Bir çocuk için kardeşinin olması hep sevindirici bir durum olarak kabul görür toplumda; ancak çocuk bu haberi aldığında her zaman durum böyle olmayabilir. Neticede evde kendisinden başka bir çocuğun daha olacağı fikri, kendisi de hâlihazırda küçük olan birey için kaygı kaynağı olabilir. O güne kadar evde tüm ilginin kendisinde olmasının hazzını yaşayan çocuk, bundan sonra ailesinin kendisine karşı olan sevgisinin, ilgisinin azalacağından korkabilir ki bu korku çok doğaldır. Çocuğun korkusu gerçek olmayacak dahi olsa, yeni bir canlının varlığı bunun için yeterlidir. Bir de tek ebeveynli çocuklar düşünüldüğünde bu duygular çok daha şiddetli hissedilebilmekte. Bir şekilde anne ve babası ayrılmış ya da bir ebeveynini yitirmiş çocuğun ebeveyninin bir başkasıyla evlenmesi, en başta anne/babasının kaybı fikrini doğuracağından üzerine bir de bebek haberinin alınması çocuğun tek başına taşıyabileceği bir şey değildir şüphesiz.
Ne yazık ki hayatın ne getirip götüreceği önceden bilinemediğinden böyle bir durumla karşı karşıya kaldığında çocuklar mizaçlarına ve karakterlerine bağlı olarak birbirlerinden farklı tepkiler verebilmekteler. Bunlar, bir tür kaçma ya da donma refleksine benzer tepkiler olabilirler. Verilen tepkinin her çocuğa biricik olduğu göz önünde bulundurularak elbette gerektiğinde de uzmanlardan destek alınmalıdır. Bu konunun işlendiği kitaplar günümüzde her geçen gün artıyor ve geçtiğimiz günlerde de aralarına bir yenisi eklendi: Her Şeyin Işığı. Eser, October, October adlı kitabıyla Carnegie Madalyası’nı kazanan ve edebiyatımızda da adını duyuran Katya Balen’in Türkçeye çevrilen ikinci kitabı. Yazar, Her Şeyin Işığı’yla da aynı ödüle aday oldu. Eser, önceki kitap gibi Genç Timaş Yayınları tarafından basıldı ve çevirisi Hazal Baydur’a ait. İşlediği konunun hassaslığı sebebiyle on bir yaş ve üzerindeki okurlara hitap ediyor.
Katya Balen, ilk kitabı The Space We’re In ile 2020 yılında Branford Boase ödülünü kazanmıştır. Ardından ikinci kitabı October, October ile gelen ödül başarısını perçinlemiş ve 2022 yılında yayımladığı Her Şeyin Işığı da pek çok dile çevrilmiştir. Balen, yazarlığın dışında Mainspring Sanat Okulu’ndaki özel öğrencilere ders vermektedir. Her Şeyin Işığı, aile olmaya, kardeşliğe ve bir arada olabilmeye odaklanan, duygusal yönü biraz ağır basan bir roman. İkisi de on bir yaşında, farklı farklı ailelerde yetişmiş iki çocuğun -Zofia ve Tom’un- hikâyesi aslında anlatılan. Birinin annesi daha bebekken ölmüş, diğerinin babası ise annesi ve kendisine hem fiziksel hem psikolojik şiddet uygulayarak büyük suçlar işlemiş. İkisinin de hayatında tutunacakları tek dalları anne ve babaları. Hatta Zofia kitabın başlarında der ki: “Babam ve ben bir takımız. Bir elmanın iki yarısı, bir bütünün iki parçası. Dört duvar arasında iki kobay faresi gibiyiz.” (s.9) Tom da “Sadece ikimiz olalım istedim. İki yıl boyunca ne baba vardı ne de kötü bir şey. Babamın geri gelmeyeceğine inanmam tam iki yılımı aldı ve bazen aklım bana hâlâ oyunlar oynuyor. (…) Annemi güvende tutmak ve başka birinin neler yapabileceğine endişelenmeden istediğimiz gibi bir hayat sürmek istiyorum.” (s.39) diye ifade eder duygularını.
Yaşananlara karşı yıllarca birlikte mücadele ettikleri için ebeveynlerine daha da fazla bağlanan Zofia ve Tom’un travmalarına karşı geliştirdikleri tepkiler birbirinden farklıdır. Tom ne kadar sessiz, içe dönük ve çekingen biriyse Zofia da bir o kadar girişken, talepkar ve -romanda geçen ifadeyle- gürültücüdür. Bunlar onların sorunlarla baş edebilme şekillerini de yansıtıyor aynı zamanda. Tom ne kadar üzülse de ses çıkarmaya cesareti olmayan, her şeyden özellikle de karanlıktan aşırı korkan ve kabullenmeci bir çocuktur. Zofia ise tam tersi inkâr eden, bağıran, zıtlık çıkaran… Elbette ikisi de nihayetinde bir çocuk olduğu unutulmadan okunmayı ve değerlendirmeyi hak ediyor ki zaten romanın sonuna doğru içlerine de kapansalar ortalığı birbirine de katsalar çocuğun her koşulda yalnızca çocuk olduğu gözler önüne seriliyor. Peki bu iki çocuğu bir araya getiren ne? Tabi ki aynı iş yerinde çalışan, doktor anne ve babaları. Birbirleriyle evlenme kararı alan bu çiftin aynı yaştaki birbirinden bağımsız karakterdeki bu iki çocukla aynı evde olmalarının nasıl mümkün olabileceğine odaklanıyor yazar. Kolay değil tabi ki özellikle çocuklar için ama aynı zamanda Fiona ve Marek için de. Bir de bebekleri olacağını öğrenmeleri ve bu durumun çocuklarda bomba etkisi yarattığı düşünülünce “Nasıl bir arada olunur?” Cevap bulunması elzem bir soru hâline geliyor.
Roman zaten ele aldığı meseleler bakımından yeterince ilgi çekici ancak romanı daha da etkileyici kılan şeylerden biri kesinlikle yazarın kullandığı yazım tekniği. Romanın tamamı kısa kısa bölümlerden oluşuyor ve sırasıyla “Zofia”, “Tom”, “Zofia”, “Tom”… şeklinde ilerliyor. Eserde kronolojik olarak lineer bir akış var aslında ancak yaşananlar, ilgili bölümlerde Zofia ve Tom’un ağzından ve bakış açısından ayrı ayrı anlatılıyor. Böylece anne babalarının evlenme haberini almadan önceden başlayıp bebeğin doğması ve bebekle ilgili meydana gelen olumsuz gelişmelerin nasıl çözüleceğine değin her kısımda hem Zofia hem de Tom’un yerine koyuyor kendini okur. İşin garibi ikisinin de kendi dünyalarına bir yabancı girmesinin üzerine duydukları öfke ve yabancılık hissinde haklı olmaları.
Tom, yıllarca babası tarafından fiziksel ve duygusal olarak istismar edilmiş bir çocuk olmasını, Zofia da babası ne kadar yanında olsa da annesini hiç tanıyamamış olmasının acısını farklı farklı şekillerde yansıtıyorlar. Yazar, bu sebeple de metaforik olarak da birbirlerinden ayırmış Zofia ve Tom’u. Zofia fırtınalı bir günde doğmuş bir çocuk; esip gürlüyor, şimşek gibi parlıyor. En büyük tutkusu deniz; yüzmek ve suyun içinde daha fazla kalabilmek onun yaşam kaynağı adeta. En başta kendisiyle savaşıyor gibi, çünkü hayatı boyunca hep mücadele etmiş. Tom ise karanlıktan ölesiye korkan, anksiyetesi olan hatta en ufak bir ışıksızlık durumunda ataklar geçiren panik hâlinde bir çocuk. Annesiyle kaçmak, gizlenmek zorunda kalmış hep, en büyük korkusu babası şu an hapishanede olsa da bir gün çıkıp kendisini bulması. Dolayısıyla bu çocuğun da gizlenmekten başka kendini koruyabileceği bir alan hiç olmamış.
Çocuklar bilmediklerinin bilgisini bildiklerinden üretirler; bu yüzden ikisi de bir arada yaşamaya başladıklarında bir sorunla mücadele etmede en iyi bildikleri şeyi yapıyorlar. Peki bu dört kişi olan aileye beşinci bir üye daha geldiğinde işler nasıl bir hâl alacaktır? İşte tam da bu noktada ikisiyle savaşmalarının anlamsız olduğunu çünkü anne ve babalarını kaybetmeyeceklerini aksine aile olarak daha da çoğalacaklarını nasıl anlayacaklardır?
Ailenin, arada kan bağı olmayan kişiler arasında kurulabileceğine dair, etkileyici ve yer yer yürek burkan bir roman Her Şeyin Işığı. Katya Balen’in yine bir aile anlatısı sunduğu October, October’ıyla birlikte Her Şeyin Işığı’nı özellikle tavsiye ediyorum. Diğer eserleriyle de en yakında zamanda buluşmayı umalım. İyi okumalar.