dolayısıyla yola çıkarken buna hazırlıklı olmak gerekiyor. Çoğumuzun ikinci bir mesleği ya da farklı bir işi var; yazı çoğu zaman bu işlerin arasında, onlardan arta kalan zamanlarda var oluyor. Ama yine de yazmak için bahane üretmeye gerek yok.
İnsanlar genelde okudukları kitabın altını çize çize okur. Peki siz bir yazar olarak kendi yazdıklarınız arasında altını çizeceğiniz bir cümle seçseniz, hangisi olurdu? Neden?
İçimden İnsanlar Düşüyor isimli öykü kitabımdaki “Sol Yanım” adlı bir öyküm var. Öykü gençlik yıllarında sol düşünceyi benimsemiş bir arkadaş grubunun orta yaşlarında, geçmiş ateşli günlerini ve yitirdiklerini anmak için bir araya geldikleri bir akşamda geçiyor. Öykünün anlatıcısı olaylar sırasında kaybettikleri arkadaşlarını andıkları bir anda derin bir sessizlik yaşandığını anlatır. Ardından aralarında şöyle bir diyalog geçer.
Çok sessizsin, diyor,
Hiiiç, diyorum. Söylediklerini düşünüyorum.
Alındın mı, bana?
Niye alınacakmışım?
Orta yolcu dedim ya ondan,
Gülümsüyorum. Kadir olsa ne derdi? İçim yangın yeri.
Sen hiç ateş böceği gördün mü, Rıfkı?
Bir an duraksıyor. Kısa bir an.
Gördüm, diyor. Konuşmanın nereye gideceği merakı içinde.
Peki sen hiç ateş böceği oldun mu, diyorum.
Susuyor. Susuyoruz.
Derinde bir yerlerde sol yanım sızlıyor.
İşte bu “Peki sen hiç ateş böceği oldun mu? cümlesinin altını çiziyorum. Bana insanın hedefine ulaşması- ya da buna hayalini gerçekleştirmesi de diyebiliriz- varoluşsal düzleminde tam olarak ona yer bulması için nelerden vazgeçmeyi göze alabileceği konusunu düşündürür. Bence bu çok önemli. Yazarken de bu sorunun peşinden gitmek bana çok anlamlı geliyor.

















