Onunla ilk kez yirmili yaşlarımın başında üniversite öğrencisiyken karşılaştım. Okulda gördüğümüz İngilizce derslerinde, o dilde bir ismin birkaç akraba efradına karşılık geldiğini öğrenmeme rağmen, dilimizin o anlamdaki zenginliği ile her birine farklı bir isim verilen insanlarımızın kıvrak, akışkan, geçişken ilişkilerinin benim hayatımda somut bir karşılığı yoktu. Bir kısmı ben göremeden gerçekten ölmüş, bir kısmı da yaşadıkları halde ebeveynlerimin gözünde ilişkilerin çok uzun süre önce donması nedeniyle zaten hayatımızda yoktular. O da ikinci grupta yer alanlardan biriydi.
Köyden kalkıp gelmiş, bize yakın oturan amcamlarda kalıyordu o sıralar. İkinci karısını kaybettikten sonra belli sürelerle çocuklarını dolaşıyordu. Bir akşam bize getirip bıraktılar onu. Biraz da diğer oğlunda kal, demiş olmalılardı. İleri yaşına rağmen sağlıklı bir görüntüsü vardı. Daha önce hiç görmediğim ama adını duyduğum, kendisine dair birkaç şey dinlediğim bu yabancının yüzünü uzun uzun incelerken yakaladım kendimi. Amcamdan çok babama benziyordu. Bazı insanlar gibi bu yaşlı başlı adam da istenmediği yerde ağır havayı dağıtmak için en canlı haliyle, gülmediğimiz şakalar yapmaya başlamıştı gelir gelmez:
-Gülsün gelin sen çamaşırı turşuyla mı yıkıyorsun? Tercümesi: Gülsün sen çamaşırı Tursil’le mi yıkıyorsun? Bizim köylülerin turşuyla çamaşır deterjanı farkını bilmediklerinden değil, kelime çarpıtmalarının neşeli bir sohbetin gereği olduğuna inanmalarından kaynaklanırdı bu tür konuşmalar. Yüz ifadesi hiç değişmedi annemin. Buz gibiydi.
– Gülsün ben burada mı kalacağım? Dolaylı kalma isteğinin ifadesini annem elbette anlamıştı. Yanlış anlamaya müsait olmayan en tavizsiz cevabı anında yapıştırdı:
– Neden burada kalacakmışsın baba? Bugüne kadar nerede kalıyorsan orada kalacaksın? Bugüne kadar kimleri gerçek çocuğun, kimleri esas torunun saydıysan onların yanında kalacaksın. Değirmeni, tarlaları hangi çocuklarına bıraktıysan, elini öpen hangi torunlarının avcuna para koyduysan, hangilerine hediyeler aldıysan onların yanında kalacaksın. Mehmet diye bir oğlun olduğunu hatırladın mı hiç bugüne kadar? Bu çocuklar dedeleri olarak senin yüzünü gördüler mi bu yaşa kadar?
Babam hiç sesini çıkarmadı; ‘Neden burada kalmayacakmış, o benim babam, tabii ki kalacak,’ demedi. O akşam biz ne yiyeceksek onlar kondu yer sofrasına, misafire özel herhangi bir şey yoktu kasnağa yerleştirilmiş sininin üstünde. Annem yemek sonrası çay için mutfağa giderken, ‘Ben artık kalkayım,’ dedi misafirimiz. Bu cümleyi söylerken hareketsiz kalması, fikrimizi değiştirip, kal gitme, diyeceğimiz beklentisini hâlâ koruduğunu gösteriyordu. Babam, ‘Hadi o zaman,’ deyip ayağa kalktı, ‘ben seni götüreyim.’
Babam eve döndüğünde annem öfkesini hâlâ üstünden atmış değildi. Ne yüzle gelmişti buraya? Uzun süre söylendi durdu. Babam hiçbir şey söylemedi, oturup sadece televizyona baktı. Durgun yüzündeki iki dalgın göze ekranın ışığı yansıyordu. Aslında ekrana baksa da televizyon izlemiyordu. Annemi de dinliyor sayılmazdı. Onun kendi duygularıyla meşgul olduğu, kendi iç sesini dinlediği besbelliydi.
Babam hiç konuşkan biri sayılmazdı. Evlilikte birbirini tamamlayan eşlerin iş bölümünde anneme de babamın bu eksikliğini kapatmak düşmüştü. Bunu sanki farkındalıkla yaptığını anlardık sözlerinden: O konuşkan, hakkına sahip çıkan biri olsaydı, ben bu kadar yıpranmazdım, der dururdu. Babam annemin artık çoktandır bu türden konuşmalarına, onun yerine de konuşmasına aldırış etmiyordu. Annem kendi büyüklerinden duyduğu bazı hikayeleri babama da uyarlar, işi alaycılık noktasına kadar taşırdı. Yaptığı her işten eli boş dönen bir yanaşmanın hikâyesiydi en çok kullandığı. Yıllarca yanında çalıştığı ağanın birinden emeğine karşılık alacağı para yerine ıslık çalmasını, diğerinden parmak şıklatmasını, bir diğerinden göz kırpmasını öğrenmekle yetinen bir adamdı bu, yani annemin gözünde babam böyle biriydi. Evliliğinin birkaç on yılında söyleyemeyeceği sözleri daha rahat eder olmuştu. Sessiz atın çiftesi pek olur, dediği babamın o günleri çoktan geride kalmıştı. Babamdan çok kendisine adil olmayan hayata yönelik gibiydi öfkeli alaycılığı annemin. Geçmişte babamın hayata olan öfkesini üstünde çıkardığı annem belki de bu kez aynı yöntemi kocasının üstünde deniyordu. Çocukken bir kez tanık olduğum anneme yönelik saldırganlığa dur diyemeyen ben büyümüş, şimdi annemin babama yönelik iğneleyici sözlerine kardeşlerimle gülüyordum. Annem sözün saldırgan, karanlık yüzünü keşfetmiş tadını çıkarıyor gibiydi. Üstelik güldürüyordu. Babamın geçmiş saldırganlığı kadar can acıtıcı olmasa da iğneleyiciydi.
Bir yandan da hayatın babamı kendisinden çok daha önce çok daha fazla incittiğini de bilir, bu suskun halini buna yorardı annem. Babam on beş yaşlarındayken, sağdığı ineğin ayakları altında kalınca kötürüm olan annesiyle birlikte dayısının evine gönderildikten sonra bir daha babasıyla ilişkileri eskisi gibi olmamıştı. Askerliğin ardından döndüğü köyde Gülsün’le evlendirildi. Dayısı bir kerpiç ev yaptı, annesinin miras hakkı olarak iki öküz ve bir çorak tarla verdi yeni evlilere. Kısa süre sonra ilk fırsatta babam, iyi anıları olmadığı bu köyden her şeyi satarak karlı bir gece yarısı önceden ayarladığı kamyona eşyalarla birlikte bizi de yükleyip ayrıldı.
Aklım ermeğe başladığında sık sık duyacağım hikâyelerin içeriğinden anladığım gibi ailesinin tek kızı olan annemin de koca evine gitmeden önceki evde babasının ölümünden sonra değer vereni kalmadığından itirazı olmamıştı bu ayrılışa. Genç kızlığının geçtiği evin önünden karnı burnunda geçerken biber, patlıcan, hıyarların en taze halini gördüğünde annesinin, daha biz bile koparmadık, cevabını yaşadığı süre içinde hiç unutmadan sürekli anlatıp durdu bize. Onlara davranış olarak yansıyan sevgisizlik hikâyelerini biz çocuklar dinledikçe, hiç görmediğimiz insanlar sadece bir boşluk olarak büyüdü içimizde. Dede, nine dendiğinde sevecen elleri başımızı okşayan kır saçlı, aydınlık yüzlü yaşlılar yerine, sadece birer koca boşluktu ortaya çıkan. Bazen de, annemi babasının mirasından hileyle mahrum bırakan dayıma açtığımız davadan eli boş çıkmamızın öfkesi doldururdu yüreğimizdeki boşluğu.
Şimdi düşünüyorum da babamın karlı bir gece yarısı köyü gizlice, kaçar gibi terk etmesinin nedeni, belki de zihinlerimize çakılacak soğuk bir vedanın anısını engelleme isteğiydi. Kim bilir belki de biliyordu; hiç kimse gelmeyecek, el bile sallamayacaktı arkamızdan. Harekete geçen kamyonun köyden çıkarken karla kaplı yola vuran sarı ışığında önümüze çıkan bir tavşanın, kıvraklığıyla kendini tekerlekler altında kalmaktan son anda kurtardığı an kaldı bir tek, çocuk belleğimde o gece yolculuğuna dair. Ne o gece, ne yıllar sonra misafirimizin gecekondumuzdan ayrıldığı geceyle ilgili babamın içinde kopan duyguları hiçbir zaman bilme imkânım olmadı.
edebiyathaber.net (10 Şubat 2024)