
Bazı kayıplar vardır; bir anda değil, gürültüyle hiç değil, sessizce ve fark ettirmeden yerleşirler insanın içine. Zamanla hafiflemezler, eskimezler, kabuk bağlayıp kapanmazlar. Unutulmazlar da. Sadece biçim değiştirirler. Önce kalpte bir ağırlık olurlar; adını koyamadığın, yerini tam seçemediğin bir sızı. Sonra dile düşerler; yarım cümlelerde, boğazda düğümlenen kelimelerde. Dilden yazıya taşınırlar; defter kenarlarına, gecenin bir vaktinde aceleyle karalanmış satırlara, kimseye gönderilmeyen mektuplara… En sonunda yazı da yetmez olur; kelimeler çekilir, anlam sessizliğe sığınır. Kayıp, suskun bir yoldaş gibi insanın yanında yürümeye başlar.
İnsan hayatı boyunca o kaybı nereye koyacağını tam olarak bilemez. Ne geride bırakabilir ne de bütünüyle sahiplenebilir. Bazen bir bakışta, bazen bir kokuda, bazen hiç ummadığı bir şarkının ortasında yeniden karşısına çıkar. Alışmak denilen şey belki de budur: Onunla yaşamayı öğrenmek; varlığını inkâr etmeden, yokluğunu doldurmaya çalışmadan. Çünkü bazı kayıplar telafi edilmez. Yerleri doldurulmaz. Sadece taşınır. İnsan büyür, yollar değişir, zaman akar; ama kayıp da insanla birlikte yürür. Bazen ağırlaşır, bazen hafiflediği sanılır. Oysa değişen kaybın kendisi değil, insanın onu taşıma biçimidir. Ve belki de insanı derinleştiren, sessizleştiren, yazıya yaklaştıran tam olarak budur.
Beni bütün bu duygulara yönlendiren ise Birten Demirtaş Özbek’in Bir Fırat Hikâyesi[1] ile Georgi Gospodinov’un Bahçıvan ve Ölüm[2]’ünü peş peşe okumak oldu. O anda fark ettim ki iki ayrı kitabı değil, yasın iki farklı yönünü okuyordum. Ancak bu fark yalnızca kişisel değildi; biyolojikti, kültüreldi ve coğrafyayla örülmüştü. Biri alt soyun, diğeri üst soyun kaybını anlatıyordu. Ve bu yön farkı, yasın dilini, ağırlığını ve insanın onunla kurduğu ilişkiyi bütünüyle değiştiriyordu.
Bir Fırat Hikâyesi, bir annenin evladını kaybetmesinin hikâyesidir; zamanın doğal akışına aykırı, tersine işleyen bir kaybın. Alt soyun kaybı, yalnızca bir canın değil, geleceğin de ölmesidir. Çünkü evlat sadece bugün değildir; yarındır, ihtimaldir, devamdır. Bu yüzden bu metinde zaman bütünlüğünü yitirir, paramparça olur. Gelecek, daha yaşanmadan yas hâline gelir. Hayat için açılmış parantez hiç kapanmaz, hep açık kalır. Nitekim Özbek, bu zamansızlığı tek bir cümlede kristalize eder:
“Bir annenin zamanı, evladını kaybettiği yerde durur.”
Acıyı iliklerine kadar yaşayan anlatıcı anne için kayıp, geride bırakılmış bir şey değildir; her gün yeniden açılan, her sabah yeniden hatırlanan bir boşluktur. Yas burada kapanmaz, geriye çekilmez; sürekli şimdide yaşanır. Hatırlamak bir teselli değil, bir zorunluluktur. Çünkü unutmak, bir kez daha kaybetmek anlamına gelir:
“Ben onu unutmuyorum; çünkü unutmak, ikinci bir ölüm olur.”

Acının bu denli çıplak, bu denli keskin oluşunun nedenlerinden biri de coğrafyadır. Bir Fırat Hikâyesi, Anadolu’nun, Mezopotamya’nın içinden konuşur; annenin çocukla kurduğu bağın neredeyse kutsal sayıldığı, tüm ağıtlarda “daye”nin sığınak kabul edildiği bir coğrafyadan. İçteki acı, yerel söylemlerle daha sahici bir karşılık bulur. Bu topraklarda anne yalnızca doğuran değildir; koruyan, adayan, kendinden vazgeçendir. Evladını kaybeden bir anne, yalnızca çocuğunu değil, kendi içindeki yarını da yitirir:
“Evladın ölümüyle anne, yalnız çocuğunu değil, kendi içindeki yarını da toprağa verir.”
Bu nedenle yazı, bir estetik tercih olmaktan çok bir zorunluluktur. Zaman paramparçadır; anne olmak da paramparça bir histir. Bu dağılma, anlatının biçimine siner: Cümleler yarım kalır, anlam parçalanır. Metin, tam da bu kırıklıkta kendi hakikatini bulur. Çünkü acı geçmez; sadece her gün başka bir yerinden dokunur insana.
Bahçıvan ve Ölüm ise bir babanın ölümünün ardından yazılmış bir metindir; ama esasen bir sonun değil, bir kökün çözülüşünün hikâyesidir. Üst soyun kaybı, zamanı ileriye değil, geriye doğru yaralar. Gelecek eksilmez; geçmiş yerinden oynar. Gospodinov bunu açıkça söyler:
“Babam öldüğünde zaman durmadı; ama yer değiştirdi.”
Baba, yalnızca bir ebeveyn değil; sürekliliğin, hafızanın, sessiz bir düzenin taşıyıcısıdır. Onun ölümüyle birlikte hayat devam eder; fakat anlam başka bir ağırlık kazanır. Bu kitapta yas, Bir Fırat Hikâyesi’ndeki gibi dışa taşmaz; içe çöker. Acı bağırmaz, dağılmaz, suskunlaşır. Ölüm yüksek sesle gelmez; sessizce bir düzeni bozar.
Bahçe metaforu da buradan doğar. Baba, toprağa kök salmış bir varlık gibidir. Onun yokluğunda bahçe hâlâ oradadır; ama artık bir eksenini yitirmiştir:
“Bahçe duruyordu; ama artık kime ait olduğunu bilmiyordu.”
Her şey yerindedir; ama hiçbir şey eskisi gibi değildir. Balkanlar’ın, Doğu Avrupa’nın daha mesafeli, daha ketum yas kültürü metnin diline siner. Duygu bastırılmaz ama sergilenmez. Bu yüzden yazı, bir zorunluluktan çok bir sığınaktır. Yazar, babayı yazıyla hayatta tutmaya çalışmaz; onun yokluğuyla birlikte yaşamayı öğrenir. Çünkü burada hatırlamak acıyı azaltmaz; ona başka bir biçim verir.
Alt soyun kaybı zamanı parçalar; üst soyun kaybı onu ağırlaştırır. Biri geleceği yok eder, diğeri geçmişi derinleştirir. Bir Fırat Hikâyesi ile Bahçıvan ve Ölüm yan yana geldiğinde, yas tek bir duygu olmaktan çıkar; beden, zaman ve coğrafya tarafından biçimlenen iki ayrı varoluş hâline dönüşür. İnsan, bu iki metnin arasında, kaybın sadece kime ait olduğunu değil, hangi yöne doğru yaşandığını da fark eder.
İki kitap arasındaki temel fark tam da burada belirginleşir: Alt soyun kaybı geleceği yok eder; üst soyun kaybı ise geçmişi derinleştirir. Birinde bellek acıyı diri tutmak zorundadır; çünkü unutmak bir ihanet gibidir. Diğerinde ise bellek dönüştürücüdür. Baba, hatıraların içinde başka bir biçimde yaşamaya devam eder. Yokluk, anıların içinden sızarak varlığa dönüşür.
Dil de bu farkı açıkça taşır. Birten Demirtaş Özbek’in dili doğrudan, savunmasız ve kırılgandır. Metaforlar geri plandadır; çünkü acının kendisi zaten fazlasıyla ağırdır. Gospodinov’un dili ise simgesel ve mesafelidir. Bahçeler, ağaçlar, toprak; yasın yükünü insanın yerine taşır. Ama bu iki metni karşı karşıya koyduğumda bir üstünlük değil, bir tamamlayıcılık görüryorum. Biri yasın bağıran hâli, diğeri ise düşünen hâli…
Ve belki de en önemlisi şudur: Bu kitaplar bize yasın tek bir biçimi olmadığını hatırlatır. Kimi kayıp yazıya dökülür, kimi sessizliğe sığınır. Ama kayıplar hayattan çıkarılamaz aksine hayata eklenir. Edebiyat o yerin adını koymaz belki; ama şunu fısıldar:
Her kayıp, kendine özgü bir dil ister ve insan o dili bulabildiği ölçüde hayatta kalır.
[1] Birten Demirtaş Özbek. Bir Fırat Hikâyesi, Satırarası Yayınları, 2025.
[2] Georgi Gospodinov. Bahçıvan ve Ölüm, Metis Yayınları, 2025.


















