Öykü: Boğazın suları çekildiğinde | Çilem Dilber

Mart 16, 2023

Öykü: Boğazın suları çekildiğinde | Çilem Dilber

Dibi delik dünya dedikleri kuyruklu bir yalan

 zira dibi delik olan bizatihi insan

İbni Zerhani

Boğazın suları bir gecede çekilmedi. Gazetelerin önceden yazdığı gibi yavaş yavaş oldu.

Vaniköy Parkı’nda durmuş karşıyı, Arnavutköy kıyılarını, seyrediyorlardı. Yosun, ölü balık, tuz kokusu genizlerini dolduruyordu. “Sen de benim gibi suların çekilmesini bekleyeceksin,” dedi Mecit. “Celâl Salik köşesinde yazdığından beri bekliyorum. Artık sen de… Her gün sahile inip boğazı izleyecek, balçığa bata çıka karşı kıyıya kadar yürüyebileceğin günün gelmesini bekleyeceksin. İşin gücün şu çamurlu deryanın altında yatan onca anının gün yüzüne çıkacağı zamanı beklemek olacak. Ölmeden önce o günü görmek için her an dua edeceksin.”

Kitap gibi konuşuyor herif. “Ne saçmalıyorsun sen Mecit?”

Mecit kafasını salladı. Daldığı derinlerden su yüzüne kavuşmuş gibi iniltili bir nefes aldı. “Kemal Koton öldükten sonra kızının peşini bırakmadım çünkü divit ondaydı. Hani şu tılsımlı divit. Bir gün yakaladım kadını, aha bu sahilde. Tuttum kolunu, kaptım çantasını, ben daha çekiştirirken diviti montunun cebinden çıkardı. Bıktım senden be, bırak peşimi, dedi. Gözlerimin önünde boğaza fırlattı. Sahtesini attı sandım, babası denen o şerefsiz öyle kandırmıştı beni. O kadar da keriz değildim ya. Fakat vakit geçtikçe boğazın sularının mürekkebe dönüştüğünü aha şu gözlerimle gördüm. Divit gerçekti ve boğazdaydı. İşte boğazın sularının çekileceğini ilk duyduğum günden beri onu bulmayı hayal ettim. Vaniköy açıklarında çamurun içinden çıkaracağım diviti elime aldığım günü düşündüm. Onu bulmalıydım çünkü efsunlu divit sayesinde ailemin hikâyesini yeni baştan yazacak, hayatımızı değiştirecektim. Evlatlarım beni affedecekti, kaybettiğim ne varsa yerine koyacaktım. Ben olabilecektim o zaman, ben, Mecit.”

Sefa Mecit’in hikâyesini kopuk kopuk dinlemişti hep. Şimdi duyduklarıyla anladı ki Muteber onun için ne ise divit de Mecit için aynıydı ve ikisi de boğazın sularına gömülmüştü.

“Ne zaman?” dedi Sefa. “Ne zaman bulacağız onları?”

“Bekleyeceğiz, artık suların çekilmesini birlikte bekleyeceğiz.”

&

Terzi Sefa öğlen yemeğiyle ikindi uykusu arasındaki o hoş saatlerde penceresinin denizliğine dirseklerini dayar, Mecit’ten aldığı hafif içimli tütününü tek eliyle sarar, yalıların, çınarların arasından görebildiği bir avuç maviliğe baka baka sigarasını tüttürürdü.

Kendini bildi bileli yalnızlıkla sınanmış Terzi Sefa kederini uzun tutmaz, mevzu ne olursa olsun bir sigara içimlik dertlendikten sonra ikindi uykusuna koşturur, uyanınca da kaldığı yerden devam ederdi işine. Mezurasını boynuna dolar, gözlüğünü gözüne oturtur, mahir ellerinde gösterişli bir elbiseye dönüşecek ipekli kumaşı okşayarak ölçüleri yazdığı defterini önüne çekip çalışmaya başlardı. Akşam karanlığında dikişi ayıp sayar, mümkün mertebe gün ışığında çalışırdı. İşin aciliyetine göre düğün, nişan merasimi yakınsa hele de siparişi yalılara, köşklereyse çok çok ikindi uykusunu azaltırdı. Ne de olsa hiç yoktan bir on beş dakika dinlendirmeliydi gözlerini. En uzun yası, onu büyüten halasının yüz yaşını görmek üzereyken kalp sektesinden hakkın rahmetine kavuşmasıydı. O gidince günlerce Vaniköy’ün sırtlarında dolaşıp boğaza baka baka iç çekmişti. Yaaa Sefa Efendi, kaldın mı dımdızlak. Ondan önceki en uzun süren yası da nikâha üç gün kala bir mektup bırakıp sevdiğine kaçan müstakbel karısı içindi.

Halasının da müstakbel karısının da gidişiyle yaşamadığı acıyı Muteber’in çalındığı gecenin sabahında yaşadı. Uyanıp da terzihanenin orta yerinde duran Muteber’i göremeyince önce rüyada sandı kendini. Gözlerini ovdu, olmadı. Yaklaştı, Muteber’in olması gereken yerdeki boşluğa elini uzattı. El boşlukta bekledi, geri geldi. Uyanık olduğuna kani olunca sağa sola bakındı. Pencere camının açık, demirlerinin de iki yana ayrık olduğunu görünce bastı küfrü.

Muteber sıradan bir manken değildi. Çıraklığında, kalfalığında elinden her bedende sayısız terzi mankeni geçmişti Sefa’nın. Müstakbel karısı gittiğinde hepsini depoya kaldırıp Galata’dan getirttiği vitrin mankenini başköşeye koydu. Tüm hatlarıyla hem ellerini hem gözlerini dolduran otuz sekiz beden mankene Bursa ipeklisinden diktiği deniz mavisi, geniş yakalı, pilili, kolsuz elbiseyi giydirdi. Pencerenin önüne çekti, boyu boyundan uzun, endamı kusursuz mankene tatlı bahar güneşinde şöyle bir baktı. Tez elden bir de peruk ayarladık mı tamamdır. Omuzlarına dokundu mankenin. İki elini sırtından aşağı indirdi, kalçalarını avuçladı. Ellerinin içi gıdıklandı kumaştan. Muteber. Sen beni bırakmazsın değil mi? Daimi müşterisi Necip Bey’in dul kızının adını vermişti mankene. İçi titredi adını anınca. Bir daha söyledi. Muteber. Bırakmazsın beni değil mi?

Müşteriler içeri girer girmez vitrin mankenini görüyor, mavi elbisenin şıklığına uzun uzun hayran oluyorlardı. Ay şekerim ben de isterim aynısından. Kumaşı pek güzel, kendinden mi astarlı bu? Sefa ise Muteber’in kalkık çenesi, dik omuzlarıyla, semtin kadınlarının cümlesini cebinden çıkaracak mağrur duruşuyla gizliden gururlanıyordu. Dükkân boşalıp akşam olmaya yakın çekiyordu perdeleri. Elbisenin önce bir askısını kolundan düşürüyor sonra diğerini, iki göğüsün arasına başını yatırınca ağlamakla coşmak arası bir duyguya gark oluyor, ne zaman patlayacağı belirsiz bir volkan gibi kaynamaya başlıyordu. Bazı geceler onunla birlikte yatıyor, her geçen gün varlığına daha çok alışıyordu. Necip Bey’in kızını en son en zaman gördüğünü yahut göreceğini artık zerre umursamıyor, kendine kurduğu hayatı tüm coşkusuyla yaşıyordu.

Muteber çalınınca dünyası başına yıkıldı Terzi Sefa’nın. Askılara baktı, elbiselere dokunulmamış. Dolaplara çekmecelere baktı, her şey yerli yerinde. Pencereden dışarıya baktı, ne bir iz ne bir işaret. Sanki Muteber canlanıp kendisi gitmiş. Gün ışığına çıkmamış küfürleri arka arkaya saydı. Bir sigara sardı. Pencerenin ayrık demirlerine bakarak içerken aklına Mecit geldi. Bu ne iştir, bilse bilse o bilir. Pencereyi kapattı. Perdeyi çekti. Kapıdaki levhayı ters çevirdi, kapalı. Doğru Mecit’in kitapçısına.

&

Mecit’in üç kitaplıktan, ortada bir tahta masa ve iki kadife kaplı sandalyeden mürekkep dükkânına girdi. Masada oturmuş Mecit’le muhabbet eden kadını aşağıdan yukarıya süzdü. Topuksuz ayakkabılarının içinden yükselen naylon çoraplı bacaklar diz kapağında ketenle pamuk karışımı, biyeli, dar kesim etekle buluştuğunda Mecit’in sesi araya girdi, Sefa kazağa ulaşamadı.

“İşte Kemal Koton denen herifin üçüncü kitabının ilk baskısı. Tam yerine geldiniz, başka yerde bulunmaz.” Triko omuzlara dökülen kumral saçlar dalgalandı, ojeli parmaklar sayfaları çevirirken Sefa Mecit’le göz göze geldi.

“Müsaadenizle.” Sefa kapıya çıktı, ardından Mecit.

“Hayırdır Sefa, yüzünden düşen bin parça.”

“Sorma,” dedi. “Başıma bir iş geldi ki öyle böyle değil. Elim ayağım titriyor sinirden.” Mecit bakışlarını önce içerideki müşteriye sonra Sefa’ya çevirdi.

“Anlatsana oğlum, çatlatma adamı.”

Sefa her cümlenin önüne ardına birer küfür eklemek suretiyle Muteber’in çalınmış olduğunu, pencere demirini iki yana ayrılmış, pencereyi de açık bulduğunu dahası başka da bir şeye ellenmemiş olduğunu anlattı.

“Muteber’i çalan puşt kimse onu bulmalıyım Mecit. Yardım et bana.”

“Ben polis miyim oğlum, niye bana geliyorsun, git karakola.”

“Ne diyeyim, vitrin mankenim çalındı memur bey. Onun yeri benim için çok ayrıydı.”

Mecit sokaktan tarafa pıskırarak gülünce Sefa iyice heyheylendi. Muteber’in onun için ne kadar kıymetli olduğunu bir tek Mecit anlar sanırdı, yanılmıştı. Hayal kırıklığı kızgınlığa bulandı. “Gül sen gül. Senin bir sözüm ona efsunlu divit yüzünden ailenden, işinden olduğunu, herkesten kaçıp buraya sığındığını benden başka bilen var mı? Kimseye anlatıyor musun ki bana polise git diyorsun?”

Mecit yalandan boğazını temizleyip sustu. Omuzları dikleşti. “Dur hemen celallenme. Şu müşteriyi bi göndereyim, düşünelim. Anlarız ne iş.”

Müşteri deyince Sefa’nın bakışları kadına kaydı yine. Kitap elinde, rafların önünde dikilen kadın Mecit’in içeri girdiğini görünce cüzdanını çıkardı. Kadının boyu Muteber’in yarısı kadar. Saçları desen, peruk meruk, Muteber’in ışıltısının onda birinden yoksun. İçini çekti. Kadının kapıdan çıkmasına müsaade edip Mecit’in karşısına oturdu.

“Şimdi söyle bakalım, ben nasıl bulacağım Muteber’i?” Mecit bir sigara sardı.

“Bak şimdi, Çengel’in haytalarından üç beş tanıdık delikanlı var, arıza tiplerdir ama severler beni, arada Çınaraltı’nda simit yemiş, çay içmişliğimiz var. Ben bi’ onlara sorar, hurdacılara baktırırım. Semtten çıkmamışsa buluruz, merak etme. Sen şimdi git, akşama benden haber bekle.”

Mecit’e güveniyordu, bir nebze umutlandı ya hemen ardından, hayatının anlamını yitirmiş olmaktan, bulamamaktan korktu.

“Ya bulamazlarsa?”

“Yahu onu da o zaman düşünürüz. Sana manken mi yok.”

“Bulunur ama değil mi, bak o beni bırakıp gitmezdi, koduğumun teki almasaydı.”

Mecit kapıda çaycının çırağını görünce mevzuyu kapatıp iki çay söyledi. İstemezdi, çay içecek hali mi vardı Sefa’nın. “Senden haber bekliyorum,” deyip doğru terzihanesine.

&

Daireye girer girmez kocaman bir boşlukla burun buruna geldi Sefa. Arka arkaya sigara sardı. Aç midesi gurulduyor, ağzına bir lokma dahi almak istemiyordu. Dikiş makinesinin başına oturdu. İpliği delikten geçiremedi, ayağı pedala gitmedi. Gelen iki müşteriyi rahatsızım, kusuruma bakmayın, diye başından def etti. Daha önce hiç yaşamadığı bir kederin içindeydi, boğuluyordu. Pencerenin denizliğine dayanıp iki yana ayrılmış parmaklıkların arasından boğazın bulanık suyuna bakarak zor bela akşamı ettiğinde Mecit geldi. Hadi hadi, yaptı eliyle.

“Çabuk hazırlan çıkıyoruz.”

“Ne oldu, buldun mu, nasıl?

“Dur be oğlum. Tezgâhı kurdum daha. Hurdacılardan ikisi bir de benim adam sahilde demleniyorlar, elemanı sabahtan ayarladım, nevale masrafını da cebine sıkıştırdım. Yanlarına gidiyoruz şimdi. Ağızlarından laf alacağız, çaktırmadan tabii.”

Sefa eli ayağına dolaşmış kapıyı kilitlemeye çalışırken bir taraftan sıkıştırıyordu. “Ya görmedilerse, bilmiyorlarsa?”

“Çattık be. Sefa oğlum sen sandığımdan da kırıkmışsın ha. Araştırıyoruz işte, başka bir yol var mı, sen söyle. Hele bir gidelim.”

Yola düştüler. Çengelköy’ün kalabalığından çıktılar, kız lisesinin önünden Kanlıca tarafına. Bir yarım saat sürdü sürmedi, sahile çekilmiş hurda teknelerin arasında parıldayan tüplü lambayı gördüler. Az daha yaklaştılar. Gençler yere çökmüş, çay bardaklarında rakı, ortaya serilmiş gazetede Çengelköy hıyarı, plastik kapta kavurma, bir kalıp peynir, bölünmüş ekmek. “Afiyet olsun gençler,” diyerek girdi Mecit. İçlerinden biri atladı. “Vay abim, senin yolun düşer miydi buralara. Gel, sana da afiyet olsun.”

Mecit önde elini göğsüne yapıştırmış, aman rahatsız etmeyelimler, keyfinizi kaçırmayalımlar, Sefa arkada, gittikçe daha umutsuz, içinden cık cık cık. Lambanın etrafına çöktüler. Sefa hepsinin yüzüne tek tek baktı. Belki de içlerinden biri Muteber’i… Ulan deyyuslar. Mecit’in ufak tefek, sakallı olanına göz kırptığını gördü.

“Mecit abi buraların en kral abisidir beyler, yok mu boş bardak, koyun bakalım iki kadeh daha.”

Sırtları koruya dönük gözleri karşı kıyıda tokuşturdular kadehlerini. Ellerin biri ekmeği bırakıyor başkası hıyara uzanıyor, ötekisi rakıya derken o hengâmenin arasında Mecit’le sakallının mevzuya nasıl gireceğini merak ediyordu Sefa. Tabakasını çıkardı iki sigara sardı. Ya sabır çekti. Bekleyecekti mecbur. Elleri, kolları, bardakları izlerken biri, “Leş gibi kokuyor oğlum bu boğaz artık,” dedi.

“Öyle,” dedi öteki, “dedim size koruya çıkalım diye.”

“O değil de,” dedi sakallı, “abi hayırdır var mı senin için yapabileceğimiz bir şey?”

“Estağfurullah. Var bir sıkıntımız da… Nasıl denir bilemedim.” Sakallı diğerlerini süzdü, baktı keyifler gıcır, aynen devam. “Ayıpsın abi, elimizden gelen bir şeyse, öyle değil mi lan, siz de bir şey söylesenize.”

Biri dolu ağzıyla başını sallarken öteki atladı. “Öyle tabii.”

Mecit sigarasından bir nefes alıp başıyla Sefa’yı işaret etti. “Bu arkadaşın dükkânına girmişler, kendisi Çengelköy’ün en iyi terzisidir. Yeni dikilmiş ipek elbiseyi mankenle birlikte alıp…”

Başını salladı ağzı dolu olan. “Olur mu be?”

“Olmuş işte. Manken önemli değil de elbise pek kıymetli.”

Sefa gözünü Mecit’ten ayırmıyor, dalaveresine hayranlığını belli etmemek için kendini zor tutuyordu.

“Öyle değil mi Sefa, sen de bir şey söylesene.”

“Öyle dedi,” Sefa, üzerine ekleyecek bir şey bulmadı. Mecit kaldığı yerden devam, “Elbisenin sahibi, Sefa’ın en fettan müşterisi.” Elini cami tarafına uzatmış, “Şuradaki yalıdan… Siparişi zamanında teslim edemezse vay haline.”

Sefa dehşetle bakıyordu, vallahi pes.

Sakallı yeter buldu açıklamayı. “Abi soruştururuz, senin canın sağ olsun.” Yanındakilere döndü. “Siz gördünüz mü len böyle manken, elbise filan.” Tıkınmaktan ağzı boş kalmayan delikanlı anlaşılmaz bir şeyler geveledi. “Oğlum şunu yut da konuş be.”

“Abi elbiseyi bilmem de mankeni gördüm sanki.”

“Hah şöyle, ne dediğin anlaşılsın.”

Sefa heyecandan titremesine engel olamıyor, herifin ağzının içine bakıyor, anlatsın gerisini diye sabırsızlanıyordu. İzmariti atıp ayağının ucuyla ezdi, dayanamadı. “Eee?”

“Abi bizim Bastıbacak okutamadığı ne varsa çöplük tarafına boşaltır. Akşamüstü şöyle bir baktım geçerken, bir bacak, bir kol, sonra anladım ki cansız manken. Yalnız elbise çoktan pul olmuştur anlatabildim mi? Ha dersen ki Bastıbacak nereden bulur ıvır zıvırı, onu da Allah bilir, herifte her yol var.”

Sefa’nın gözleri doldu.

“Yenisini diksen.” dedi obur, kolunun yeniyle ağzını silerken.

Mecit atladı. “Diker dikmesine de yetişmez. Neyse şu çöplük dediğin yer?”

“Sahilden dümdüz git, Kanlıcaya döndüğün kıvrımda boğaza bak.”

“Boğaz mı?”

“Boğaz ya, ne sandın?”

Mecit toparladı. “Boğaza mı attı diyorsun yani?”

Muteber denizin soğuk sularında… İçi çekildi Sefa’nın.

“Aynen con vaynen abi.”

Mecit yutkundu, izmaritini ezip boğaza çevirdi bakışlarını. Bir daha da konuşmadı. Muteber’i boğazın kirli suyunda yüzerken hayal etti Sefa. Ulan yapılır mı bu be. Ah muteber. Nasıl kıydılar sana?

Epey zaman sonra, “Hadi,” dedi Mecit, “kalk gidelim. Anlaşıldı durum.”

Bardaklarındaki son yudumu kafalarına dikip ayaklandılar. Sakallı olan da peşlerinden, “Abi yapabileceğimiz bir şey olursa haberimiz olsun.”

Mecit ses etmedi, “Eyvallah. Hadi devam edin siz, rahatsızlık verdik kusura bakmayın.”

Yola düşüp gerisin geri Vaniköy parkına kadar ses etmeden yürüdüler. Sefa dayanamadı. “Ne olacak şimdi, konuşsana be adam.”

Yosun, ölü balık, tuz kokusu genizlerini dolduruyordu. Mecit derin nefes, ardından zor duyulur sesle, “Sen de benim gibi boğazın sularının çekilmesini bekleyeceksin,” dedi.

&

Boğazın suları bir gecede çekilmedi. Yıllar aylara aylar haftalara bölündü. Her hafta yediye, her gün yirmi dört uzun saate. O saatler ki Sefa için Muteber’siz altmış değil altı yüz dakikaya çıkıyor, birbirine eklenip sonsuza uzanıyordu. Yaşlandığını hissediyordu Sefa, gücünün tükendiğini. Bazı geceler rüyasında Muteber’i görüyordu. Elleri pilili eteğin altından giriyor, etek yukarı sıyrılıyor, eller göğüslerde oyalanıyordu. Kimi gecenin sabahında dorukta uyanıp yere çakılıyor, kiminde de uykulu gözlerle diğer odaya geçiyor, dikiş makinesinin karşısındaki boşluğa çarpınca yere çöküp ağlamak istiyordu. Keder nedir bilmeden geldiği bu yaşında hiç geçmeyecek sandığı acıya teslim olmuştu. Ölçü almaya köşklere gitmeyi canı çekmiyor, siparişleri vaktinde yetiştiremiyordu. Bütün günü sigarasını sarıp erguvanların, çınarların arasından görünen boğaza bakarak geçiriyor, Muteber’den sonra yaptırmadığı eğik pencere demirlerine başını yaslayıp iç çekiyordu. Müşterileri azalmış, öğlen uykuları kesilmişti. O vakitleri artık sahilde, boğazın sularını izleyerek geçiriyor, oradan Mecit’in yanına uğrayıp akşamı ediyordu. Bazı günler birlikte çıkıp balıkçıların yanında alıyorlardı soluğu. Boğazı en iyi balıkçılar biliyordu. Eskiden demirlemek için bir minare boyu zincir attığı sularda şimdi teknesinin karaya oturduğunu anlattı biri. Onu dinlerken yürek yangınları azaldı, heyecanları çoğaldı.

&

Bir akşam vakti tıklayan kapısını açınca Mecit’le burun buruna geldi.

“O gün bugün,” dedi Mecit.

“Hangi gün?”

Mecit rengi atmış suratıyla odanın ortasına kadar yürüyüp ellerini dikiş makinesine dayadı. “Sabahtan beri onu izliyorum. Lacivert bir bulut, etin dişten çekildiği gibi kıyıdan çekilen suyun üzerinde gezinip duruyor. Martılar bulutun içinde ölüyü bekleyen akbaba gibi döneniyor. Son nefesini vereceğini onlar da anladı.”

“Ne diyorsun oğlum, doğru düzgün anlatsana. Kitap okur gibi. Tövbe tövbe.”

“Celâl Salik suların son günde, bir anda çekileceğini söylemişti. İşte o gün bugün. Sabaha kalmadan boğaz boydan boya balçığa dönecek.”

Sefa’nın içindeki özlem kıpırdandı. Odanın ortasında, Muteber’in olması gereken yerdeki boşluğa baktı. Demek nihayet çamurdan kurtulup gün yüzüne kavuşacak Muteber.

“Hadi hazırlan,” dedi Mecit. “Gidelim.” Çizmelerini yağmurluklarını giyinmiş, ellerinde fenerleri neredeyse kaybettiği oyuncağına kavuşacak bir çocuk sevinciyle sahile indiler. Kıyıya sırtlarını verip ortada uzanmış karanlık vadinin içinden yükselen hayaletleri ay ışığında tüyleri ürpererek izlediler. Ölü balıkların, çürük yosunların kokusuna türlü gaz kokuları eklenmişti. Yerin altından gelen fokurdamayı duydukça cehenneme yaklaştıklarını düşünüp balçığa ilk adımlarını attılar. Karaya oturmuş teknelerin arasından denizanalarına basmadan seke seke ilerlediler. Önce sahil boyunu dar bir şeritten aradılar. Pet şişeleri, metal paraları, ayakkabı teklerini, potkalları gördüler, hiç oralı olmadılar. Hayvan leşlerinden aceleyle uzaklaşıp şişmiş, paçavraya dönmüş insan bedenlerini görünce gökyüzünün düştü düşecek gibi duran yıldızlarına bakarak birer dua okudurlar. Kanlıca’ya kadar gittikten sonra geri dönüp araştırmalarını genişlettiler. Yerin yedi kat dibine iner gibi temkinli adımlarla içlere doğru ilerlediler. Arnavutköy’den boğaza uçan Kara Cadillac’ın yanından geçtiler. İskeletlerin arasına karıştılar. Boğazın hayaletleri iyiden iyiye açığa çıkmıştı. Deniz kestaneleriyle kaplı şekiller bazen bir balıkçı teknesinin bazen de bir transatlantiğin iskeletine dönüşüyordu. Kayalıklara yapışmış türlü nesnelerle boğaz çıfıt çarşısından farksızdı. Bir zamanlar şehrin ortasında ipek bir çarşaf gibi uzanan boğazın içinden çıkanları gördükçe Muteber’e çok yakın olduğunu düşünüyordu Sefa. Az kalmıştı, yakında kavuşacaklardı.

“Ayrılalım,” dedi Mecit. Elini kuzeye uzattı. “Sen bu tarafa doğru git, ben de aşağıya, burada buluşalım yine.”

Gün doğarken başka insanlar da geldi. Sonra başkaları. Akın akın, her yerden. Herkes aradığını bulacaktı. Balçığa bulanmış eskilerine kavuşacaklar, onları temizleyip yepyeni yapacak, her şeye yeniden başlayacaklardı. Bir umut doğmuştu içlerine. Şehrin ortasında yatan bu kokuşmuş vadi geçmişlerini verecekti. Kim bilir ne zaman boğazın dibini boylamış o parçaları olmadan bunca zaman sürükledikleri ömürleri nihayet bir mana kazanacaktı.

&

Sefa Mecit’i yattığı yerden gökyüzüne doğru bir şeyler mırıldanırken buldu. Boğazı saran gazdan kimilerinin ölmüşlerine sarıldığına, kimilerinin gaipten gelen sesleri duyduğuna, kimilerinin de kanat takıp uçtuğuna yemin billah ettiğini görmüştü. Şimdi Mecit kendinden geçmiş sayıklıyordu.

“Mecit ne oldu oğlum, iyi misin?”

Mecit yıllardır aradığı divitine bir tekne kalıntısının dibinde kavuşmuştu. Aradığını bulan diğerleri gibi tüm şehri sarsan bir çığlık koparmıştı önce. Baştan ayağa çamura bulanmış bedeniyle boylu boyunca uzanmış, elinde sımsıkı tuttuğu divit, iki yanında iki kıyı, belirsiz bir noktaya bakıyordu.

“Dibi delik dünya dedikleri kuyruklu bir yalan, zira dibi delik olan bizatihi insan.”

“Hay seni, Mecit kendine gel,” derken elindeki sivri şeyi gördü. Bulmuştu aradığını demek.

Mecit doğruldu yerinden. Gözleri bir başka bakıyor sanki herifin. “Oğlum iyi misin?”

“Başa dönüp her şeyi değiştireceğimiz gün geldi Sefa.”

Gözyaşları içinde boynuna sarılan Mecit’in çocukça hıçkırıklarını dinlerken aklı Muteber’deydi. “Ahh Muteber ah, biz ne zaman kavuşacağız?” Sarsıntıları bir anda kesilen Mecit, ayağa fırladı.

“Bekle beni,” dedi. “Muteber’e kavuşacaksın.”

Sefa’nın gözleri dolu dolu, “Sahi mi, nasıl olacak o iş?”

Mecit Sefayı oracıkta bıraktı, doğru dükkâna. Diviti temizledi. Tahta masaya kuruldu. Hokkayı hazırladı. Kendi hikâyesini yeniden yazmadan önce dostu Sefa’ya bir iyilik yapmalıydı. Onu Muteber’den ayıran güne geri dönmeli, o günü efsunlu divitiyle yeniden yazmalıydı. Kalbi kafesini parçalamış bir kuştan farksız, diviti eline aldı, Sefa’nın hikâyesine baştan başladı.

“Boğazın suları bir gecede çekilmedi. Gazetelerin önceden yazdığı gibi yavaş yavaş oldu.”

edebiyathaber.net (16 Mart 2023)

Yorum yapın