İlker Aslan’ın “insanları” | Eris İnal

Kasım 7, 2022

İlker Aslan’ın “insanları” | Eris İnal

“Bir ikilem diyalektik olamaz ve sorunu ortaya koyma işi ikilemin kendisini zayıf kılıyor gibi, yani onu yalan çıkarıyor, yani bambaşka bir şeye dönüştürüyor.”

İlker Aslan’ın on öyküden oluşan İnsanlar ve İnsanlar kitabı tam olarak bunu yapıyor. Biçimsel, anlamsal, duygusal çözülmelerle örülmüş öykülerde adımları birbirine karıştırılarak ilerleyen yaşam döngüleri ve kesilme noktaları var. Bir çocuğun doğumu ve sözlüksel alıntılarla başlayan ilk öyküde eksik bırakılmış cümleler ezberlenmiş kaderleri, döngüselliğin zihinde yer etmiş yumuşacık uçlarını gösteriyor. Daha sonra Bir Rüya İçin Yeniden Ağıt’ta bu eksik cümlelerle yeniden karşılaşıyoruz. Yüklemler veya sonlar cümleyi, hikâyeyi ferahlatır, anlama bir ev buldurur, içinde uyutur. Asla uyumayan, ölmeyen, yineleyen, tamamlanmadığı yerden hepimizin yaşam boyu bildiği ama üzerini örttüğü o gerginlikleri hissediyoruz ilk iki öykü boyunca. Düşsel anlatılarda cümleler keskin ve yerini bulabilmişken, uyanılan, gerçekliğe dönülen anlarda cümleler yine yarım bırakılıyor. Girmek-çıkmak, unutmak-hatırlamak, uzaklıklar, kapanmayan mesafeler, bağlamsızlık, tamamlanmayan döngülerin bir penguenin sırtında bitirilemeyen tek seneye denk düşüşü ve tünel imgelemleri art arda eklemlenerek İlker Aslan’ın rüyalarında bahsettiği urganlara dönüşüveriyor. 

Bir sonraki öyküye geçtiğimizde bu kez unutmak ve hatırlamak ikileminin yanına yaşlanmak ve ölüm yerleşiyor. Bir önceki öyküde yakamıza iliştirilen tünel, mesafe, zamansızlık ve insanlarla ilgili sayıklamalar “Daha dün doğmuştun,” gibi basit cümlelerle yüzeye çıkarken cevaplanan ve cevabı bilinmeyen soruların olduğu bir sahnenin yinelenişiyle öyküyü bitiriyoruz. Yeniden eksik kalış, ikiliklerin birbiri içinde çözünmesi ve insanın savrulduğu yollar boyu kendi kurduğu anlamları kaybedişi temel hisler haline geliyor.

Sonraki iki öyküde eksik kalmaya, döngülere ve ikiliklere karşı bir yıkım başlıyor. Dağınık, biçimsel olarak da nevrotik diyebileceğimiz ilk üç öyküden sonra keskin bir kopuş arzusuyla yüzleştiriyor kitap bizi. Hastalıklı olanın, sürüncemede kadere bırakılanın öldürülmesi var Emin Adımlarla ve Doğum Günü Gecesi Üzerine Tartışma’da. Başlangıçta hissettiğimiz gerginlikle usulca barışma, ikilikleri benimseme ve döngüyü kırma temaları babayı öldürmek olarak karşımıza çıkıyor. 

Bu keskin dönüşün ardından Hamdi ve eşi Afife’nin öyküleri kitabın ilk beş öyküsünü birbirine bağlayan sembolik iki ifade diyebiliriz. Hamdi, bir cenaze arabası şoförü, iş görüşmesinde uzunca ölüm konuşuluyor ve görüşmeden çıkar çıkmaz kendi döngüsünde yeniden bir cenazeye yollanıyor. Afife ise ev hanımı, iç konuşmasında giderek temposu yükselen, birbirine geçen duygular, istekler ve arzular var. Yine akışa boyun eğen ve öykünün sonunda evden çıkmamayı seçen bir kadın. İki öyküde belirginleşen sembollerden biri, Afife’nin de Hamdi’nin de iki isme sahip olup, birbirlerine bizim onları tanıdığımız isimlerin dışındaki ikinci isimleriyle sesleniyor oluşları. Biri Nuran öteki Muharrem diyor. İsimler, nasıl çağrıldığımız, nereye ait olduğumuz, kimliğimizin ifadeleridir. Bu noktada ayrı ayrı hikâyelerini dinlediğimiz karı kocanın ayrışan benliklerini görüyoruz. Hangi ait oluşa sığındıkları, hangi isme ve hangi döngüye girdikleriyle paralel hale geliyor.

Kitabın son üç öyküsünden ilki, Artık Olamayacağım Şeyler, bu köprü niteliğindeki karı kocadan sonra karşımıza çıkıp çocukluk anılarıyla sözü devralıyor. Bu anılar, yaşamın akışı ve benlik kavramlarıyla oynayan kesitler. Bir aitliği seçerken bir ötekini kaybediş, bilinçsizce girilen ya da çıkılan yollar, gerçekleşmeyen arzular… Yetişkinlikte ucunu bulduğumuz, söke söke dibine ulaşamadığımız o iplerin çocukluğa uzanan yansımaları kısacık kesitlerle anlatılıyor. Daha sonraki öyküde benlikten, ait oluşlardan, döngülerden yorgun, ev imgesine vurgu yapılıyor. İnsanın evi nerededir, ev nedir, ne zaman evi hissederiz? Başından beri sakız gibi çiğnenen, eriyip birbirine yapışan, ölümle çözülmeye uğraşılan her parça evde ve aitlikte bir araya gelmeye başlıyor. 

Kitabı bitirirken Kendini Öldüren Öykü bize anlatılanın düğümünü, çözümsüzlüğünü, belki de çözülebilecek bir yanının hiç olmadığını anımsatıyor. Noktasız, bitimsiz, yarım kalan, yarım kaldığı yerden kendini bulduran bir kapanış. Cümle bitmiyor, bitemez. Hikayeler de sonlarına kaç nokta koyarsak koyalım ya yazıldığı kâğıttan ya okunduğu gözden yarım bırakacaktır bazı şeyleri. İlker Aslan, açtığı kuyunun, çözmeye çalıştığı urların ikilemlerini yalan çıkarıyor, yani onları bambaşka bir şeye dönüştürüyor. 

edebiyathaber.net (7 Kasım 2022)

Yorum yapın