Şehir söyleşileri: Gülşah Elikbank | Merve Koçak Kurt

Nisan 4, 2022

Şehir söyleşileri: Gülşah Elikbank | Merve Koçak Kurt

Söyleşi: Merve Koçak Kurt

Her edebiyatçının ‘şehir’ ile kurduğu bağ/ilişki diğerinden farklıdır. İçinde bulunduğu, içinden geçtiği, durduğu, durakladığı, bağ kurduğu, sevdiği, nefret ettiği, kızdığı şehir onun yaz(g)ısı mıdır aynı zamanda? Merak ettik. Edebiyat Haber olarak “Şehir Söyleşileri” yapalım dedik. Köşemizin bu ayki misafiri Gülşah Elikbank oldu. Elikbank, “Tarih konusunda da sadece yazılanları biliyoruz ama bana sorarsanız, gerçek yazılmamış olanlarda. Bu anlamda hem İstanbul hem de Anadolu, Mezopotamya harika bir potansiyele sahip. Edebiyatın işi de buralardaki mitlerden yola çıkmaktır aslında. Neticede yüzyıllardır hepimiz aynı masalın peşindeyiz.” diyor.                                                              

Yolunuz hangi şehirlerden geçti? (Doğduğunuz, doyduğunuz, durduğunuz şehirler…” En çok hangisinde buldunuz kelimelerinizi? 

Öncelikle tabii doğduğum ve çocukluğumu geçirdiğim şehir; İstanbul. İlk aşkım gibi. Her yanı bir öykü benim için. Hem bana hem de dert edindiğim şeylere dair. İlk çocuk romanım Medusa’nın Pusulası bile buradan besleniyor, hem kendi çocukluğumdan hem de Yerebatan Sarnıcı’ndan. Sanki içimde hep öyküler, sözcükler biriktirmişim gibi. Derinlikli bakan birinin bu şehirden ilham almaması düşünülemez. Sizi çok üzen ama bir türlü ayrılmaya kıyamadığınız, bir yandan da delice tutkun olduğunuz bir sevgili gibi biraz. 

Sonra 11 yıl yaşamayı seçtiğim, İzmir var. Birçok kişi beni İzmirli sanıyor hatta, şehirle beni bütünleştirdiklerini biliyorum ve bu beni mutlu ediyor. İzmir’de geçen bir roman hiç yazmadım. İzmir daha çok yaşanacak bir kent gibi gelir bana, yazılacak değil. Ya da belki ben orada huzur bulduğum içindir. Gerçek aşk gibi. O aşkı da yaşarken yazmazsınız, biterse o kederle kaleme düşer. 

Bir de babasız yıllarımı temsil eden Aydın Nazilli’de geçen epey zor zamanlarım var. Fakat o zor zamanlar ve o şehir beni ben yapan unsurlara da sahip. Genelde beni çok güçlü bir kadın olarak tarif ederler, bunun sebebi Ege’nin güçlü kadınları tarafından büyütülmüş olmamdır belki de. Ülke insanlarını iyi tanıdığımı düşünür okurlarım, sanırım bunun en büyük sebebi kasabada büyümüş olmamdır. Kasaba insanı ortalama ülke insanını temsil eder.

Büyüdüğünüz şehrin en unutamadığınız mekânları nereler? Yazarken, sizde nasıl imgeler oluşturdu buralar? Nasıl çoğalttı kelimelerinizi? 

İstanbul hikayelerimde hep baş rolde aslında. Aşkın Gölgesi romanımın en duygusal bölümleri Haydarpaşa Tren Garı’nda yazılmıştır. Bir rock müzisyeninin hayatını ele aldığım Aşıklar Gece Ölür romanım bir Kadıköy-Moda romanıdır bir yanıyla. Bu semt benim çocukluğumun ve aşkımın semtidir. Bu sebeple orada geçen bir hikaye yazmak kendiliğinden gelişti. 

Ben Kadıköy Çarşı’yı, Akmar Pasajı’nı çok severdim çocukken. Sonra babamla canlı balık aldığımız pazarı vardı. Aynısı Beyoğlu için de geçerli. Hafta sonları Beyoğlu’na gitmek, Taksim Meydanı’nda güvercinleri beslemek müthişti. İnsanlar birbirlerine gülümserdi o zamanlar. Çocuk olmak güzel şeydi o gülümseyen insanların arasında. Ben sokakta oynayan son çocuklarındanım İstanbul’da. Anne ve babamla Ferdi Özbeğen, Cengiz Kurtoğlu dinlediğimiz geceleri de hiç unutamam. Tüm aileler birlikte giderlerdi tavernalara eğlenmeye. Henüz o günleri anlatacak bir roman yazmadım, belki de yok olduğunu henüz kabul edemedim o günlerin. 

Bir yazar olarak, içinde bulunduğunuz şehre dair ne söylersiniz? Edebi açıdan sizi besleyen ortamlar var mı? Yoksa, o ortamları siz mi oluşturursunuz daha çok?

Ben işimi şansa bırakmayı pek sevmem. O yüzden kendisinden ilham aldığım kişilerle genelde iyi arkadaş olmaya çalışırım. Bazıları ile usta-çırak ilişkim var ki bu beni çok mutlu ediyor. Bir de uzun yıllardır sanat etkinlikleri düzenliyorum. Feyz aldığım isimlerle sahnede yan yana olmak ve onları daha geniş kitlelerle buluşturmak biraz misyon gibi oldu artık. Ama romanlarım için en çok sokaklardan, vapurlardan, martılardan ilham alıyorum galiba. Ben hayatın içinde olmaktan hoşlananlardanım. Gazeteciliği de bir yandan bu sebeple sürdürüyorum. Her hafta bir konsere, tiyatroya, söyleşiye gidiyorum. Bu da beni entelektüel anlamda diri tutuyor. İstanbul sanatsal anlamda her saat bir etkinlik bulabileceğiniz bir şehir. Sadece son ekonomik kriz her şeye ulaşmayı zorlaştırdı herkes için, bu beni üzüyor. Biz Devekuşu Kabareye tüm apartman toplanıp giderdik mesela. Şimdi bunu yapmak imkansız. 

Kimliği ve ruhu olan mekan çok az kaldı. Ben hala butik tarz cafelere gitmekten hoşlanıyorum. Özellikle de işletmecisi ile tanışabileceğim yerleri tercih ediyorum. Samimiyet benim için kıymetli. 

Diliniz, hangi (ş/n)ehirlerin yatağından beslendi/besleniyor? Deniz’in kelimelerini diğerlerinden ayıran şey nedir sizin için?

Ben çok seyahat ediyorum. Daha 30 yaşına gelmeden Avrupa’da görmediğim şehir kalmamıştı. Bazı romanlarım başka ülkeleri arka plana alarak akıyor. Yalancılar ve Sevgililer romanımın baş kahramanı Transilvanya mesela. Ya da İhtimal romanım Shakespeare’in kasabası Stratford-upon-Avon’da geçiyor. İstanbul’u apayrı tutmakla birlikte kendimi tüm ülkelerde dil olarak besliyorum. Fakat bahsettiğim gibi Egeli kadınların şifasıyla büyümüş bir çocuk olarak masallar, efsaneler de benim dilime işlemiştir. Fantastik metinlere yakın duruşum da Anadolu’nun kadim bilgeliğinden geliyor. Biraz göçebe ruhu taşıdığımı düşünüyorum lakin bir tek denizi olmayan şehirde uzun süre yaşayamam sanırım. Gün batımları benim için çok özeldir. Geceleri de yıldızları görmek isterim. Şairin dediği gibi, göğe bakarım. O maviliği göremezsem, huzursuz olurum. Kaotik yaşamdan beni sıyıran şey, bu tutkularım belki de. Aslında hala çocukluğumdaki o küçük dünyamda yaşıyorum.

İzmir’de Türkiye’nin ilk edebiyat konseptli oteli olan Mini Fuar Hotel’i işlettiniz bir ara… Bu fikir nasıl doğdu, yola çıkarken amacınız neydi, nasıl karşılık buldu?

Ben üniversite 2.sınıftan beri çalışıyorum. Maddi olarak hem çalışıp hem okumam gerekmişti çünkü. Bu yüzden mezun olduğumda kendimi uluslararası çalışan bir firmada yönetici olarak buldum. Bu süreç bana turizmi çok iyi öğretti. Edebiyat daha sonradan hayatımda baş köşeye yerleşti. Çok seyahat eden biri olarak şehirlerin sanatla tanıtılmasının önemini çok iyi biliyordum. Ben de bu yolu seçmek istedim. En çok sevdiğim iki işi birleştirmek için yola koyuldum, yani otelcilik ve edebiyat. Böylece ortaya Türkiye’de örneği olmayan edebiyat konseptli otel çıktı, bana bir de Bakanlık’tan ödül kazandırdı hatta. Açıldığı ilk günden itibaren medyada büyük ilgi gördü, Yunanistan’da bile meşhur oldu. Gurur verici tabii bu. Edebiyatı da farklı kesimlere tanıtan, sevdiren özel bir mekan oldu. Tüm iç tasarımını da ben yaptım. Kendimi bir okur olarak düşünüp, bir okur sevdiği mekanda ne görmek isterse onu tasarlamaya çalıştım. Yazarlar da çok destek oldular. Açılışına gelen Buket Uzuner’in desteği çok özeldir. Hakan Günday’ın hediye ettiği, dedesine ait daktilo baş köşededir. İzmir için de simge bir yere dönüştü. 

Kadim şehir/modern kent kavramları üzerine ne dersiniz bir edebiyatçı olarak? Edebiyat, neresinde bu kavramların en çok? Bu kavramlar edebiyatın neresinde? 

Kadim bilgiler beni her zaman cezbetmiştir. Ben dünyanın göründüğünden çok daha fazlası olduğuna inanıyorum. Tarih konusunda da sadece yazılanları biliyoruz ama bana sorarsanız, gerçek yazılmamış olanlarda. Bu anlamda hem İstanbul hem de Anadolu, Mezopotamya harika bir potansiyele sahip. Edebiyatın işi de buralardaki mitlerden yola çıkmaktır aslında. Neticede yüzyıllardır hepimiz aynı masalın peşindeyiz. Modern şehrin insanda yarattığı değişim de edebiyatın konusu elbette. Doğaya yaptığımız zulüm artık metinlere daha çok sızıyor. İnsanlık henüz kendi görkemini bulabilmiş değil, sefalet döneminde daha ziyade. Yükseliş için gelen fırsatı görebilecek miyiz, emin değilim. Ama zaten aydınlık ve karanlığın safında yerini belirlemek değil mi biraz da, insan olabilmek. Biz medeniyeti yanlış anladık. Sadece betona gömdük şehirleri. Tüm değerlerimizi yitirdik. Yeni ve acil bir insani değerler ve duygular devrimine ihtiyacımız olduğu aşikar.

Aşkın Gölgesi’nde, aralarına aşkın gölgesi düşen bir anne kızın hikâyesini okurken, “dul” bir anne olarak bu coğrafyada yaşamanın da zorluklarına tanıklık ediyoruz. Bir kadın olarak içinde bulunduğunuz şehirle kurduğunuz “bağ” nasıl bir bağ? Kadınların şehirlerle “güvenli bağlanma” kurabilmeleri için neler gerekli sizce? Karşılaştıkları zorluklar neler?

Benim çocukluğumun İstanbul’u kadınlar için harika bir şehirdi ama artık bunu söyleyemem. O rahatlık ve güven artık İzmir’de var. Ben küçükken dul olmak çok zordu, ayıptı bir kere her şeyden önce. Kusur gibiydi. Oysa bu da artık değişti çoğu yerde. Ama hala bazı şehirlerde bir tabu bu konu. Bu coğrafya kadın için çok zorlu, oysa bir zamanlar öyle değildi. Ana erkil bir kültürdür bizim gerçeğimiz. Bunu bize unutturdular işte. Her geçen gün yeni bir kadın cinayeti işlenirken kadınlar için güvenlikten söz edemeyiz. Hem taciz hem de cinayetler kadınları eve hapsolmaya zorluyor ama işte o amazon kadınları buna asla müsade etmeyecek, direnecekler. Ben de Aşkın Gölgesi romanımda üç kuşak yalnız anneyi ve onların direnişini yazdım. Arapça’ya çevrildiğinde yayınlandığı ülkelerden biri olan Ürdün’de yapılan bir yorum romanı özetliyor aslında. “Yazar, kahramanların tarafını değil, sadece aşkın safını tutmuş romanda.” Ben aşkı, aşkın insanda yarattığı büyük değişimi yazmayı da seviyorum. Elbette artık aşklar da değişti. Aşkın Gölgesi üç kuşak üzerinden ilişkilerin yaşanmasındaki bu derin değişimi de ele alıyor. 

Uykusuzlar,  rüyaların başrolde olduğu, felsefi bir roman. Rüyalar ayrı bir şehir, ülke ya da âlem midir sizin için? Belki şunu da sormalıyım: Sizin gördüğünüz “şehir” rüyası nasıl bir rüya? 

Ben özgür, rengarenk, yemyeşil bir şehir hayal ediyorum. Sınırların ve zamanın olmadığı bir şehir; tıpkı rüyalar gibi. Rüyalar ayrı bir alem değildir, rüyalar hayatın tam içinde, belki de bizzat kendisidir. İkisini birbirinden ancak ustalar ayırır. Yaşamın sahte boyasını silmek gerek önce. Uyandığımız rüya alemi, gerçek alemdir işte. Jung, dışa bakan rüya görür, içe bakan uyanır, derken bunu söylemek istiyordu. İnsanlık derin bir uykuda, bahsettiğim gibi kendi görkeminden çok uzakta. Bunu yeniden keşfetmek için gereken ilham ve cesaret rüyaların içinde var. Her rüya sahibinin izini taşır. Siz ne iseniz rüyanız da odur. Tıpkı siz ne iseniz dünyanın ona dönüşmesi gibi. 

Yalancılar ve Sevgililer de Kazıklı Voyvoda’dan Çavuşesku’ya, 12 Eylül’den günümüze uzanan bir roman. Gizemli Transilvanya, Eflak, Drakula, Kazıklı Voyvoda, Romanya, Çavuşesku, Galata, Bağdat Caddesi… Ne çok yer/kişi ismi var. Böyle bir roman fikri ilk nerede/nasıl doğdu ve gelişti sizde? 

İş dünyasının kazandırdıklarından biri oldu bu roman aslında. Yöneticiliğimin ilk yılında Bükreş’e şirketimiz için otel açmaya gittiğimizde tanıştım Dracula ile ve tuhaf ilişkimiz başlamış oldu. Sonrasında bu ülkeye 5 kere daha giderek onun gerçek hikayesinin izini sürdüm. Biraz da o istedi sanki bunu. Romanın kokteylini yaptığımız Romanya Konsolosluğunda resmi ağızdan duyduğum, ilk kez  birisi Vlad Tepeş’i bu kadar dürüst yazdı, teşekkür ederiz, cümlesi de bunu doğruluyor sanki. Romanı yazdım ve okurla buluştu ama benim Romanya ve Dracula ile ilişkim bitmedi. Bu yaz İFSAK’ın en iyi fotoğrafçıları ile romanın mekanlarını çekmeye gidiyoruz mesela. Ben de onlara rehberlik edeceğim. Ayrıca İntermedya Yapım Şirketi de romanın film haklarını aldı, üzerinde çalışıyorlar. İki ülkenin 15.yüzyıldan gelen bu bağı devam ediyor. Benim romanım da bir köprü oldu aslında. 

Fantastik (Günebakan Üçlemesi) anlatılarınızla da dikkat çektiniz. Yaşadığınız ülkeyi, şehri sizin için “fantastik” kılan unsurlar neler?

Türkiye kadar fantastik az ülke bulunur sanırım. Fizik kanunlarına bile aykırı yaşıyor olabiliriz bu ülkede. Hatta yaşayabilmemiz bile bir mucize gibi. Günebakan Üçlemesi anneannemin anlattığı o sihirli masallardan çıkıp gelen bir roman oldu. Lanetli bir kasabada geçiyor ve romanın ana karakteri istediği zaman kara kediye dönüşebilen 150 yaşındaki bir kadın. Onu anneannemden esinlenerek yazdım işte. Keza yine romanın kahramanlarından biri Siyah Gül. Biliyorsunuz nadir yetiştiği yer Halfeti’dir bu gülün. Ben genelde bizim efsanelerimizi ve Türk mitolojisini kullandım ama çoğu kişi bunların bize ait olduğunu bile bilmiyor. Batı dünyası öyle güzel sahipleniyor ki, biz sahip çıkmayınca. Örneğin Uykusuzlar romanımda yazdığım Succubus’lar bu sene çok izlenen bir Netflix dizinde göründü, kimse onların bizim mitolojimizden çıkan kahramanlar olduğunu konuşmuyor. 

Anadolu’nun her adımı büyülü. Baktığım her yerde mistik bir yön görüyorum. Şehrin altında başka bir şehir yaşıyor gibi sanki. Ben yerin altına bakmayı seviyorum. Tıpkı insanın karanlık tarafına bakmayı sevdiğim gibi…

Bulunduğunuz şehrin en sevdiğiniz sokak isimlerini sorsak size… Bir de şunu: Şimdilerde yeni sokaklar genelde hep numaralı… Kentin belleği ya da belleksizliğine dair ne söyleyeceksiniz, içinde bulunduğunuz yere dair?

Çocukluğumun geçtiği sokağa gittiğimde evimizi bulmakta çok zorlandım. Her şey değişmişti. Bu anlamda bu şehir bize hiçbir bellek imkanı sunmuyor. Hatta her geçen gün daha da yitiriyoruz değerlerimizi. Kadıköy’e bakınca çocukluğumdan çok az iz bulabiliyorum ve bu beni çok üzüyor. Sokak isimlerine gelince yazarların adları verilen sokakların elbette özel yeri var bende. Bir de yazar evlerinin müzeye dönüşmesini çok seviyorum. Bu sebeple gezmeyi en sevdiğim yer Burgazada ve Sait Faik’in müze olan evi. Keşke Hüseyin Rahmi’nin Heybeliada’daki evi de müze olsa. 

“Bir Kış Gecesi Eğer Bir Yolcu” olsaydınız ilk hangi yazarın/şairin kapısını çalardınız bulunduğunuz şehirde? Hangi metni/nizi okurdunuz ona?

Sanırım mümkün olsaydı, Reşat Nuri Güntekin’le bir paralel evrende de olsa buluşmak isterdim. Çalıkuşu duygu olarak en sevdiğim romanlardandır hala çünkü. Atatürk’ün cephede cebinde taşıdığı kadar vardır bu romanı. İnsan olmak, bu coğrafya insanının cevheri ve cehennemi orada aynı anda vardır. Ona şu an yazdığım yeni romanımı okumak isterdim ki, bu yüzyıl bu şehrin insanına ne yapmış görsün. Melih Cevdet Anday ile buluşup felsefe ve şiir konuşmayı da çok isterdim. Attila İlhan’ın el verdiği yazarlardan olmak, o vakte yetişebilmiş olmak çok isterdim ayrıca. Yaşayan birine uğrayacak olursam da Şükrü Erbaş’a uğrayıp Ömür Hanım’ın gidişi ile nasıl baş ettiğini sormak, o şiirleri birlikte okuyup o matemi paylaşmak isterdim. 

edebiyathaber.net (4 Nisan 2022)

Yorum yapın